Ve Zulüm Halepçe'ye Demir Attı
Yarın ‘Halepçe katliamının’ yıl dönümü… Öylesine derin yaralar vardır ki, yıllar geçse de acıları dinmez, yüreklere kazınmış izleri silinmez.
Tahsin İnanç
15.03.2014, Cts | 15:30
Yarın ‘Halepçe katliamının’ yıl dönümü… Öylesine derin yaralar vardır ki, yıllar geçse de acıları dinmez, yüreklere kazınmış izleri silinmez. Hele toplumsal travmaların, insanlar üzerindeki etkisi çok uzun sürelidir. Nesilden nesile uzanır.
Halepçe denince tüylerim hala diken diken olur. Yüreğimin derinliklerinde o acıyı hep hissederim. O toplu mezarlar, Halepçe müzesindeki o figürler, resim karelerine düşen o görüntüler…
Tarih boyunca Kürt Düşmanları ve sömürgecileri savaşlarını hep Kürdistan Coğrafyasında vermişlerdir. Yüzlerce yıl süren Osmanlı-Safevi savaşlarının yıkım alanı Kürdistan’dır. Burada arazisi, ormanı, insanı, mekanı, evi barkı viran olan ve savaşın hiç bir tarafında olmayan ama her türlü zararı gören Kürtlerdir.
Aynı olayı İran-Irak savaşında da görmekteyiz. İki devletin savaşında asıl savaş alanı Kürdistan olmuş, asıl tahribatı Kürt insanı yaşamıştır.
Her iki devlette Müslüman devlettir ve Kürtlerle İslami kardeşlik bağları vardır…
Savaşta her iki cepheden de en öne sürülen Kürtlerdir. Her iki cepheden de ilk vurulan ve ölen savaşın tarafı olmadıkları halde cepheye sürülen Kürtler olmuştur.
Halepçe Katliamı 1983 ile 1989 yılları arasında yapılan (Enfal) katliamlardan bir tanesidir. 1983 yılında Dukan Barajı’nın kapakları tamamen açılıyor ve binlerce insan suda, çamurda boğularak can veriyor.
Aynı yıllarda cezaevlerinde tutuklu olan Kürt erkeklerinin üzerinde kimyasal ve biyolojik silahlarla denemeler yapılıyor. Bu deneylerde bilinen en az 500 Kürt erkeği kobay olarak kullanılıp ölüyor.
1986 yılında; Barzani hareketinin içinde yer alan kişilerin yakınları alınıyor, Arap çöllerinde kazılan kuyulara dolduruluyor, diri diri üzerlerine toprak atılıyor ve öldürülüyor.
Bu katliamların finali ise insanlık tarihinin Nagazaki-Hiroşima’dan sonraki ikinci ayıbı olan Halepçe’de yaşanan katliamdır. 1983-1989 yılları arasında toplamda 200 bin aşkın Kürt insanı katledilmiştir.
Halepçe; Kürdistan’ı sömürgeleştirip parçalayan güçlere göre tam sınırda bulunmaktadır. Saddam ve yönetimi savaşmayan Kürtlere, İran’la birlikte savaşanlara ve genelde de Kürt hareketine gözdağı vermek için Halepçe’ye kimyasal silahlarla saldırıyor. Ne kadar kimyasalla ne kadar insan öldürülüp, ne kadar alanın tahrip edileceğini gözlemlemek istiyorlar. Yani Saddam ve o kimyasalları ona satanlar Kürtleri ve Kürdistan’ı kobay olarak görmektedirler. Asıl ürkütücü olan korkunç gerçek budur.
Halepçe’de; hayvanlar üzerinde kullanılması yasak olan silahlar Kürtler üzerinde kullanılmıştır. İki gün boyunca bombalama yapılmıştır. En az 5 bin insan ölmüş, 10-15 binde sakat, hasta ve özürlü bir halde yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Şimdi bir de olayın diğer boyutuna bakalım. Saddam diktatörüne her türlü desteği veren sözde insan haklarına duyarlı, bir hayvanın postu için günlerce eylem yapan batılı devlet, aydın, yazar ve insan geçinenler bu acımasız soykırım karşısında neler yaptılar?!...
Saddam yönetiminin ABD ve Avrupa tarafından en çok silahlandırıldığı dönem 200 bin kürdün öldürüldüğü yıllara tekabül eder nedense…
Halepçe sonrası da Irak’a destek ve silah verme işlemleri sürmüştür. Ta ki Saddam sözde ‘’insan hakları savunucusu’’ devletlerin bölgesel çıkarlarına göz dikene kadar. Saddam onlar için misyonunu tamamlamış ve İran devriminin uzun bir süre kendine gelmemesi hususunda gereken tahribatı vermişti. Artık fişinin çekilmesinin zamanı gelmişti.
İşin birde görünmeyen ya da görünmek istenmeyen boyutları var. Aynı dönemde bizlerle din kardeşi olan İslam devletlerinin konferansı yapılmaktadır. Ama maalesef din kardeşlerimiz Halepçe katliamına dönük tek bir kelime etmemişlerdir.
Sosyalist olan, tüm dünyada ezilen halkların koruyucusu olduğunu dile getiren Sovyetlerden gık çıkmamıştır.
Modern dünyaya ve insanlığa örnek ve liderlik yaptığını söyleyen ABD ve Avrupa devletleri de üç maymunu oynamışlardır.
Aktif olarak siyasete girdiğimden beri baş düşmanlardan birisi olarak bize tanıtılan İsrail devleti ve halkı bu katliamı protesto etmiş ve kınamışlardır…
Dersim, Zilan, Enfal, Halepçe ve en son da Roboski üç aşağı beş yukarı benzer olaylardır. Katledilen, öldürülen, işkenceden geçirilen, yakılan, yıkılan hep Kürtler olmuş ve hala olmaya devem ediyor…
Şimdi buraya kadar yazdıklarım ve yazmak istediklerim içimi acıtıyor. Fakat acıtan bir diğer boyut var ki; o da Kürtlerin birlik ve beraberlikten hala çok uzak olmaları… Ekmek, su, hava gibi ihtiyacımız olan birlik ve beraberliği bir türlü toplumsal yaşamımıza hâkim kılamıyoruz.
Neden Uluslararası güçler tarafından 4 parçaya bölündük? Neden Enfal Kürtlere uygulandı, neden kimyasal ve biyolojik silahlar üzerimize yağdırıldı, neden uçaklar üzerimize kazanları boşalttı, neden cezaevlerinde işkencede katledildik, kaçırılıp bir kuyuya gömüldük, sağ sağ asit kuyularında kızartıldık, Avrupa’nın başkenti Parislerde öldürüldük?…
Bu kadar yaşananlara rağmen neden bir devlet sahiplenmedi biz Kürtleri. Neden hiçbir devlet veya oluşum global çıkarını Kürtlerin varlığı ve bütünlüğünde göremedi?…
Bunlar bizi ilgilendiren konulardır.
Zayıf olan ezilir. Birlik olamayan dağılır.
Kürtler dağınık, ortak hareket edemiyoruz. Binlerce baş var ve hepsi ayrı yöne gidiyor.
Düşmanlarımıza karşı tek ses, tek yumruk olamıyoruz.
Doğanın kanunudur zayıf olan ezilir ve yok edilir. Bu konuda çok çarpıcı bulduğum bir örneği anlatmak istiyorum. Çok değer verdiğim bir arkadaşım vardı. 1995 yılında pratiğinden dolayı PKK 5. Kongresinden sonra yargılanmıştı. Mahkemesinde anlattığı ve oldukça etkileyici olduğunu düşündüğüm bir hikâye vardı. Onu burada paylaşmak isterim:
Aç olan hayvanlar mahkeme kurmuş ve içlerinde en çok suçlu olanı yeme kararı almışlar. İlk aslan suçlarını anlatmış. Ona ‘sen aslansın, kralsın, hakkındır’ denilmiş. Kurt konuşmuş; ona da ‘koyunları yemek senin baba vasiyetindir ve hakkındır’ denilmiş. Tilkiye ‘sen müthiş kurnazlıklar yapmış, kafa yormuşsun ve bu şekilde tavukları yemişsin, hakkındır’ denmiş. Derken sıra eşeğe gelir… O da ‘çok yorgundum. Sırtımda ağaçlar vardı. Sahibim de durmadan sopayla dövüyordu. Çokta acıkmıştım. Bir bahçenin kenarından geçerken, ağzımı atıp bir kabağın yaprağını yedim’ demiş. Bunun üzerine ‘vay alçak namussuz! Sen misin böyle büyük bir suçu işleyen. O kabak yaprağı büyüyecek, çiçek açacak, kabak olacak ve insanlar onu yiyerek doyacaktı. Bu işlediğin büyük suçun cezası ölümdür’’ diyerek hırsla eşeğe saldırıyor ve onu oracıkta yiyorlar.
Dünyada hala geçerli olan uygulama bu hikâyedeki mantalitedir. Şayet sahipsiz isen 50 milyonluk bir nüfusla bile bile aç ve açıkta kalırsın. Devletsiz- milletsiz olursun. Aksine güçlü olur ve sahiplenilirsen 100 binde olsan, 1 milyonda olsan devletleşir ve her alanda temsilini görürsün.
Kürtler olarak bizler düşman oyunlarına o kadar fazla maruz kalmışız ki çok fazla içe dönük yaşıyoruz.
İçi tahlil etme ve bu konuda negatif yönde yoğunlaşma da epeyce bir yol kat etmişiz.
TV’lerde, gazetelerde, İnternet sitelerinde ve tartışmalarda sadece birbirimizi çekiştirmekle uğraşanlarımızın sayısı az değildir. Birbirilerimizi karalamakla, iftiralarla, küçültmekle büyümüyoruz, aksine küçülüyoruz.
Evet, balık baştan kokar misali en tepeden en alta kadar yaşanan vahim gerçekliğimiz bu mihvaldedir. Bunlar bizim acizliğimiz ve zayıflıklarımız. Bunlardan kurtulmak her bireyin, örgütün ve özellikle de partinin ilk görevi olmalıdır.
Halepçe katliamının yıldönümü öncelikle biz Kürtlere birlik ve beraberlik için vesile olsun. Barış ve özgürlüğün dinamikleri güçlendirilsin temennisinde bulunmak istiyorum.
Umarım yaşanan bu büyük toplumsal acılar ve korkunç travmalar ancak büyük bir toplumsal kurtuluş ve özgürlükle neticelenir… Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
12442 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:16:14:39