Kürdistan’da olagelen bu ihtilalcı hareketlere büyük önem vermek lazım. Çünkü çok önemli belirtiler var. Herhangi bir bozguncu isyancı başıbozuk hareketten çok farklı ve üstün prensipleri var. Biri güneyde, ikincisi uzak batıda ve sonuncusu Kuzey Kürdistan’da olmak üzere on beş yıl gibi kısa bir zaman diliminde bu kadar muntazam ve düzenli askeri hareketleri başka türlü izah etmek mümkün müdür?”
Tarihte Kürtler Hep Büyük Güçlere Mi Oynadılar?- Iı
“ … tarihçinin tahrifatı teknik olmaktan öte ideolojiktir: çatışan çıkarlar dünyasında vurgulamayı seçtiği her olgu, tarihçi ‘istese de istemese de’ ekonomik, siyasal, ırkçı, ulusçu ya da cinsiyetçi bir çıkar çevresinin amacını destekler.” Howard Zinn
Prof. Erol Kurubaş’ın Kürt tarihine dönük tahrifatı, Howard Zinn’in işaret ettiği gibi teknik bir yanlışlıktan kaynaklanmıyor. Kürdistan’ın zorlu coğrafyasında yaşanan bir dizi ayaklanmanın, “entrikanın”, “kışkırtmanın” bir boğulup bir canlanan; ancak özgürlük ve bağımsızlık hedeflerinden inatla vazgeçmeyen bir halkın var olma mücadelesini en basit tabirle ‘anlamama’ tavrıdır. Bir başka anlatımla yazarın İdeolojik bakış açısının bir sonucudur. Bu bakış açısı adına resmi ideoloji denen;’ İslamcılık’, ‘sosyalizm’ ve ‘kürtçülük’ üzerinde hegemonya kuran Kemalizm’dir. Zira Kürtlere dönük sıralanan bolca sözün arasına sıkıştırdığı Kemalizm güzellemesi maksadını yeterince ortaya koyuyor.
“ Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi.”
Kuzeyde petrol yoktu ama dünya silah sanayi için hayati öneme sahip olan bakır-krom yatakları vardı. Krom destekli çelik üretilmesiyle aynı zamanda yakıt ve güç kullanımında kömür, buhar makinesi, elektrik, petrol içten yanmalı motorlarda devreye girer. Aynı zamanda krom destekli çelik üretiminin önlenemez yükselişi devasa bir silah sanayi sektörü yaratır. Kuzey Kürdistan’daki bakır-krom yataklarının merkezi Erganimadeni imtiyaz hakkının, İttihat-i Terakki iktidarında 18.08.1918’de İtibari Milli Bankasına veriliyor. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1925 yılında;
“Bu suretle 14.08.1917-18.08.1918 tarihli mukavelenameler mucibince, İtibarı Milli Bankası’na tefviz edilmiş olan bütün haklar ve taahhütler, Ergani Bakır Türk Anonim Şirketi’ne intikal eylemiş ve bu tarihten itibaren mevzubahs, mukavelenameler mucibince iflas muktezi muameleler şirket tarafından tetkik ve ifa edilmiştir.”( Necmettin Sahir Sılan Raporu, Ergani Bakırı 1917-1932, Tarih Vakfı Yayınları)
Kendisi de Ergani Bakır Türk Anonim Şirketi yöneticilerinden olan Necmettin Sahir Sılan’ın raporuna göre şirket ortakları yönetimde şu isimlerle temsil edilmişlerdir.
“Reis- Muammer Eriş- Türkiye İş Bankası Genel Direktörü, İkinci Reis- Doktor Emil Georg Von Stauss- Berlin’de ‘Deutsche Bank und Disconto Gesellschaft’ Meclisi İdare Azası, Vehbi Ergene- T.İş Bankası, Safa Apaydın- Sümer Bank Meclisi İdare Reisi, Mösyö E. Goldenberg- Deutsche Bank İstanbul Şubesi Direktörü…”A.g.e Liste uzayıp gidiyor. Buradan anlaşılacağı gibi Ergani Bakır Türk Anonim Şirketi’nin ortağı Deutsche Bank’tır. Deutsche Bank adına Şirket yönetiminde İkinci Reis olarak yer alan Doktor Emil Georg Von Stauss daha sonraları Hitler’in finansörü ve sırdaşı olacaktır. Kürdistan’ın yer altı kaynakları üzerinden ‘büyük güçlerle’ ortaklıklar yaptığınızda bunun adı “Anti-emperyalizm”, Kürtler meşru ve doğal hakları için ‘büyük güçlerden’ destek istediklerinde bunun adı ‘büyükleri Mesih gibi’ görmek oluyor.
Kemalist hareket “ulusal kurtuluşçu ve anti-emperyalist” olarak tanımlanırsa, Kürt siyasal başkaldırıları ‘emperyalist’ güçlerin uzantısı ve ‘hayranı’ olarak nitelendirmek zorunda kalınır. Bu önceden kurgulanmış formata uygun ‘analiz’ üretmektir. Oysa akademisyen sıfatı taşıyanların, Kemalist hareketi tanımlarken; ‘Milli mücadele’ ve ‘anti-emperyalizm’ söylemi tartışmaya açması gerekmez mi? Doç. Dr. Fikret Başkaya’nın “Milli Mücadele ve anti-emperyalizm Söylemi” adlı makalesinde işaret ettiği gibi;
“Gerçekten Birinci emperyalistler arası paylaşım savaşına, itilaf devletleri (İngiltere, Fransa, Çarlık Rusyası, İtalya…) karşısındaki, ittifak devletleri (Almanya, Avusturya, Macaristan…) safında katılan Osmanlı İmparatorluğunun, yenilginin ardından bir anti-emperyalist mücadele yürütmesi teorik olarak mümkün müdür? İttihatçıların, emperyalistler arası bir savaşta taraf olmaktan beklentileri ne idi? Pratikte olanlar nasıl oldu ve kimin için ne anlama geliyordu? Milli mücadele aslında kimin mücadelesiydi?”(Peyamaazadi-29.12.2006) sorularının sorulması ve cevaplarının verilmesi gerekmez mi?
Kemalist ideolojinin çerçevesini aşamayan, resmi tarihe eleştirel bakma cesaretini ortaya koyamayanlar, 1919- 1923 dönemini ‘anti-emperyalist’ ve ‘ulusal kurtuluş’ savaşı olarak değerlendirmek ‘zorunda’ kalırlar. Bu durum kafa karışıklığın bir sonucu değil, Türkiye’de akademik çevrelerin entelektüel azgelişmişliğinin bir göstergesidir.
Birinci Dünya Savası sürecinde Kürt siyasal hareketine baktığımızda bütün zayıflıkları ve yetersizliklerine rağmen ciddi direnç göstermişlerdir. Zayıflıktan kastımız, bu güçler dengesi içinde devletsiz ve merkezi bir örgütlenmeden yoksun olmasını kast ediyoruz. Buna ulusal bilincin yetersizliği, aşiret yapılanmasının güçlü olmasını eklerseniz; her türlü müdahaleye açık zemin ortaya çıkar. Hem bölge devletleri hem de bölgeye müdahale eden büyük güçlerin Kürtler içinde kendi lehlerine kullanabilecekleri ilişki ağları oluşturmak için olağanüstü çaba içerisine girerler. Devletsiz bir toplumda bu ilişkiler her zaman etkili olmuştur; ancak siyasal analistlerin baz alacakları husus, Kürtlerde temsil kabiliyeti olan siyasal örgütlenmelerin geliştirdikleri ilişkiler ve bu ilişkilerin getirdiği sonuçlardır.
Kürdistan’ın farklı güçler arasında bölünmesi, farklı güçlerin ortak politikalarına karşı Kürtlerin ortaklaşamaması, farklı güçler arasındaki çelişkilerden faydalanıp inisiyatif geliştirme imkânını yaratamadı.
Gelişmelerin Kürtlerin lehine olmadığını belirtmeye bile gerek yoktur; ancak bu tür ilişkilerin ‘zorunluluğu’ tartışmasız bir konudur; ancak güçlü-zayıf ilişkisinde, zayıfın her zaman dezavantajlı olduğunu bilinen bir husustur. Söz konusu ilişkiler içerisinde Kürdistan toplumunu çok iyi tanıyan İngiliz ekolünden Binbaşı Noel ve Rus ekolünden Prens Boris Şahovsky’in düşünceleri her iki devletin resmi politikalarında sonuç itibariyle etkili olamamıştır. Prens Boris Şahovsky, 19 Ocak 1923 tarihinde görevli olduğu Sovyetler Birliğinin Ankara Büyükelçiliğinden gönderdiği raporda bu hususu açık ifade etmektedir. Söz konusu raporda şunları söylemektedir:
“Rusya, Kürdistan’da etkisini arttırmaya çalıştı ama çok büyük bir yanlış yaptı. Kürtlerin sempatisini kazanmak için hiçbir şey yapmadı, oysa bunu yapmak çok kolaydı ve sırtını öncellikle Ermenilere dayadı. Bu konuda esasen bizim konsolosluk görevlilerimiz ve Kürdistan’daki askeri ajanlarımız sorumluluk taşımaktadır. Bunlar işin özüne inmeden, Kürtleri Rusya’nın düşmanları olarak sundular. Ve savaş sırasında Müslüman olduklarına göre Türkiye ile beraber davranacaklarını savundular; oysa Türkiye ile yapmış olduğumuz eski savaşalar bunun tersini kanıtlamaktaydı. Bu yanlış, Rusya’ya çok pahalıya mal oldu, bizim askeri operasyonlarımızın seyrini ciddi biçimde ve olumsuz etkiledi.” (Rusya Toplumsal Siyasal Tarih Devlet Arşivi foond 544, liste 3, dosya 122, yaprak 34-84 Aktaran: Mehmet Perinçek-Sovyet Devlet Kaynaklarında Kürt İsyanları)
Binbaşı E.W. Charles Noel, Kürdistan toplumu sosyal-siyasal yapısını iyi tanıyan, Kürtlerin taleplerinin dikkate alınmasını savunanlardandır. Önerileri, Şeyh Mahmut Berzenci’nin bağımsızlıkta diretmesine kadar İngiliz politik çevrelerinde tartışılmıştır. Binbaşı Noel, “Kürt milliyetçiliğinin dirilişi” başlığı altında şunları söyler:
“Aşağıdaki bölümler, Millingen’in ‘Kürtlerin İlkel Yaşantısı’ adlı 1870’te yayınlanan kitabından alınmıştır. ‘İnsanı hayrete düşüren durum; tarih boyunca Kürt bölgesine yönelik tüm işgalci orduların saldırılarına ve vatanlarını yakıp yıkıp işgal etmelerine rağmen Kürtlerin, çevrelerindeki halklardan farklı olarak yarı bağımsızlıklarını ve ulusal niteliklerini koruyabilmeleridir. Olağanüstü garip ve dikkat çekicidir ki, bu insanların Bulgarlar, Czash(Çekler) ve diğer uluslar gibi ne kralları ne padişahları ne de demirden veya alüminyumdan taçları yani ulusal birliği simgeleyen iftihar vesilesi mevkii ve nişanları olmamasına ve bütün bunlara rağmen Kürt ulusu olarak ayakta durabilmeleridir.
Kürdistan’da olagelen bu ihtilalcı hareketlere büyük önem vermek lazım. Çünkü çok önemli belirtiler var. Herhangi bir bozguncu isyancı başıbozuk hareketten çok farklı ve üstün prensipleri var. Biri güneyde, ikincisi uzak batıda ve sonuncusu Kuzey Kürdistan’da olmak üzere on beş yıl gibi kısa bir zaman diliminde bu kadar muntazam ve düzenli askeri hareketleri başka türlü izah etmek mümkün müdür?”(Kürdistan 1919- Binbaşı Noel’in Günlüğü, Avesta Yayınları)
Resmi tarihte sık sık sözü edilen ve Kürtlere karşı bir propaganda malzemesi olarak kullanılan “İngiliz desteğinin” özü budur. Binbaşı Noel gibilerinin olması Kürtler için bir şanstı. Ne yazık ki bu tür düşünceye sahip olanların sayısı azdı ve İngilizlerin Kürdistan politikası; Kürtlerin aleyhine bir zemine oturdu. Kaldı ki küresel güçlerin desteği olmadan, ulusal kurtuluşçu hareketlerin başarılı olmaları nerdeyse bir ütopyadan ibarettir. Prof. Kurubaş söz konusu zorunluluğa değinmek zorunda kalıyor, yalnız bir farkla. Resmi ideolojinin sıkça kullandığı ‘ayrılıkçı hareketler’ nitelendirmesi yaparak ve şöyle devam ediyor:
“Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur. Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.”
“Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır.
Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi.”
Prof. Kurubaş’ın Kürtlere uygun gördüğü bazı sübjektif belirlemeler var. “Büyük güçlere neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık” ve “…büyük devletleri kendisi için Mesih gibi gören Kürtler,” Bu belirlemelerine Kadı Muhammed ve M. Mustafa Barzani’de örnek gösteriyor. Söz konusu belirlemelerin ne kadar gerçeği yansıttığına bakacağız.
1945 yıllarına gelindiğinde Doğu Kürdistan’da yoğun politik hareketliliğe sahne olmaktaydı. İran güneyden İngilizler, kuzeyden Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesi politik hareketliği tetikleyen nedenlerden başında gelir. Doğu Kürdistan’ın bütün bölgelerinde faaliyet yürüten Jiyanewey Kürdistan ağırlıklı olarak orta sınıftan aydınların öncülük ettiği milli bir hareket olarak örgütlenmeye ve kitleselleşmeye başlar. 1945 yılının Eylül ayında Sovyetler Birliği Kürt liderlerinden oluşan bir heyeti Bakü’ye davet eder. Kadı Muhammed başkanlığında bir heyet davette icabet eder. Heyet, Bakü’de Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti Başbakanı Cafer Bakırof’la görüşürler.
Görüşmede Bakırof, Kürtlerin İran Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı bir özerk bölge olmasını önerir. Teklif, Kadı Muhammed tarafından kesin bir dile reddedilir. Görüşmelerin ilerleyen aşamalarında Bakırof, kurulacak Kürdistan Cumhuriyetine yardım yapacakları sözünü verir. Aynı zamanda Bakırof’un Barzani’nin Doğu Kürdistan’a geçmesine duyduğu rahatsızlığı belirtmesi, heyete soğuk duş etkisi yaratır.
Kürtlerin Sovyetler Birliği’ne yanaşmasında bir yanlışlık yoktur. Zira İkinci Dünya Savaşının konjektürel durumu dikkate alındığında Kürtlerin destek arayabilecekleri başka bir güç yoktur. Kürtleri Bolşeviklerin dillendirdiği “halklara özgürlük” söyleminden etkilenmediklerini söyleyemeyiz; ancak Sovyetler Birliği’nin vesayeti altına girdiklerini söylemek mümkün değildir. “Mahabad Kürt Cumhuriyeti 1946” kitabının yazarı Amerikalı diplomat William Eaglaton, Kadı Muhammed’in sınıfsal konumu ve Sovyet yönetimine olan yakınlığını şöyle değerlendiriyor:
“…Kadı Muhammed, Sovyet yönetiminin Kürt halkının nihai zafere ulaşmasına katkı sağlayacağına kesinlikle inanıyordu. Sovyet vesayetinin altına girdiği yolundaki iddialara gelince; Kadı Muhammed sonuna kadar katıksız bir Kürt milliyetçisi kaldı ve kimsenin komutasını kabul etmedi. Sayıları parmakla sayılacak kadar az olan bir grup dışında bütün arkadaşları da böyleydi…”(Koral Yayınları)
1946 yılı başlarında Birleşmiş Milletlere başvuran İran yönetimi, 29 Ocak 1942’de onaylanan anlaşma gereğince İran’da bulunan yabancı kuvvetlerin çekilmesini istedi. İngiltere ve ABD’nin notalarıyla Sovyetler Birliğinin birliklerini çekmesi istendi. Mart 1946 tarihinde Sovyetler Birliğinin İran’la yaptığı petrol anlaşması çerçevesinde Sovyetler Birliği birlikleri çekmeye ve Azerbaycan ve Kürdistan cumhuriyetlerine verdiği desteği kesmeye başlar. İngiltere ve ABD’nin İran yönetimini desteklemeleri ve Sovyetler Birliğinin çekilme kararı ile 11 aylık Kürdistan Cumhuriyeti ayakta duramaz. Cumhuriyet’in askeri kumandanı M. Mustafa Barzani’ni direnme önerisine karşın, Kadı Muhammed Kürtlerin katliama uğramaması için kendisini feda etmeyi uygun bulur.
M. Mustafa Barzani, beraberinkilerle Güney Kürdistan’a geçer. Irak’ın yoğun saldırıları karşısında 25.05.1947’de Bédav köyünden hareket ederek Şemdili-Yüksekova üzerinden İran sınırlarına geçerler. Tarihi yürüyüş 18.06.1947 günü Aras nehrini geçmeleriyle son bulur. Yürüyüş boyunca Irak-Türkiye ve İran devletlerinin saldırılarına hedef olur. Üç devletin ortaklaşa saldırısı karşısında, kendilerini yüzüstü bırakmalarına rağmen Sovyetler Birliği dışında gidebilecekleri yer yoktur. M. Mustafa Barzani, başlarından geçen felaketi şu sözlerle değerlendirir:
“İranlılar, Türkler ve Araplar arasında tarihi kavga ve çekişmeler vardır. Ancak ne zaman Kürtler ve Kürdistan meselesi gündeme gelse, bu devletler Kürtlerin özgürlük mücadelesini bastırma hususunda ittifak ederler.”(19.01.1948-tarihili Bakü toplantısı konuşması) Mesud Barzani- Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi
29.09.1947 tarihinde Bakü’ye götürülen M. Mustafa Barzani; ancak Kasım 1947 tarihinde Bakırof’la görüşme imkânı bulur. Barzani kendi günlüğünde bu görüşmede söylediklerini şöyle not düşmüş:
“Bakırov ile karşılaştığımda ona dedim ki: Biz mazlum bir halkız. Uğradığımız zulümlerin haddi hesabı yoktur. Ümidimiz Sovyet halklarıdır. Bizim bilime ve askeri tekniklere ihtiyacımız vardır. Bize yardım etmenizi, bizi destelemenizi ve Kürdistan Halkının sorununu gündeme getirmenizi istiyoruz. Ben bu isteği Kürt Halkı adına size iletiyorum ve sizin de Moskova’daki yüksek önderliğinize iletmenizi rica ediyorum.”A.g.e
Bırakınız yardım edilmesini Kürdistan savaşçılarının başlarına gelmedik uygulama kalmaz. Her birisi bir başka bölgeye gönderilir ve kendi aralarında iletişim kurmalarına müsaade edilmez. Bu durum Stalin’in 1953 yılında ölmesine kadar devam edecektir. Stalin’in ölümünden sonra Barzani verdiği kararla Moskova’ya gelir. Sovyetler Birliği’nde Kruşçev dönemi başlamıştır. Barzani’nin girişimleri sonuç verir ve Kruşçev’le görüşme imkânı bulur. Görüşmede; Sovyetler Birliği sınırlarına girdikten sonra yaşadıklarını Kruşçev’e aktaracaktır. Barzani, Kruşçev’e hitaben:
“Moskova’ya gelinceye kadar arkadaşlarımla birlikte yedi devletle savaştım.” Kruşçev bu devletlerin hangileri olduğunu sorduğunda; Barzani: “Amerika, İngiltere, Irak, Türkiye, İran, Azerbaycan, Özbekistan…” olarak sıralar. Bütün bu gelişmeleri alt alta koyup değerlendirdiğimizde Sovyetler Birliği’nin söylemlerinin aksine devletsel çıkarlarını esas aldığını, “sosyalizm”, “halklara özgürlük” şablonlarının kendi devletsel çıkarlarının pazarlanmasında enstrüman olarak kullandıklarını Kürtler yaşayarak öğrendiler.
M. Mustafa Barzani’nin Kürdistan’a dönüşü ve yeniden başlayan silahlı mücadele dönemi, bu dönemin ilişkilerine bakacak olursak çıkarılması gereken ciddi dersler var. Cezayir Anlaşmasıyla noktalanan sürecin sürpriz olmadığını Barzani’nin öngörülerinden çıkarmamız mümkün. Stratejik hedefleri dikkate alındığında, Kürdistan’da egemen devletlerin farklı parçalardaki Kürt hareketlerini “desteklemeleri” taktik bir hamleden ibarettir. Zira kendilerinin de Kürdistan sorunu vardır. Farklı parçalardaki Kürt hareketlerinin güçlenmesi, statü kazanmasını istemezler. M. Mustafa Barzani önderliğinde Güney Kürdistan’da silahlı mücadele başladığında kendilerini destekleyebilecekleri, sınırdaş bir güç mevcut değildir. İran’ın Irak’la eskiden beri süre gelen sorunları vardı. Irak’ta Suni Baas iktidarına karşın İran Şii mezhebinin yegâne temsilcisi durumundaydı. Mezhep çelişkisine ilaveten süre gelen toprak anlaşmasızlıkları mevcuttu. Tüm bu sorunlar Kürtler söz konusu olduğunda rahatlıkla bir tarafa bırakılabiliyordu. 06 Mart 1975 imzalanan Cezayir Anlaşmasının görüşmelerine giderken Saddam Hüseyin Mısırlı gazeteci Muhammed Hasaneyn Heykel’le şunları söyler:
“Saddam bana, Cezayir’e gelmeden önce Irak Devrim Komuta Konseyi üyeleri bana zorunlu olduğum tavizleri verme konusunda yetki verdiler. Çünkü Kürt sorununu kökünden temizlemek için İran’a bir takım tavizler vermek zorundaydık.”( Şalom Nakdimon, Irak ve Ortadoğu’da Mossad, Elips Yayınları)
Muhammed Hasaneyn Heykel, 02 Eylül 1975 tarihinde İran Şahı ile yaptığı röportajı Kuveyt Al-Watan gazetesinde yayınlanır. İran Şahı röportajında şöyle konuşur:
“…Çünkü Irak’ın düşmanca propaganda ve topraklarımıza kastetmesi yüzünden kızgındık ve Kürt isyan hareketinin bu konuda değerlendirmeye değer olduğunu kanaat ederek Kürtlere yardım etme kararı almıştık.” Hasaneyn’nin ‘Bu kararı ne kadarlık bir sürede aldınız?’ sorusuna Şah, “Bir saatte. Ancak Kürtlere yardım etme meselesinin yalnızca Irak’la sınırlı kalması lazımdı.” A.g.e
İki devletin kayıpları ne olursa olsun, Kürdistan Sorunu ile mukayese edilemezdi. Hem Saddam Hüseyin’in açıklamaları hem de İran Şah’ının düşünceleri örtüşmektedir. Kürt liderleri bu durumun farkında değiller miydi? Elbette İran’ın ‘güvenilir’ bir müttefik olmadığını biliyorlardı. M. Mustafa Barzani, İsrail heyeti ile yaptığı görüşmede İran hükümetinin tutumuna dair şunları söyler:
“İranlılar Irak’la yaşadığımız ekonomik zorluklar nedeniyle pazarlığa oturduğumuzu neden anlamıyorlar? Eğer onlar büyük çapta yardım etselerdi ve biz İran’ın desteğine güvenmiş olsaydık, Irak’la savaşa devam ederdik, İran’ın yardımları bizi ne yaşatıyor ne öldürüyor.
İranlıların hayalleri, Iraklıların ve Kürtlerin birbirini boğazlaması üzerine kurulmuştur. Irak’ın son bulmasını istedikleri bir zamanda İran’la da görüşeceğimiz gün gelecektir.” A.g.e
Güney Kürdistan hareketinin ilişkide olduğu iki kanal vardı. Bunlardan birisi İran ve bir diğeri İsrail’dir. İsrail yerinde bir tercihtir. Zira, Araplarla stratejik “düşmanlığa” sahiptir. Bu nedenle Kürt hareketine desteği kısa vadeli çıkarlar üzerine bina edilmemiştir. İsrail ilişkisinin Kürtler açısından bir başka önemi vardır. ABD’ye ve dolaysıyla Avrupa’ya açılan kapı olarak bakılmaktadır. O dönemde Kürtlerle ilişkileri sürdürenlerden David Gorion şunları söylemektedir:
“Barzani, Kürt başkaldırı hareketinin devamı ve geleceği için ABD’nin kendilerini tanımasına ihtiyacı olduğuna inanıyordu. Barzani’nin düşüncesine göre, İsrail ABD’yi bu konuda yönlendirebilecek tek devletti. Ayrıca ABD’nin Kürt isyan hareketini tanıması diğer Batı devletlerinin de dikkatini toplayacaktı. Öte yandan İran’ın kendilerine yönelik tavrının değişmesinin sağlayacak ve Kürtlerle köklü bir dayanışma içine girmeye zorlayacaktı.” A.g.e
İran’la girilen ‘zorunlu’ ve ‘güvenilmez’ ilişki Kürt hareketini sekteye uğratacak, ağır bir bedeli olacaktır. Kürtler, Cezayir Anlaşmasıyla Kürdistan bir parçasını haksız ve hukuksuz olarak elinde tutan bir güçle ‘zorunluda’ olsa alınan ‘desteğin’ vahim sonuçlarını yaşamak zorunda kalmışlardır. Bugünde ortalıkta hiçte farklı bir tablo yoktur.
Türkiye’nin emekli Genel Kurmay Başkanlarından İlker Başbuğ, Gazi Üniversitesi Tarihte Liderlik ve Liderlik Araştırmaları Topluluğunca düzenlenen \"Milli Siyaset ve Terörle Mücadele\" konferansında yaptığı konuşmada;
\"Bugüne kadar yaşananlar bunu gösteriyor, DAEŞ\'in terk ettiği yerlere Kürtler geliyor. Her yerde aynı şey yaşanıyor. Aynı şey Musul\'da da mı yaşanacak. Olabilir, büyük ihtimalle. Böyle olursa Irak\'ın kuzeyinde bağımsız Kürt devletinin kurulmasında son adım atılmış olur. Son nokta ne? Irak\'ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engelleyebilecek bir güç var mı? Var, Türkiye ve İran. Bu iki ülke Irak\'ın kuzeyinde bağımsız Kürt devletine karşı olduğu sürece ABD bu oluşuma yeşil ışık yakmaz. Onun için bu iki ülkenin bu konudaki pozisyonunu muhafaza etmeleri lazım. Şu hataya düşülmesin, \'Kurulsun bir Kürt devleti, biz de hami oluruz...\' Tarihi bir hata olur. 1923\'te TBMM\'de Mustafa Kemal Atatürk\'ün söylediklerini unutmayın. Bu yanılgı olur, büyük hata olur.\"(Vatan Gazetesi-05.05.2016)
1923’te Mustafa Kemal’in Meclis kürsüsünden söylediklerine yine Meclis kürsüsünden Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey cevap vermiş ve şöyle demişti: ‘İçine girdiğiniz yol, karanlık bir geleceğe giden yoldur. ’ ve devamında ‘Sizleri Allah’a ve tarihe havale ediyoruz’ diye eklemişti. Dün bu akli selim söylemlere kulak asmayıp bizlere Türklüğü dayatanlar, kanlı bir yüzyıla imza attılar. Bugün ise Enfal’de, Halepçe’de yüzbinlerce evladını kurban vererek, peşmerge kanıyla sınırlarını çizen bir halkın özgürlük mücadelesini boğazlamak için; Suriye’de kanlı-bıçaklı olduğunuz, milli, siyasi ve mezhebi hiçbir ortak yanınızın olmadığı İran’la ortaklaşa hareket etmeyi önermeyi, başta Kürtlerin ve de çağdaş dünyanın değerlerini benimseyen insanların vicdanına havale ediyoruz. Ne demişti Saddam Hüseyin, “Kürt sorunun kökünden temizlemek için İran’a tavizler vermemiz lazım”. İran’a verdiği tavizlerle Kürt sorunun ‘temizleyebildi mi’?
Sonuç olarak büyük güçlerle Kürtlerin çıkarlarının örtüşmemesi kalıcı değildir. Dün örtüşmeyen çıkarlar, bugünkü konjektürde örtüşebilir; ancak Kürdistan’da ki egemen devletler; Kürtlerin ulusal haklarını tanımadıkları sürece Kürtlerle çıkarları örtüşmeyecektir.
Saygılarımla
11.06.2016- Diyarbekir