İran, Amerika Dahil Müzakerelere Açıktır
İran Stratejik İşlerden Sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcısı, ve eski Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Amerikan Foreign Affairs’e yazdı:
‘’Mesud Pezeşkiyan, 30 Temmuz’da İran’ın yeni cumhurbaşkanı olarak yemin etti. Törenden yalnızca birkaç saat sonra, Filistin Ulusal Yönetimi’nin eski başbakanı ve Hamas siyasi bürosu başkanı İsmail Haniye, İsrail tarafından cumhurbaşkanlığı kompleksinin yakınındaki bir misafirhanede öldürüldü. Yemin töreni vesilesiyle orada bulunan Haniye’nin İran topraklarında öldürülmesi, törene gölge düşürdü. Bu olay, Pezeşkiyan’ın dış politikadaki hedeflerini hayata geçirirken karşılaşacağı zorlukların da bir işaretiydi.
Ancak Pezeşkiyan önümüzdeki yıllarda önüne çıkacak tüm zorlukların üstesinden gelme konusunda oldukça hazırlıklı. Dünyanın, küresel aktörlerin farklı alanlarda eş zamanlı olarak hem işbirliği yapıp hem de rekabet edeceği çok kutupluluk sonrası bir döneme geçtiğinin farkında. Pezeşkiyan, geçerliliğini yitirmiş paradigmalara dayanmak yerine, diplomatik etkileşimi ve yapıcı diyalogları ön planda tutan esnek bir dış politika benimsiyor. Pezeşkiyan’ın, İran’ın güvenliği konusunda, geleneksel savunma kapasitelerinin yanı sıra, ekonomik, sosyal ve çevresel alanlarda atılacak adımlarla halkın güvenliğini ileriye taşımayı hedefleyen kapsamlı bir yaklaşımı var.
Orta Doğu’da istikrarı ve ekonomik kalkınmayı hedefleyerek komşu Arap ülkeleriyle iş birliğini artırmayı ve İran’ın müttefikleriyle ilişkileri güçlendirmeyi amaçlayan Pezeşkiyan, aynı zamanda Batı’yla yapıcı bir diyalog geliştirmek istiyor. Pezeşkiyan hükümeti, kısa süre önce yeni bir başkan seçen Amerika Birleşik Devletleri ile gerilimleri yönetme konusunda da kararlı. Bu kapsamda, yeni bir nükleer anlaşma için eşit şartlarda müzakereler yürütmeyi ve bunun ötesinde daha geniş bir uzlaşı sağlamayı amaçlıyor.
Siyaset yerelden başlar
İçinde bulunduğumuz durum, istikrarın sağlanması adına kaçırılmaması gereken tarihi bir fırsattır. İran bu fırsatı kesinlikle kaçırmayacak. İki yüzyılı aşkın bir süre boyunca kırılgan halde olan İran, Rehber-i Muazzam Ali Hamenei’nin önderliğinde, nihayet kendisini her türlü dış saldırıya karşı savunabileceğini kanıtladı. İran, bu başarısını bir sonraki aşamaya taşımak amacıyla, bu yeni hükümet altında istikrarı, zenginliği ve güvenliği teşvik eden bölgesel bir düzenin oluşturulmasına katkı sağlamak için komşu ülkelerle ilişkilerini güçlendirmeyi hedefliyor. Bölgemiz, uzun yıllardır dış müdahaleler, savaşlar, mezhep çatışmaları, terör, uyuşturucu kaçakçılığı, su kıtlığı, mülteci krizleri ve çevresel sorunlarla mücadele ediyor. Bu zorlukların üstesinden gelmek için ekonomik entegrasyon, enerji güvenliği, seyrüsefer özgürlüğü, çevrenin koruması ve dinler arası diyaloğun geliştirilmesi için çalışacağız.
Bütün bu çabalar, Basra Körfezi’nin dış güçlere olan bağımlılığını azaltarak, ilgili tarafları, aralarındaki anlaşmazlıkları çeşitli çözüm mekanizmaları aracılığıyla ele almaya yönlendiren yeni bir bölgesel düzenin oluşmasına zemin hazırlayabilir. Bölge ülkeleri, bunu sağlamak için antlaşmalar imzalayabilir, kurumlar oluşturabilir, politikalar geliştirebilir ve yasal düzenlemeler hayata geçirebilir. İran ve komşuları, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) kurulmasına yol açan Helsinki Süreci’ni örnek alarak işe koyulabilir. Ayrıca, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1987’de 598 sayılı karar ile BM Genel Sekreteri’ne verdiği, ancak şimdiye dek uygulanmayan yetkiyi kullanabilir. İran-Irak Savaşı’nı sona erdiren bu karar, BM Genel Sekreteri’ne İran, Irak ve diğer bölge ülkeleriyle istişarede bulunarak Basra Körfezi’nde güvenlik ve istikrarı artırabilecek önlemleri araştırıp değerlendirmesini öngörüyordu. Pezeşkiyan hükümeti, bu hükmün kapsamlı bölgesel görüşmeler için hukuki bir temel teşkil edebileceğine inanıyor.
Elbette, İran ve komşularının barışçıl ve entegre bir bölgesel düzeni teşvik edebilmek için aşmaları gereken engeller var. İran’ın komşularıyla arasındaki bazı farklılıklar, tarihsel olaylara ilişkin farklı yorumlardan kaynaklanan köklü sebeplere dayanırken, bazıları ülkeler arasındaki yetersiz veya zayıf iletişim nedeniyle ortaya çıkan yanlış anlamalardan kaynaklanıyor. Diğer farklılıkların ise, İran’ın nükleer programının doğası ve amacıyla ilgili ortaya atılan iddialar gibi, dış güçler tarafından üretilen suni siyasi anlatılar tarafından şekillendiğini görüyoruz.
Ancak Körfez ülkeleri, bütün bunları bir kenara bırakıp yoluna devam etmeli. İran’ın vizyonu, gelecek nesillerin iyiliği için daha istikrarlı ve müreffeh bir bölge isteyen Arap ülkelerinin çıkarlarıyla örtüşüyor. Bundan ötürü İran ve Arap dünyası farklılıklarını aşmak zorundadır. İran’ın Filistin direnişine verdiği destek, böyle bir iş birliğinin başlamasına kapı aralayabilir. Ne de olsa Arap dünyası, Filistin halkının haklarının geri kazanılması konusunda İran’la aynı safta yer alıyor.
Temiz bir sayfa
20 yılı aşkın süredir uygulanan ekonomik kısıtlamaların ardından, Amerika Birleşik Devletleri ve Batılı müttefikleri, İran’ın baskılara boyun eğmediğini artık kabul etmelidir. Artan baskı ve yaptırımlar her seferinde beklenenin tersi sonuçlar doğurmuştur. Washington’ın maksimum baskı kampanyasının zirveye ulaştığı dönemde, İsrail’in İran’ın önde gelen nükleer fizikçilerinden Muhsin Fahrizade’yi öldürmesinin üzerinden sadece birkaç gün sonra, İran parlamentosu, hükümeti nükleer programı hızla ilerletme ve uluslararası denetimi azaltma çağrısında bulunan bir yasa çıkardı. 2018 yılında ABD Başkanı Donald Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilmesinden bu yana İran’ın nükleer tesislerindeki santrifüj cihazlarının sayısı kayda değer şekilde artarken, uranyum zenginleştirme oranları %3,5’ten %60’ın üzerine çıktı. Batı, işbirliğini esas alan yaklaşımını terk etmeseydi, bunların yaşanmayacağını düşünmek zor değil. Bu bağlamda, Ocak ayında yeniden başkanlık koltuğuna oturacak olan Trump ve Washington’ın Avrupa’daki müttefikleri, İran’ın nükleer programındaki ilerlemenin sorumluluğunu kendilerine yüklemelidir.
Batı, İran’a karşı baskıyı artırmak yerine karşılıklı fayda sağlayan çözümleri benimsemelidir. Nükleer anlaşma bu yaklaşıma eşsiz bir örnek teşkil ediyor. Dolayısıyla Batı, bunu yeniden hayata geçirmeye odaklanmalıdır. Bunu gerçekleştirmenin yolu, Batı’nın, İran’ın bir nükleer anlaşmadan ekonomik anlamda fayda elde etmesini sağlamak adına—ve vaat edildiği üzere—politik, yasal ve karşılıklı fayda sağlayan finansal önlemler gibi somut ve pratik adımlar atmasından geçiyor. Trump’ın bu tür adımlar atmaya karar vermesi durumunda İran, hem Tahran’ın hem de Washington’un yararına olacak bir diyalog kurmaya hazırdır.
Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, Batılı karar alıcılar, İran ile Arap ülkelerini birbirine karşı kışkırtmayı amaçlayan (Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki ilişkileri normalleştirmeyi hedefleyen) sözde İbrahim Anlaşmaları gibi girişimlere destek vermenin geçmişte etkisiz olduğunu ve gelecekte de başarılı olmayacağını kabul etmelidir. Batı, İran’ın büyük çabalarla kazanılmış güvenini avantaja çeviren, İran’ı bölgesel istikrarın ayrılmaz bir parçası olarak kabul eden ve ortak zorluklara birlikte çözüm arayan daha yapıcı bir yaklaşım benimsemelidir. Bu tür ortak sorunlar, Tahran ve Washington’ı, gerginliğin daha da tırmanması yerine çatışmayı kontrol altına almaya odaklanmaya teşvik edebilir. Bölgedeki huzursuzluğun temel sebeplerini ele almak, İran ve Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere tüm ülkelerin menfaatinedir.
Bu durum, söz konusu bütün ülkelerin İsrail’in işgalini durdurma konusunda da menfaat sahibi olduğu anlamına geliyor. İsrail, çatışmanın ve öfkenin ancak ve ancak işgal sona erdiğinde son bulacağını anlamak zorundadır. Bugün İsrail, Filistinliler üzerinde kalıcı bir zafer kazanabileceğini düşünebilir. Ancak bu asla mümkün değil; çünkü kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir halkı kimse yenemez. Hizbullah ve Hamas gibi örgütler, işgale karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış, temeli halka dayanan özgürlük hareketleridir. Onlar doğuran koşullar devam ettiği sürece, yani Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkı sağlanana kadar da etkili birer aktör olmaya devam edeceklerdir. Bu süreçte Lübnan ve Gazze’de derhal ateşkese varılması gibi geçici çözümler söz konusu olabilir.
İran, hem Gazze’deki insani felaketi sonlandırma çabalarına katkı sunabilir, hem de çatışmayı kalıcı ve adil bir çözüme kavuşturmak için uluslararası toplumla ortak hareket edebilir. Bu bağlamda İran, Filistinlilerin kabul edeceği her türlü çözümü destekleyecektir. Öte yandan hükümetimiz, bu yüzyıllık sorunu çözmenin en iyi yolunun, Şeria Nehri ile Akdeniz arasında yaşayan herkesin—Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve 20. yüzyılda sürgün edilen Filistinliler ve onların torunlarının—gelecekte nasıl bir yönetim sistemi istediklerini belirleyebilecekleri bir referandum yapılması olduğuna inanıyor. Uluslararası hukuka da uygun olan bu yaklaşım, apartheid rejimin yerine demokratik bir devletin kurulduğu Güney Afrika örneğini temel alıyor.
İran’la yapıcı bir şekilde ilişki kurmak ve çok taraflı diplomasiyi benimsemek, Basra Körfezi’nde ve istikrarın sağlanmasına ve küresel güvenliği tesisi için bir çerçeve oluşturmaya kapı aralayacaktır. Böylelikle hem bölgedeki gerilimler azaltılabilir, hem de uzun vadeli bir kalkınma ve refah teşvik edilebilir. Bu türden bir değişim, kökleşmiş çatışmaların üstesinden gelmek için de büyük önem taşımaktadır. Bugün İran, kendini savunma noktasında özgüvenli hissettiği kadar kalıcı bir barışı tesis etme ve daha iyi bir gelecek inşa etme konusunda da kararlıdır. Kuşkusuz ki İran, karşılıklı saygı ve eşitlik temelinde bir ortaklık kurulduğu sürece yetkin ve iradeli bir ortak olacaktır. Önümüzdeki bu yeni başlangıç fırsatını kaçırmamak umuduyla… ‘’ (Kaynak- Çeviri)