O, uzun yaşamım boyunca Kürt asaletini yaşadığım, tanıdığım, dost olma şansına sahip olduğum ender insanlardan biriydi!
Yıl 1968 idi. Siverek’te rahmetli ağabeyimle yeni açılmış hiç mezun vermemiş Siverek Lisesinde öğrenciydik. O, 3. Sınıfta, ben ise 1. sınıftaydım.
Siverek’in toplumsal anatomisini tanıyabilmek biz Silvan-Batman’dan gelenler için hiç de kolay değildi. Hem dikkatli hem de tedbirli ve saygılıydık! O, gizemli Siverek’te bir sır gibi birkaç isim dolaşırdı; rahmetli Faik Bucak ve Necati Siyahhan bunlar arasındaydı. Kısa sürede rahmetli Faik Bucak’ın “GAZIN JI XWEDÊ” şiirini bulmuş, onu büyük bir kartonun üzerine el yazısıyla yazıp odamızın duvarına asmıştık. Ve Faik Amca’yla ilgili ulaşılabilir her bilgiye ulaşmanın telaşındaydık.
Diğer gizemli kişi Faik Amca gibi katledilmemişti. Siverek’teydi, üstelik şairdi, hâlâ yazıyordu! Necati Abi’nin “Nataşa” şiirini ağabeyim o güzel sesiyle okur, ben Siverek’teki odamızda, sobanın yanında onu hayranlıkla dinlerdim. Ağabeyim tam bir felsefe aşığıydı; ona bu felsefe aşkını aşılayan ve çok renkli bahçesinin yolunu yine Siverekli kişiliğinden asalet fışkıran hocası açmıştı.
Nataşa’yı her okurken, bir bölümünde durur, bana felsefi boyutunu anlatmaya çalışan bir ağabeydi o.
Necati Abi Siverek’in sokaklarında rastlanılan birisi değildi. Siverek’teydi ama ona ulaşmak imkansızdı! Sadece şiirlerinin diliyle onunla iletişimdeydik. Siverek mitingine geldiği söyleniliyordu ama o gün orada o kadar çok kişi vardı ki ve hepimiz için o kadar coşkuluydu ki...
Nihayet Necati Abi’yi 1969’da tanıyabildim. Fiziki yapısı tahminlerimi aşıyordu. Bir kere çok açık tenliydi. Neredeyse sarışın saçlı, olabildiğine yakışıklı bir Orta Avrupalıydı sanki! Fiziki yapısıyla tamamen uyumlu zarafeti, kibarlığı, sükuneti, nazikane mesafesi, karşısında kim olursa olsun gösterdiği kibarlığı, kibarlığının içinde itinayla yaşattığı yiğitliği... varlığından asalet fışkıran bir kişilikti Necati Abi.
Siverek’teki bazı diğer aşiret mensuplarında görülen kabalıktan iz- gölge bile yoktu Necati Abi’de. Bu kadar farklı yapıları barındırandı Siverek.
O bizim için büyülü, sır olan 49’lardan birisiydi. Ama bu arada onu tanıma şansına sahip olduğum diğer bazı 49’lulardaki kibir de yoktu Necati Abi’de. Sanki "ben bana düşeni yaptım" der gibiydi.
Necati Abi 49’lar olayında hukuk fakültesinde öğrencisiydi, hapsedildi. Tüm öğrencilik hakları elinden alınıp okuldan ihraç edildi.
1960 darbesinden sonra da arananlar listesine alındı.
1969’da onu tanıdığımda elinden alınan haklarının mücadelesini veriyordu, boş durmaması için babası ona Siverek meydanındaki karakolun yanındaki köşede bir kumaş dükkânı açmıştı. O dükkân artık sık sık uğradığım bir mekân olmuştu. Küçük, temiz, betondan tek katlı, büyük cam cepheli bir dükkân... Ama Necati Abi, dükkân ve de kumaş satıcılığı! Necati Abi’nin tezgâha geçerken de o insan olarak yıkılışını, ender gelen bir müşteri kapıyı açtığında, elinin ayağının nasıl birbirine dolaştığını, nasıl ezildiğini hissetmemek mümkün müydü? Kumaş dükkanında çalışmak ona çok uzak bir meslekti ama sırf o, bir şey yapıyor olmak için katlanmaya mahkûm edilmişti.
Necati Abi, yardım ve desteğiyle Siverek’in Gümrük Hanı’nda kiraladığımız 2 odayı kütüphane-okuma-seminer merkezi yapmıştık. O dönemin bütün idealist-yurtsever gençlerinin uğrak yeri olmuştu. Bunlar arasında Mehmet Uzun, Mahmut Çıkman, Bilal Pişirici ve daha kimler yoktu ki... O neslin üstünde Necati Abi’nin o asil -kibar-mesafeli etkisi tabii ki vardı. Bizden önce de Necmettin Büyükkaya’dan Mustafa Özer ve Ferit Uzun’a kadar açılan geniş yelpazedeki gençliği etkileyen Necati Siyahhan’dı!
Yine o dönemde yani 1970 yılının başlarında Necati Abi, Siverek Kültür gazetesini çıkarmaya karar verdiğinde ben onun gönüllü yardımcısı olmuştum. Siverek’te matbaa olmadığı için Diyarbakır’a gidiyorduk. Gazeteyi basan matbaa Niyazi Usta’nın - Mehdi Zana’nın Ar Pasajı’ndaki dükkânının yakınında olduğundan matbaadaki işlerimiz bitirince ya da matbaaya gitmeden önce mutlaka gider Niyazi Abi’ye uğrar, çayımızı içer, sohbetten sonra Siverek’e dönerdik. 1970 yılında yeni mezun olan Kemal Parlak’ın gönüllü olarak Siverek Sağlık Merkezi’nde doktor olarak gelmesi biz gençlere daha da farklı bir güç kazandırmıştı.
O dönemde Necati Abi’yi çok sonra TKP yönetiminde görev alan Erganili Şeref Yıldız’ın üvey kardeşi ziyaret ederdi, meslek okulunda öğretmendi.
Necati Abi o kadar asil, kibar bir kişilikti ki tüm "ilerici" Türkiye gençliğinin ağzından düşürmediği şiirleri ben yazdım dediğini bile duymadım. Sadece bir gün çok ısrarımız üzerine liseye giden yolun üstündeki parkta bizi kırmayıp Nataşa’yı* nihayet okudu.
1970, eylül sonunda vedalaşmak için dükkânına gittiğimde, kucaklaşmış ve hüzünle ayrılmıştık.
On yıllarca haberini sadece uzaklardan alıyordum, nihayet hukuk fakültesine dönüp okulunu bitirmesi için izin aldığını, hukuk fakültesini bitirip, avukatlık yapmaya başladığını... ama kesin adresine ulaşamamıştım.
***
Ben 2,5 yıl Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’ta özel bir hücredeyken, Alman Büyükelçiliğinin hücreme kadar getirip bana vatandaşlık vermesinden sonra ancak serbest bırakılmıştım. Hücrede kaldığım 2,5 yıl da iddianame bile yazılmamıştı. Serbest bırakıldıktan sonra Almanya’ya dostlarımın yanına, oradan da istemeyerek de olsa kaderimle hüzünlere-kaygıya boğduğum ailemin acılarını biraz olsun dindirmek için Türkiye’ye 1997’de Ankara’ya döndüm. Döner dönmez alman vatandaşı olmama rağmen hakkımda tahdit konuldu. 45 yaşımı aşmış olmama rağmen "askere" zorla alınarak Burdur’a götürüldüm. Götürüldüğüm kışlada akıbetimi artık biliyordum. Mucizevi bir şekilde aniden Çiller hükûmetten düşürülünce, o kışladan hemen serbest bırakılınca tekrar Ankara’ya döndüm ve ikinci günü Ankara Emniyeti gelip beni evden aldı. Bu kez de haftalar süren emniyetteki ifadeler... Hem de ortada bir suç olmamasına rağmen! Aylar sonra insanüstü bir mücadeleden sonra dostların da yardımıyla, Alman Büyükelçiliğinin araya girmesiyle ancak Türkiye’yi terk edebildim. 1994 yılının eylül ayında benim Prag’ta tutulup özel bir hücreye 2,5 yıl sorgusuz sualsiz alıkoyulmama sebep olan kişi Çek Parlamentosunda açılan gensoru üzerine Çek polisinin ajanı olduğu kanıtlanan Göksel Otan’dı. Daha sonra asıl isminin Gürkan Gönen olduğu iddia edildi. Ama ben Ankara’dayken çok gizli bir belge elime geçmişti. Bu belgeye göre Göksel Otan’ın asıl İsmi Gürkan Gönen de değildi, Mustafa Özer’di ve Papa suikastı kapsamında Türkiye’de aranırken TKP’nin yardımıyla önce Doğu Almanya’ya, akabinde de Çekoslovakya’ya gönderilmiş, başlangıçta komünist istihbarata, komünizm yıkıldıktan sonra da akabinde de mafyalaşan polis teşkilatı için çalışmıştı. Ben bu belgeyi Avrupa basınında yayınladım. Şirketimin Genel Müdürlük binasında 8.9.1994’de beni öldürmek için gelenin kimliğini öğrenmiştim. Ve nihayetinde Papa suikastının aydınlatılmasında yardımcı olabilecek bir belgeydi de bu aynı zamanda. Annemin rahatsızlığı sonucunda mecburen Türkiye’ye döndüğümde tekrar gözaltına alındım. Ev aramaları ve hemen hakkımda resmî evrakta tahribattan dava açıldı. Cezam: Ağır suç ve Ankara 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaya başlanıldı. Yani şu ünlü Bahçelievler katliamına bakan hâkim-mahkeme. Bizim iddiamız: “Madem evrakta tahribat var diyorsunuz o zaman devlet orijinalini sunsun ki neyi tahrip ettiğimi kanıtlansın!” 1,5 yıl süren mahkeme süresinde devlet tabii ki evrakın orijinalini sunmadı çünkü bendeki asıl orijinalin kopyasıydı ve tahribat yoktu. Ve dava düştü! Orijinalini mahkemeye sunmuş olsalardı İnterpol ve İtalyan adli kurumları nezdinde rezil olacaklardı. Yani T.C.’nin Papa cinayetindeki bilgilerini İnterpol ve İtalyan adli makamlarıyla paylaşmadığı kanıtlanacaktı. Bir mahkeme sonucu, mahkeme salonundan çıkıp asansöre yöneldiğimde, son anda asansöre birisi daha bindi. Beni takip mi ediyor kuşkuyla baktığımda, 5-10 dakika önce mahkeme salonunda yaşadıklarımı unuttum birden: Karşımda duran Necati Abi’ydi! Yine kibar, yine nazik, her zamanki gibi medeni, onurlu, asilzade Necati Abi duruyordu. İtinayla her zaman olduğu gibi başka yerlere bakıyordu. Ben Necati Abi deyince dönerek bana baktı, ama tanıyamadı. Tanıması da beklenilemezdi. Ayrıldığımızda daha doğru dürüst sakalım bile yoktu... Kendimi tanıttım. Heyecanla: “Siverek.” dedim. “Siverek Kültür gazetesi, Gümrük Hanı ve daha neler...” dedim beni hatırlaması için. Hemen hatırladı. Boynuma sarılıp iki yanağımdan öptü. Asansörden indiğimde o birkaç dakikalık anın verdiği mutlulukla kuş gibi hafiflemiş, yaşadığım tüm streslerden kurtulmuştum. On yıllar sonra buluştuğumuz yer yine Kürdün kaderindeki Ağır Ceza Mahkemesi olmuştu!
Kartını hemen çıkarıp bana verdi. Israrla kendisini aramamı istedi benden.
Aramadım, arayamazdım, çünkü 24 saat izleniyordum, arayıp onu da zor duruma sokmaya hakkım yoktu ama onu görmeyi o kadar çok istiyordum ki. O kadar yıl sonra ona o kadar yakın olmama rağmen onu yeniden görmeme ve beraber olmamanın sızılarıyla kavruluyordum!
Akabindeki Ankara günlerimde bu acıyı taşıdım hep.
O 49 olayında verdiği azimli direnişini ve akabindeki yıllarda Kürt gençliğini aydınlatmak için verdiği mütevazi ama devamlı emeğini hiçbir zaman siyasi sermaye etmeyen, siyasi sermayeye çevirmek eğilimi dünyasında olmayandı!
***
Necati Abi Kürt asaletinin yaşayan simgesiydi. Sanki Tevrat’ta Yaradanın Harran’da yarattığı cennetteki Âdem ile Hava’nın asil evladıydı. Binlerce yıl sıkı elekten geçirilmiş asaletti ondaki.
Varlığında taşıdığı asalet ile insanı insan yapan tüm değerlerin yok olduğu Türkiye’de artık yaşamasının mümkün olmadığını hissettiğinde, edebi huzura kavuşmak için "sessiz sedasız” göç etti bu dünyadan Necati Abi.
***
*NATAŞA
1.
Nasıl ki
Bir ana ceylan
Vurulmuş yavrusuna
İçten yanıyorsa
Ve nasıl ki
Teksaslı bir kız
Almanya'da öleni
İstanbul'da arıyorsa
İşte öylesine...
Beyaz yeleli
Bir atın sırtında
Gece demeden
Gündüz demeden
Durmadan dinlenmeden
Koşarak
Azgın denizlerdeki
Kudurmuş dalgalar gibi
Coşarak
Kokladığın her çiçeği
Yaprak yaprak
Bastığın her adım toprağı
Parmak parmak
Dolaşarak
Bir gün ben de seni aramaya çıkacağım Nataşa!
Seni kaybettiğim dünyada
Bulmak istemiyorum
Geçtiğim yollardaki bütün aynaları
Ters kapattım
O her köşe başında
Tüm insanlardan sakladığım
Hatıralardan
Birer yıldız yaptım
Ve onları
Bilmediğim bir dünyanın
Göklerine astım
Tut ki
Yirmi altıncı asırda
Merih'te
Yahut
Otuz sekizinci asırda
Uranüs’te
Yahut
Zaman adlı çizginin
Bir x noktasında
O her köşe başından
Çekip çıkardığım
Ellerimle göklerine
Pençe pençe
Yıldızlara astığım
Dünyadayız.
Orada
Ne meyhane tezgahlarında
Mumlar gibi yanıp tutuşunların
Gönül yarası
Ne yalın ayak başı kabak
Sokakta dilenenlerin
Ekmek davası
Ve ne de
Kana susamış insanların
Ölüm kavgası...
Her köşe başında bir çeşme
Her çeşmeden
Oluk oluk akan sular
Ve suların başında
Hep bir ağızdan
İpek bir yumak sarar gibi
Türkü söyleyen kızlar...
Ne Neron
Ne Sezar
Ne Hitler
Ne Mussolini
Ne Hiroşima
Na-ta-şa......
Dokuz gezegenin
Onuncusu
Kardeş kavgasının
En sonuncusu
Öylesine bir dünya ki bu
Ne İsa'nın oniki havarisi
Ne Muhammed'in dört halifesi
Çözemedi
Çözemedi
Bunun ne demek
Olduğunu.
2.
Tüm ışıkları söndürdüler
Birer birer
Tüm çeşmelere
Kilit vurdular
Güneşi hapsettiler
Ve seni
Yıldızların karanlığında
Yaşamaya
Tutsak ettiler.
Sen ki
Burjuva züppeleri nezdinde
Salonları süsleyen
Bir gül
Ve proleter sınıfından
Bir emekçisin
İstesen
Senin için
Sönen mumlar birer birer
Yanabilir
Kilit vurulmuş çeşmeler
Gürül gürül
Akabilir
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Şiirler okunur
Ve Adalar'da
Türküler yakılır
Altın saçlarına
Ben
Jandarma dipçiklerinin
Meydanlarında şaha kalktığı
Sokakları
Barut ve ölüm kokularının
Sardığı
Bir sonbahar akşamında
Üç kurşun sesiyle doğdum.
Senin için
Doktor-hastabakıcı
Ebe-hemşire
Yahut suyla ekmek
Ne ise
Benim için
Sehpa ve ölüm
Barut ve ateş
Yahut kavga
O'dur
Ve kavgasız geçen günlerimin neşesi yoktur.
Yasamızda
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Türkü yakmak yok
Biz çoktan erittik
Yüreklerimizin çelik potasında
Sütün bacaklı kızların
Gözbebeklerini
Yasamızda
Kilit vurulmuş
Yasak kapıları
Kırmak yok
Açmak var
Suları
Gürül gürül
Akıtmak var
Ve tüm insanları
İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda
Kan
Barut
Ateş
Ölüm
Yok
Olmayacak
Özgürlük ve kardeşlik var.
Ve düşün ki
Seni
Yıldızların karanlığında
Yaşamaya tutsak ettiler
Ve sen
Siyahın ne kadar siyah
Beyazın ne kadar beyaz
Olduğunu
Görmeden öleceksin
Oysaki ben
Güneş aydınlığını gördüm
Güneşin hapsedildiği yeri biliyorum.
Hazır ol
Ordu ordu
Bölük bölük
Teker teker
Geliyorum.
Bu
Ne benim sana
Tepeden inme bir emrim
Ve ne de
Ayaklarına kapanıp ağladığım
Bir yalvarışımdır
Bu
Eğilmez başların
Bükülmez bileklerin
Yani tarihin
Durdurulmaz emridir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.