Cengiz Çandar- Suriye ve ''süreç'': Suriye’de ne oluyor, ne olamaz, ne olmalı…

''Türkiye’de, başta iktidar yanlısı çevreler ve bizzat iktidar sahipleri, her vesileyle, Suriyeli Kürtleri ve son olarak Dürzileri İsrail’in piyonu olarak nitelemekte beis görmüyorlar. Şam yönetiminin ortaya koyduğu resim, tam da bu açıdan ibret verici. Türkiye’de başka hiçbir konuda Suriye’de olan-bitenler kadar gerçekler ters yüz edilmiyor. Unutmayalım ki, Suriye’de dikiş tutmazsa Türkiye’deki “sürecin” yaşaması da mucizelere kalır''

28 Temmuz 2025 - 10:00
28 Temmuz 2025 - 10:00
 0
Cengiz Çandar- Suriye ve ''süreç'': Suriye’de ne oluyor, ne olamaz, ne olmalı…

Demokratik Suriye  Güçleri (DSG) Genel Komutanı Mazlum Abdi, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot ile Paris’te bir araya geldi. Fransa Dışişleri, görüşmenin ardından yaptığı açıklamada, DSG ile Suriye Geçici Hükümeti arasında Paris'te müzakerelerin süreceğini ve 10 Mart Mutabakatı'nın uygulanmasının ele alındığını duyurdu.

Abdi’nin bu ziyareti, ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile Amman’da yaptığı görüşmeden hemen sonra geldi. Ankara ise bu temasların tamamen dışında kaldı.

Gazeteci Cengiz Çandar, gelişmeleri değerlendirdiği yazısında, Türkiye’nin DSG’ye yönelik dışlayıcı politikasının hem Suriye’deki etkinliğini azaltacağını hem de Türkiye’deki “çözüm süreci”nin selametini tehlikeye atacağını vurguladı. Çandar, 1991’de Özal’ın Talabani ve Barzani ile yürüttüğü diyaloğu hatırlatarak, Türkiye’nin bugün benzer bir diplomatik cesaretten uzak olduğunu belirtti.

Çandar ayrıca, Ankara’nın HTŞ lideri Ahmed el-Şara’ya kayıtsız şartsız destek vermesini eleştirerek, Suriye'de yaşanan Alevi ve Dürzi katliamlarının, ülkeyi yeniden iç savaşın eşiğine getirdiğine dikkat

Çandar’ın T24’te yayınlanan yazısı şöyle:

‘’Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Genel Komutanı, Suriye Kürtlerinin bir numaralı şahsiyeti Mazlum Abdi, Paris’te Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Nöel Barrot ile görüştü. Fotoğraflı haber, uluslararası medyaya düştü ve Fransa Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada şöyle denildi:

“Suriye Dışişleri Bakanı ve ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi ile yapılan görüşmelerin ardından bugün Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, DSG Genel Komutanı General Mazlum Abdi ile çeşitli konuları ele aldı.

10 Mart anlaşmasının uygulanması amacıyla yakın gelecekte Paris’te Suriye Geçici Hükümeti ile Demokratik Suriye Güçleri arasında müzakerelerin yürütüleceği teyit edildi.”

Mazlum Abdi, SDG ile HTŞ; yani Ahmed el-Şara’nın Şam yönetimi arasında ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi (aynı zamanda Ankara Büyükelçisi) Tom Barrack’ın da katılımıyla Paris’te yapılacak görüşmelerin iptal edilmesine ya da ertelenmesine rağmen, Paris’e gitti ve Fransa Dışişleri Bakanı ile görüştü. Bir gün önce ise Amman’da Tom Barrack ile görüşmüştü ve Barrack, bu görüşmenin ardından, Suriye’de nasıl bir rejim kurulacağına Suriyelilerin karar vereceğini söyleyerek, adeta AK Parti grup toplantısında konuşur gibi sarf ettiği, daha önceki “Suriye’de tek bayrak, tek millet, tek devlet” sözlerinden belirgin biçimde geri basmıştı.

Şam ve Suriyeli Kürtler arasında taban tabana zıt pozisyonların uzlaştırılması girişimlerinin, her şeye rağmen ABD ve Fransa gözetiminde devam edeceği anlaşılıyor.

Ama Suriye’de işlerin bundan sonra çok zor yürüyeceğini de hesaplamak gerekiyor. Ankara, Ahmet el-Şara’ya kayıtsız şartsız destek sunarken, Mazlum Abdi’ye, yani SDG’ye ve Kürtlere hasmane bir tutum takınmaya devam ederse, hem Suriye’de kendini giderek etkisizleştirecek, hem ABD ve Fransa’nın gerisine düşecek ve hem de Türkiye’deki “sürecin” selametini tehlikeye sokacak.

***

Mazlum Abdi’nin Paris’te Fransa Dışişleri Bakanı Jean- Noël Barrot ile görüşmesi beni 1991 yılına geri götürdü.

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın mesajını iletmek üzere 18 Şubat 1991 günü Londra’da Celal Talabani ile buluşmuştum. Görüşmede, o sırada İran Kürdistanı’nda dağda bulunan Mesut Barzani’yi temsilen Muhsin Dizayi ile bugünün Irak Cumhurbaşkanı Abdüllatif Reşid de yer almıştı. O görüşmenin sonucu olarak, Talabani ile Muhsin Dizayi 9-10 Mart tarihleri arasında gizlice Ankara’ya gelmişler ve Özal’ın talimatıyla Dışişleri yetkilileriyle görüşmüşlerdi. Söz konusu gelişme, belki de Cumhuriyet tarihinin en büyük tabusunun kırılmasını ifade ediyordu. Nitekim, Haziran 1991’de Talabani, bir süre sonra Mesut Barzani Ankara’ya gelmişler ve Özal tarafından kabul edilmişlerdi. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türkiye Cumhurbaşkanı ile silahlı güçleri olan Kürt hareketinin liderleri Türkiye başkentinde bir araya gelmişlerdi.

11 Mart 1991 günü Turgut Özal, çok kalabalık bir heyetle Moskova’ya uçuyordu. Hem Gorbaçov hem de Yeltsin ile görüşecekti. O günkü Hürriyet’te Ertuğrul Özkök’ün, Talabani’nin Türkiye’ye gelme ihtimalinden söz eden bir yazısı yayımlanmıştı. Uçağın önüne doğru Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü rahmetli Kaya Toperi ile Ertuğrul’un haberinin kaynağını ve Talabani’nin ziyaretini konuşmak için ilerledim. Özal, karşı koridordan, uçağın arkasına gazetecilerle konuşmak için ilerliyordu. Devamını, 12 Mart 1991 tarihli Cumhuriyet’te Hasan Cemal’in yazısının şu satırlarından okuyalım:

“… Cumhurbaşkanı Özal koridorun bir ucunda gözüktü… Gazetecilerin, iş adamlarının sorularını yanıtlamaya koyuldu.

Bizim yanımıza gelince, kendisine şu soruyu yönelttim:

“Celal Talabani’yi Ankara’ya davet etmişsiniz, doğru mu?”

Bir an şöyle bir baktı gözlerini dikerek. İlk tepkisi şu oldu:

“Ne o yani, görüşmeyelim mi?”

“Onu demek istemedim, sadece doğru olup olmadığını soruyorum.”

Devamını da ben getireyim; Turgut Özal bu soruya şu muzipçe karşılığı verdi.

“Geldi gitti bile, haber atladınız, ne biçim gazetecisiniz.”

Benim bu diyalogdan yerime dönünce haberim oldu. Moskova’ya vardığımızda koca gazeteci topluluğu için Özal-Gorbaçov görüşmesinin önemi kalmamıştı. Herkes haldır haldır bomba haberi yazdırmak derdindeydi. Kremlin’de Gorbaçov ile poz verirken, kameraman ve ajans muhabirlerinden başka kimseyi göremeyince Özal’ın yüzüne bir şaşkınlık ifadesi yayıldı. Uçaktaki diyalogdan haberi olmayan Kaya Toperi de, “Nerede bunlar” diye Kremlin’e gelmemiş olan gazetecileri soruşturuyordu.

Aynı günün akşamı, Büyükelçilik’teki resepsiyonda Özal’ın yanına yaklaştım, “Niçin açıkladınız Talabani’nin geldiğini?” diye sordum. “Niçin söylemeyecekmişim! Hem İngilizlerin, Fransızların bu adamlarla, Kürtlerle konuşması normal oluyor da biz niye görüşmeyeceğiz onlarla. Alışsınlar. Herkes alışsın” diye cevapladı.

Aradan 34 yıl geçtikten sonra, 1991’de İngilizlerin, Fransızların görüştüğü Irak Kürtleriyle görüşülmesine yönelik alerjinin, 2025’te Amerikalıların, Fransızların Suriyeli Kürtlerle görüşülmesine ilişkin var olması, anlaşılır gibi değil.

Üstelik, PYD Eş Başkanı Salih Müslim ve diğer PYD ileri gelenleri 2013 yılında ve sonrasında birden fazla kez Türkiye’ye geldi. Mazlum Abdi’nin Türkiye ile ilişki kurmak için çeşitli yollar aradığını, yurt dışında katıldığım uluslararası konferanslardan birebir biliyorum.

2023 yılında ve ayrıca 2024’te Dışişleri bütçesi görüşmeleri sırasında hep aynı soruyu dile getirdim: Ne oldu da PYD ve YPG ile ilişkiler hasmane bir niteliğe büründü? Ne Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’dan ne de bakanlık yetkililerinden bugüne dek bu konuda bir cevap aldım.

Son bir yıl içinde devletin en üst düzeydeki yetkili şahsiyetleri Abdullah Öcalan ile görüşüyor. PKK kendisini feshetti ve silahlarını Türkiye’ye doğrultmayacağını anlamlı bir sembolik törenle yaktı. Birçok mensubu Mazlum Abdi’nin SDG’si ile aynı duygu boyutunda bulunan, benzer ideolojik eğilimler taşıyan DEM partililer ile “süreç” işbirliği yapılıyor.

Bütün bunlar olurken, Mazlum Abdi ve SDG’ye karşı Ankara’nın takındığı hasmane ve olumsuz tutumu anlamanın da açıklamanın da imkânı yok.

***

Ankara, Suriye’ye ilişkin en büyük hatayı, ABD ve İngiltere’nin (ve dolaylı yoldan İsrail’in) peşine takılarak, Şam’daki Ahmed el-Şara ve HTŞ yönetimini kayıtsız şartsız desteklemekle yaptı. Şam’daki rejim daha yerli yerine tam olarak oturmadan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, anlaşılmaz ve gereksiz biçimde Suriye’nin geleceğini “Suriye Arap Cumhuriyeti” olarak tanımladı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 8 Aralık 2024’te Başşar el-Esad’ın Arap milliyetçisi Baas diktatörlüğünün Şam’ı tek kurşun atmadan HTŞ milislerine bırakmasını “8 Aralık Devrimi” olarak niteledi.

Oysa, birçok belge ve bilgi, Ahmed el-Şara‘nın ve HTŞ’nin 2019’dan beri yönettikleri İdlib vilayetinden çıkarak, önce Halep’e ilerlemesinin, ardından güneye inerek Hama ve Homs’u ele geçirdikten sonra 8 Aralık 2024’te Şam’a girmesinin bir Anglo-Amerikan projesi olduğunu ortaya koyuyor.

Ahmed el-Şara (Abu Muhammed el-Colani) ve liderliğini yaptığı, bir dönem el-Kaide’nin Suriye kolu olan en-Nusra’dan türeyen Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) ile ABD ve İngiltere’nin ilişkisi İdlib döneminde kurulmuştu.

ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford bu konuda önemli açıklamalar yaptı. Ahmed el-Şara ile  Kuzey İrlanda çözümünün mimarı olan Jonathan Powell aracılığıyla ilişkiye geçtiğini bildirdi.  Powell’ın başında bulunduğu Inter Mediate (Arabulucu) adlı kuruluş ilişkiyi sağlamıştı.

Robert Ford, Ahmed el-Şara ile 2023 Mart’ı ve Eylül’ünde İdlib’de ve 2024 Ocak ayında Şam’da üç kez bir araya gelmişti.

HTŞ’nin Şam’a yürüyüşü Anglo-Amerikan desteğiyle, Rusya-İran desteğindeki rejimin yıkılışıyla sonuçlandı. Ankara ilk planda, tereddütteydi. Rusya ve İran ile birlikte Astana Üçlüsü’nü oluşturmaktaydı ve Rusya aracılığıyla Erdoğan-Başşar el-Esad görüşmesini gerçekleştirip, Suriye Kürtlerini kıskaca almanın hesabını yapmaktaydı.

Başşar rejiminin aniden yıkılması ve Astana Üçlüsü’nün berhava olmasıyla birlikte, Ankara hızla yeni duruma adapte oldu ve birdenbire Şam’a yerleşen Ahmed el-Şara ve HTŞ iktidarının bir tür sponsoru görüntüsünü verdi.

Buradaki büyük yanlışlık, yukarıda da belirttiğimiz gibi yeni Şam rejimine desteğin kayıtsız şartsız olmasındaydı. Suriye, 2011’den başlayarak 14 yıla yakın acımasız bir iç savaş ile darmadağın bir ülke haline gelmişti. Yüzbinlerce insan ölmüş, daha fazlası yaralanmış, nüfusunun üçte biri ülkesini terk etmiş, bir o kadarı da ülke içinde göçmen durumuna düşmüştü. Başşar yıkıldığı sırada ülkenin yüzde 40’ına hükmedemez durumdaydı.

Rejimin yıkılmasından hemen sonra İsrail, harekete geçmiş, Suriye’nin hava savunma sistemini ve rejimden arta kalan silah arsenalinin büyük bölümünü aralıksız bombalayarak ortadan kaldırmış, 1974 Anlaşması’yla Golan’daki de-militarize bölgeyi ve Şam’a tepeden bakan Cebel Şeyh’in (Mt.Hermon) Suriye’ye ait topraklarını da işgal etmişti.

Hâl böyleyken, Şam’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yerleşen ve İdlib’deki yönetimi oraya taşıyan Ahmed el-Şara ve HTŞ’ye, sanki Suriye’nin tümünü devralmış gibi “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin devamı” muamelesi yapmanın, ceketin ilk düğmesini yanlış iliklemekten farkı yoktur.

Ankara, Şam’ın yeni sahiplerine zaten paramparça hale gelmiş ülkenin çok çeşitli ve renkli mezhep ve etnik topluluklarını birleştirici bir rota çizmesi ve izlemesi telkininde bulunacağına, merkezî yönetimi gerekirse kuvvet kullanarak ülkenin her köşesine yaymasını ister bir görüntü sergilemiştir.

Suriye’nin her türlü provokasyona açık yapısında Şam’a yerleşen iktidarın tercihleriyle dikiş tutturabilmesinin çok zor olacağı, 6 Mart 2025’te Suriye’nin batısında, Lazkiya-Tartus kıyı hattında ve iç kesimlerde gerçekleşen Alevi katliamı ile belli oldu. Olayları başlatan kim olursa olsun, sayıları binlerle ifade edilen Alevilerin öldürüldüğü ve bunu gerçekleştirenlerin Ankara’nın himayesindeki SMO’nun bazı unsurları olduğu da bir sır değil.

Şam’daki Ahmed el-Şara ve HTŞ, her ne kadar, doğrudan fail değillerse de hassas iç dengeleri nedeniyle SMO’nun üzerine gidip, hesap soramadılar.

Mart 2025 başındaki Alevi Katliamı, bu ay içinde ülkenin güneyinde Suveyde’de gerçekleşen Dürzi katliamının ve Arap Bedevi kabilelerinin büyük can kayıpları vererek yerlerinden olmalarının da habercisi idi.

Dürzileri içine çeken çatışma, İsrail’in Şam’da Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı, Savunma Bakanlığı’nı ve Suveyde önündeki askeri birlikleri bombalamasıyla durdu.

Şam’daki rejimin ne kadar zayıf olduğu da böylece herkes tarafından görülmüş oldu. İsrail’e rehin, İsrail’in insafındaki bir rejim. Nitekim, Suriyeli Kürt lider Mazlum Abdi ile Paris’te görüşmeyi reddeden Şam rejiminin Dışişleri Bakanı Assad el-Şeybani 24 Temmuz’da Paris’te İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer ile görüşmekten geri durmadı.

Taraflar ayrıca 12 Temmuz’da Bakü’de Ahmed el-Şara’nın İlham Aliyev’e yaptığı ani ziyaret sırasında da bir araya gelmişlerdi. Üst düzeyde gerçekleşen tarihî nitelikteki bu Suriye-İsrail temasında, perde arkasında Ankara’nın rolü var mıydı, bilinmez.

Paris’teki görüşme, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın girişimiyle ve onun gözetimi altında mümkün oldu. Şam rejimi İsrail’e teslimiyet niteliğinde tavizler verdi.

Türkiye’de, başta iktidar yanlısı çevreler ve bizzat iktidar sahipleri, her vesileyle, Suriyeli Kürtleri ve son olarak Dürzileri İsrail’in piyonu olarak nitelemekte beis görmüyorlar.  Şam yönetiminin ortaya koyduğu resim, tam da bu açıdan ibret verici.

Türkiye’de başka hiçbir konuda Suriye’de olan-bitenler kadar gerçekler ters yüz edilmiyor.

***

Suriye’yi, sosyolojisini ve tarihini azıcık bilenler işlerin bu raddeye gelebileceğini öngörebilirdi. Şam’daki rejimin zorlayacak gelişmeler, Kürtlerden ziyade Dürziler ile çatışma sonucu ortaya çıkacaktı. Bir TBMM konuşmamda bunu özellikle dile getirmiştim.

Suriye’de toprak bütünlüğü vurgusu yapılırken, herhangi bir düzeyde ademi merkeziyetçi uygulamaya karşı çıkılırken, Türkiye’de akla hemen Kürtler ve SDG getiriliyor. Bu anti-Kürt vurgulama ile ülkelere toprak bütünlüğü ve merkeziyetçilik öne çıkarılırken, aslında, tam 61 yıl hüküm sürmüş bulunan Arap milliyetçisi Baas rejiminin ve tam 54 yıl başta kalan Esad hanedanının yerini Sünni Arap milliyetçisi bir rejimin alması savunulmuş oluyor. Böylece Suriye’nin sorunlarının hallolacağını düşünmek ham bir hayal.

Suriye’yi mahveden rejimin temel özellikleri aynı kalarak, Sünni İslamî bir libas ile Arap milliyetçiliği gütmenin, ülkenin mahvını devam ettireceği daha başından belliydi.

Suriyeli önemli bir gazeteci-yazar ve sivil toplum aktivisti olan Wael Rawah, “El-Şara’nın yerinde olsaydım, Dürzilerle çatışmaya girmezdim” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Rawah, yazıda, tarih boyunca merkezi Suveyda olan Cebel Druz’un (Dürzi Dağı) Suriye’de boyun eğmez bir isyan merkezi olduğunu, her türlü asimilasyonist girişime direndiğini ve 1925-27 arasındaki Fransızlara karşı Sultan el-Atraş liderliğindeki Büyük Suriye Ayaklanması’nın merkezi olduğunu hatırlatıyor.

Dürziler, Suriye’nin bağımsızlığının ve -Arap değil- Suriye milliyetçiliğinin belkemiği sayılırlar. Hiçbir zaman ayrılıkçı, bölücü bir konuma girmemişlerdir.

Dürzi-Bedevi aşiret çatışması bahane edilerek Dürzileri silah gücüyle kontrol altına almaya kalkışmak büyük bir hesap hatasıydı.

Suriye’de Suveyda’nın az ötesinde Golan’da ve İsrail’in kuzey kesimlerinde de Dürziler yaşıyor. İsrail Dürzileri, İsrail’in Yahudi olmayan nüfusu içinde askerlik yapabilen tek kesim. Dinî liderleri Muvaffak Tarif’in, Suriye Dürzilerinin en önde gelen dinî lideri Hikmet el-Hicri ile yakın ilişkisi olduğu biliniyor, Dürziler arasında sıkı bir dayanışma ruhunun bulunduğu da...

Dolayısıyla, sosyolojik, tarihî ve jeopolitik tüm unsurlar, Şam rejiminin kuvvet kullanarak Dürzilere boyun eğdirmeye kalkmasının İsrail’in eline koz vereceğini ve İsrail’i Suriye’ye karşı askerî harekete geçireceğini gösteriyordu. Öyle de oldu.

Anlaşılıyor ki, Şam’da Ahmed el-Şara’nın en yakınındaki ekip, Trump’ın adamı, emlakçılıktan gelme ABD Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın son açıklamalarından, ABD’nin yaptırımları kaldırmasından ve HTŞ’yi terör örgütleri listesinden çıkartmasından cesaretlenerek, Dürzilerin üzerine çullanabileceklerini hesap etti.

Hesap tutmadı. Binlerce kişinin canına mal oldu. Ama en önemlisi, Suriyeli Omar Kaddour’un Lübnan internet gazetesi Al Modon’da (Şehirler) yazdığına gibi, “Suveyda’daki korkunç katliamların ve Bedevi ailelerin zorla yerinden edilmesinden öteye, en derin ve en kalıcı yara, toplumlararası bağların kopması oldu.”

Trump Amerika’sının Ahmed el-Şara Suriye’sini kollamasının -içine düşürdüğü tuzaklarla birlikte- anlaşılır bir nedeni var: Suriye’nin İsrail ile İbrahim Anlaşmaları’na zorlamak, İsrail’in en geleneksel düşmanına boyun eğdirerek İsrail’i tanımasını sağlamak ve böylece Ortadoğu’nun başlıca çatışma alanını ortadan kaldırmak.

Trump, Netanyahu’ya Erdoğan’ın kendisini dinleyeceğini ima ederek, Türkiye ile İsrail arasında -Suriye üzerinden- arabuluculuk yapacağını söylemişti. ABD, İsrail ile uzlaşmaya zorlanmış Suriye’nin bir bölümü üzerinde Türkiye’nin nüfuzu olmasını da kabul edebilir. Bu durumda, Türkiye ile İsrail’i Suriye zemininde uzlaştırmaya yönelecektir. Ankara’ya atadığı büyükelçisine, Suriye Özel Temsilcisi sıfatını vermesi de boşuna sayılmaz.

***

Bütün bu girişimlerin ve siyasi manevraların bir anlamı ve hedefi olduğu söylenebilir. Ne var ki, Mart ayındaki Alevi katliamına eklenen Temmuz’daki Dürzi katliamı ve Bedevilerin göçe zorlanması, Suriye’deki toplumlararası bağların kopuşuna işaret ediyorsa ve şayet bu, “en derin ve en kalıcı yara” ise, Suriye tehlikeli bir biçimde yeniden iç savaşa sürükleniyor demektir. O zaman bütün bu hesaplar çok geçmeden berhava olup gider.

Bu durumdaki bir ülkede, Suriyeli Kürtlere, “gidin silahlarınızı Şam’daki yönetime teslim edin ve sahip olduğunuz bütün yapıları dağıtın” demek, koyunun kasap bıçağına boynunu uzatmasını istemekten başka bir anlam taşımaz.

Böyle bir şey olmaz. Olamaz. Bu önerme, gerçekçi de değildir, ahlâkî de değildir.

Hal böyleyken, “Şam’a teslim olmazsan, gelir üzerine çökerim” tehdidinde bulunmak, Türkiye’deki “Süreç”i, menziline varmadan sona erdirmek ile aynı anlama gelir.

2025 Suriye’sinde ulusal birlik ve toprak bütünlüğü isteniyorsa, bu, merkeziyetçilik ve zor kullanarak ile olamaz.

Suriye’nin ulusal birliği ve toprak bütünlüğü -gerçekleştirmesi çok zor olmakla birlikte- ülkenin tüm renklerini, mezhepleri ve etnik topluluklarını dengeli biçimde Şam’daki yönetimde yansıtarak ve üzerinde uzlaşılacak bir toplumsal sözleşme ve yeni anayasa ile mümkün olabilir.

Bu amaca sabırlı bir diyalogla ulaşılabilir.

Bunu yaparken de dile dikkat etmek şarttır.

Ankara, Mazlum Abdi’yi niçin ABD’ye, Fransa’ya bırakıyor? Türkiye’nin başkentine davet edip görüşemez mi?

Ankara, Ahmed el-Şara ile Mazlum Abdi arasında 10 Mart 2025’te Şam’da imzalanan 8 maddelik mutabakatın hayata bir an önce geçebilmesi için her iki taraf nezdinde devreye giremez mi? Ahmed el-Şara ile Mazlum Abdi’yi Ankara’da toplayamaz mı?

Unutmayalım ki, Suriye’de dikiş tutmazsa Türkiye’deki “sürecin” yaşaması da mucizelere kalır.’’

 

Bu haber toplam 3310 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 16:02:05