Jorin Avesta: Kafkaslarda Unutulan Kürdistan: Beşinci Parçanın Sessiz Savaşımı

Biz Kürdler, yüreğimizin haritasını dört parçaya böleriz. O haritada Başûr’un direnişi, Bakûr’un çığlığı, Rojava’nın devrimi ve Rojhilat’ın sabrı vardır. Bu dört parça, varlık mücadelemizin coğrafyası, acımızın ve umudumuzun atlasıdır. Lakin bu atlasın kenarına itilmiş, sararmış yaprakları arasına gizlenmiş, çoğu zaman adını fısıldamaktan dahi çekindiğimiz beşinci bir parça daha vardır. Belleğimizin sürgün edilmiş toprağı: Kafkaslardaki Kürdistan. Diğer adıyla Kürdistana Sor, yani Kızıl Kürdistan.
Bu, yalnızca unutulmuş bir coğrafyanın hikâyesi değildir. Bu, bir milletin damarlarından kan çeker gibi tarihinin nasıl çekildiğinin, dilinin nasıl susturulduğunun ve kimliğinin sistematik bir kıyımla nasıl yok edilmeye çalışıldığının vesikasıdır. Gelin, o atlasın yırtılan sayfasını yeniden yerine koyalım ve Kafkas dağlarının ardında yankılanan o kederli ağıtı birlikte dinleyelim. Bu, kendimizi hatırlama yolculuğudur.
Bir Bahardı, Kısacık Sürdü: İsmi Vardı, Haritası Vardı
Her şey bir umutla başladı. Sovyetler Birliği, 7 Temmuz 1923’te, Lenin’in “milliyetlerin kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi (Korenizatsiya) çerçevesinde, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı bir idari birim kurdu: Kızıl Kürdistan Uyezdi (bölgesi). Başkenti Laçîn idi; Kelbecer, Kubadlı, Zengilan ve Cebrail’in bir kısmını kapsıyordu. Bu, kâğıt üzerinde de olsa, tarihte Kürdistan adını taşıyan ilk resmi devlet birimiydi.
O kısa bahar döneminde Kürdçe okullar açıldı, Sovyet Kürdistanı gazetesi yayımlandı, Kürd aydınları Erivan ve Laçîn’de filizlenmeye başladı. Milletimiz, tarihinde ilk defa kendi kendini yönetme fırsatının eşiğindeydi. Ancak bu umut, Kafkasların sert rüzgârları ve büyük devletlerin kirli pazarlıkları arasında uzun süre dayanamadı. Stalin’in demir yumruğu Sovyetler üzerine inerken, o yumruğun gölgesi ilk önce Kürdlerin üzerine düştü. 1929’da Kürdistana Sor lağvedildi ve altı yıllık rüya bir gecede kâbusa döndü.
Sürgün Vagonları: Stalin’in Buzdan Hançeri
Tarihin en acımasız sayfaları, 1937 ve 1944 yıllarında yazıldı. Stalin’in “büyük temizlik” ve “güvenilmez halklar” yaftası, Kürd milletini hedef aldı. Kızıl Kürdistan’ın lağvedilmesi yetmemişti; o topraklardaki Kürd varlığının kökü kazınmalıydı. Bir gece yarısı, askerler Kürd köylerini bastı. Ailelere birkaç saat, bazen sadece birkaç dakika verildi. Hayatları boyunca biriktirdikleri ne varsa geride bırakarak, ne olduğunu anlamadan hayvanların taşındığı o meşum vagonlara dolduruldular.
Bu vagonlar, birer demir tabuttu. Kazakistan’a, Kırgızistan’a, Sibirya’nın buzlu çöllerine uzanan haftalar süren o yolculuk, bir insanlık trajedisidir. Açlık, susuzluk ve hastalık bir yandan kırarken, diğer yandan Sibirya’nın ayazı can alıyordu. O trenlerde, annelerinin kucağında donarak ölen bebeklerin, yaşlıların cansız bedenleri, gardiyanlar tarafından hareket halindeki trenlerden bozkırın beyaz hiçliğine fırlatıldı. Her bir beden, sürgün haritasına atılmış birer kanlı işaretti. Bu, sadece bir nüfus mühendisliği değildi; bu, bir milleti anayurdundan koparıp, kimliğini ve hafızasını Orta Asya’nın dipsiz steplerinde eritme planıydı.
İki Ateş Arasında: Azeri ve Ermeni Milliyetçiliğinin Kıskacında Kürdler
Sovyetlerin dağılması, Kafkas Kürdleri için yeni bir felaketin habercisi oldu. Bu kez zulmün adı Stalin değil, yerel milliyetçiliklerdi.
Azerbaycan’da sistematik bir inkâr ve asimilasyon politikası devreye sokuldu. Devlet, resmi ağızdan “Azerbaycan’da Kürd yoktur” yalanını pervasızca tekrarladı. Nüfus sayımlarında Kürdler, kimliklerini gizlemeye zorlandı; “Azeri,” “Tat,” veya “Lezgi” olarak kaydedildiler ya da hiç kaydedilmediler. Bu, kâğıt üzerinde bir soykırımdı. Zulmün örnekleri saymakla bitmez:
Karabağ Savaşı (1990’lar): Savaş bahanesiyle Laçîn ve Kelbecer’deki kadim Kürd köyleri Azeri milisler tarafından boşaltıldı, evler yağmalandı. Kürdler, her iki tarafın da şüpheyle baktığı, yurtsuz bırakılmış bir halk konumuna düşürüldü. *Kültürel Kıyım:* Şêxan, Xinaliq gibi tarihi Kürd yerleşimlerinde Kürdçe tabelalar söküldü, yer isimleri değiştirildi. Düğünlerde Kürdçe klam söylemek, ağıt yakmak “bölücülük” sayıldı. 2000’li yıllarda bile kendi düğününde Kürdçe şarkı söylediği için gözaltına alınan dengbêjlerin hikâyeleri, bu sessiz kıyımın en somut kanıtıdır.
Sosyal Baskı: Okullarda çocuklara isimlerinden dolayı psikolojik baskı uygulandı. Aileler, çocukları dışlanmasın, gelecekleri kararmasın diye onlara Kürd kimliğini çağrıştırmayan isimler vermek zorunda kaldı.
Ermenistan tarafında ise durum daha karmaşıktı. Sovyet döneminde Erivan, bir dönem Kürd kültürü için bir sığınak olmuştu. Erivan Radyosu’nun Kürdçe yayını, Riya Teze (Yeni Yol) gazetesi ve Erebê Şemo, Heciyê Cindî gibi aydınların çalışmaları, Kürd dili ve edebiyatı için paha biçilmezdi. Ancak bu, Ermeni devletinin Kürdlere her zaman kucak açtığı anlamına gelmiyordu. 1937’deki Stalin sürgünleri, Ermenistan’daki Kürdleri de vurmuştu. Karabağ Savaşı sırasında, özellikle Müslüman Kürdler, Azerbaycan’la özdeşleştirilerek büyük bir baskıya maruz kaldı ve topraklarını terk etmek zorunda bırakıldı. Yezidi Kürdler ise, ayrı bir kimlik olarak tanımlanarak Kürd milletinin bütünlüğünden koparılmaya çalışıldı. Kısacası Kürdler, Kafkaslarda iki milliyetçiliğin de hışmına uğrayan, her zaman “öteki” ve “güvenilmez” olarak görülen bir halk oldu.
Hafızanın Direnişi: Sürgündeki Yazarlar ve Dengbêjler
Bu zifiri karanlıkta, kimliğin meşalesini taşıyan kahramanlar da vardı. Erebê Şemo (Arab Şamilov), o zorlu koşullarda, 1929’da ilk Kürdçe roman olan Şivanê Kurmanca’yı (Kürt Çoban) kaleme alarak bir milletin edebiyatını tek başına omuzladı. 1935'te yayımladı. Celîlê Celîl ve kardeşi Ordîxanê Celîl, sürgün yollarında, köylerde, obalarda dilden dile dolaşan Kürd masallarını, destanlarını, stranlarını derleyerek kaybolmak üzere olan bir hafızayı kurtardılar. Onlar sadece kâğıda yazmadılar, milletin ruhunu kâğıda kazıdılar.
Ve elbette Kafkas dengbêjleri... Onların klamları, Botan’ın ya da Serhad’ın dengbêjlerininkine benzemezdi. Onların sesinde sadece aşkın ve kahramanlığın değil, kaybedilmiş bir yurdun, Laçîn’in, Kelbecer’in hasreti; sürgün vagonlarının soğukluğu ve Kazakistan bozkırlarının kimsesizliği vardı. Sesleri, sürgündeki bir milletin seyyar vatanı oldu.
Beşinci Parçayı Hatırlamak, Kendimizi Bütünlemektir
Bugün Azerbaycan devleti, Kürd kimliğini sistematik olarak eritmeye devam ediyor. Bakü’de tek bir Kürdçe eğitim veren okul, tek bir kültür derneği, tek bir TV kanalı yoktur. Çünkü istenen, bu sessiz asimilasyonun başarıya ulaşmasıdır. Ama bütün bu baskıya rağmen, bazı aileler hâlâ çocuklarına gizlice Ciwan, Rêzan, Berîtan gibi isimler veriyor. Dünyaya gelen her Kürd isimli çocuk, bu inkâra karşı bir başkaldırıdır.
Bizler, Kürdistan’ın dört parçasından bahsederken, aslında hikâyemizi eksik anlatıyoruz. Beşinci parçayı, Kafkaslardaki o kanayan yaramızı unuttuğumuzda, kendi belleğimizden bir parça koparmış oluyoruz. Kızıl Kürdistan bir hayal değildi; haritası, yönetimi, okulları ve en önemlisi bir milleti vardı. O millet önce vaatlerle kandırıldı, sonra sürgünle ve asimilasyonla yok edilmeye çalışıldı.
O haritayı yeniden tamamlamak, o sessiz çığlığı duymak, Kafkaslardaki kardeşlerimizin verdiği varlık mücadelesini sahiplenmek, her bir Kürdün milli görevidir. Çünkü beşinci parça da bizimdir. Onu hatırlamak, kendimizi hatırlamaktır. Onu sahiplenmek, Kürdistan’ın bölünmüş haritasını yüreğimizde yeniden birleştirmektir.
Son güncellenme: 20:04:37