TC’nin kuruşlundan günümüze ordunun sivil siyasete müdahalesi hiçbir zaman durmadı. Batı demokrasilerinde olduğu gibi ordunun sivil siyasetin emir ve kumandası altında olması girişimleri ise söylemlerden öteye gitmedi. Kuşkusuz bunun birçok tarihsel, siyasal ve sosyolojik nedenleri mevcuttur.
Bu nedenlerin başında yeni Türk devletinin mirasçısı olduğu Osmanlı’nın ordu devlet şeklinde örgütlenmesinin önemi büyüktür. TC’nin kuruluşu aşamasında ve sonrasında bu içerik değişmemiş, devlet eşittir ordu, ordu eşittir devlet anlayışı sürdürülmüştür.
Osmanlı devleti ilhakçı dışa dönük bir imparatorluk olmakla beraber, aynı zamanda devlet içinde iç çatışma ve iktidar mücadelesinin çok keskin yaşandığı, babaların oğulları, oğulların kardeşleri ortadan kaldırdığı bir devlet nizamı idi. İmparatorluğun tepesindeki entrikaya dayalı iktidar mücadelesi yanında, Yeniçeri ordusunun ayaklanmaları da Osmanlı tarihinde ayrıca önemli bir yer tutar.
Yeni TC devletindeki modern anlamda darbeci ve cuntacı anlayış ile örgütlenmelerin köklerini Osmanlıda ve TC\'nin kuruluş yıllarında aramak gerekir. Örneğin Mustafa Kemal, 1905 yılında Şam’da 5. Ordu\'da genç bir subay iken arkadaşlarının kurduğu ‘Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ne daha o dönemlerde katılır. Daha sonra 1906’da Selanik’e döndüğünde 3. Ordu’nun subayları arasında bu cemiyetin örgütlenmesini yapar. Bu dönem Birinci Dünya Savaşı ve sonrasına nazaran Osmanlı açısından daha sakin bir dönemdir. Yasal bir parti olmasına karşın özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin orduda ve bürokraside gizli örgütlenmeleri bütün hızıyla devam eder.
Türk-Yunan Savaşı sırasında 1922’de İzmir’in Türk orduları tarafından ele geçirilmesi sonrası Türkiye’nin ilk kadın romancısı Halide Edip, Mustafa Kemal’e, “artık emekliye ayrılıp ayrılamayacağını sorar. Mustafa Kemal: “Emekli mi? Ne emeklisi?” diye yanıt verir. “Yunanlılardan sonra birbirimizle dövüşeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz”[1] yanıtını verir.
Mustafa Kemal’in söylediği gibi, iktidar üzerine iç hesaplaşmalar bütün hızıyla devam eder. 1925’de Şeyh Sait liderliğinde ulusal taleplerle Kürdistan’da başlatılan hareket ardından, İkinci Meclis döneminde 1924’de kurulan dönemin ilk muhalefet partisi Terrakiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılır.
Partinin kapatılma gerekçesi Şeyh Sait hareketine zemin hazırlama ve hareketle bağlantılı oldukları iddiasıdır. Oysa bu iddia gerçek değildir.
Mustafa Kemal, yıllarca omuz omuza mücadele ettiği aralarında Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın da olduğu muhalefetteki kendi dava arkadaşlarına karşı Şeyh Sait hareketini gerekçe göstererek büyük bir temizlik yapar. Bu kadroların bir kısmı ya Mustafa Kemal’e biat etmek ya da köşelerine çekilmek zorunda kalırlar. Ardından “Takrir-i Sükûn” dönemi başlar.
Mustafa Kemal’in, “askerler siyaset yapacaklarsa üniformalarını çıkarmalıdırlar. Ya siyaseti ya da askerliği tercih etmelidirler” yaklaşımı söylemde doğru olmakla beraber, pratikte bu yaklaşımın altında yatan başka bir gerçek vardır. Bu gerçek, orduyu siyaset dışında tutmaktan ziyade, kendisini ve sistemi güvence altına almaktır.
Siyaset bilimci ve ABD Savunma Bakanlığı eski danışmanlarından Samuel Phillips Huntington, orduların ve generallerin siyasetteki rolünü analiz ederken Türkiye ve 1920’lerin Meksika’sı arasında benzerlikler olduğunu söyler. Huntington; “partilerin ordunun rahminden çıktığı, siyasi generallerin bir siyasi parti yarattığı ve siyasi partinin siyasi generallere son verdiği iki dikkate değer örnek Türkiye ve Meksika’dır\'\' der.
Türkiye’de 1960, 70 ve 80 darbelerinin gerekçesi olarak öne sürülen ve 1935’te hazırlanan Ordu İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi “Silahlı Kuvvetlerin görevi, Anayasa’da belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk anayurdunu korumak ve kollamaktır” diye formüle edilmişti. Meclis bu formülasyonu 2013\'de “yurtdışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak” olarak değiştirdi.
Bu değişiklik, Türk hükümetlerinin darbeler ve darbecilerle hesaplaşması veya yüzleşmesi yolunu açmadı. Zaten niyet de bu değildi. En önemlisi darbelere zemin yaratan, her darbede ve darbe girişiminde referans verilen devletin resmi ideolojisi Kemalizm’e dokunulmadığı sürece darbelerle hesaplaşma ve yüzleşmenin de olması mümkün değildir.
12 Eylül 1980’nin darbeci generallerinden Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya yargılanıp rütbelerinin orgenerallikten erliğe düşürülmesi ve dava Yargıtay’da devam ederken ölmeleri ardından, haklarındaki kamu davaları da düştü. Bunun dışında 12 Eylül darbecileri ve darbede aktif görev alan kamu görevlileri hakkında elle tutulur sonuçlanmış bir soruşturma yapılmadı.
1981-87 yılları arasında sırasıyla İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, MGK Genel Sekreterliği ve Genel Kurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Necdet Üruğ, gazeteci Neşe Düzel’e verdiği röportajda bir ülkenin askeri darbelerle ilerleyebileceğini, İspanya’da Franco’nun, Şili’de Pinochet’in bunu başardığını söyleyebilme cesaretini gösterdi. Buna karşın on binlerce insanın katillerini öven, ülkelerini iç savaşa sürükleyen her iki diktatörü örnek veren bu şahıs hakkında, dönemindeki işkenceler, faili meçhuller ve öldürmelerle ilgili devletin savcıları soruşturma açma cesaretini gösteremediler. Bu cesareti gösteren bir savcı ise meslekten men edildi, avukatlık hakkı bile elinden alındı.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ardından, 28 Şubat 1997’de “postmodern darbe” ve 27 Nisan 2007’de “e-muhtıra” olarak ordunun sivil siyasete iki açık müdahalesi yaşandı. 15 Temmuz darbe girişimini muktedirler arasında bir kapışmanın yanında 1960, 70 ve 80 darbelerinden ayıran yanı, sadece darbe girişiminin başarısız ve bu kadar kanlı olması değildir.
Huntington’un belirttiği gibi “ordunun siyasete müdahalesi askeri değil siyasidir.” Yani müdahale sadece ordunun karakterini değil, söz konusu ülkenin siyasi ve kurumsal karakteristiklerini de yansıtır. Bu açıdan 15 Temmuz darbe girişiminin öznesi ordu olarak gözükse bile, darbelere zemin hazırlayan siyasal sistemin kendisi ve ötelediği politik sorunlardır.
15 Temmuz darbe girişiminin kuşkusuz iç ve dış birçok faktörü vardır. Zamanla bu faktörlerin ağırlık dereceleri ve ilişkileri ortaya çıkacaktır.
Çok uluslu, dinli ve mezhepli toplumlarda ulusların, dinlerin ve mezheplerin demokratik hak ve özgürlükleri yoksa baskı altındaysalar darbe ve darbe girişimleri her zaman gündeme gelebilir. ‘Tek devlet, tek millet, tek vatan’ söylemi öz itibariyle darbelere giden yolun taşlarını döşer, militarizmin egemen ve belirleyici olmasına yeşil ışık yakar.
TC devletinin NATO’nun ikinci, dünyanın dokuzuncu böylesi büyük, siyasal kurumlara müdahaleci bir orduya sahip olmasının en önemli nedenlerinden biri Kürdistan sorunundaki inkârcı ve imhacı karakteridir. Kürdistan sorununun demokratik çözümden yana bir Türkiye devleti, böylesi devasa orduya ihtiyacı olmayacağı gibi, ordusunu demokratik normlardan uzak, anti-Kürt ve Kürdistan bir ideolojiyle eğitmek zorunda kalmayacaktır. Asker ve sivil bürokrasi içindeki cunta ve darbe girişimlerinin geliştiği ortama katkı sunan en önemli gerekçelerden biri de böylece ortadan kalkacak, ordunun ve askerinin depolitize olmasına katkı sağlayacaktır.
Türkiye’de darbe geleneğinin tarihsel kodları 15 Temmuz darbe girişiminin daha iyi anlaşması açısında bu anlamda önemlidir.
[1] Lord Kinross, Atatürk, Bir Ulusun Doğuşu. Londra, Nicolson, 1964, s.313
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.