2004’te Irak, bugün Suriye: ABD’nin federalizme ve Peşmerge’nin ayrı ordu olmasına karşı tavrı!

Güney Kürdistan’daki siyasal aktörler, 2004 yılında Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde ABD’ye karşı federalizm ilkesi ve Peşmerge güçlerinin statüsünün korunması konusunda kararlı ve net bir tutum sergilemişlerdir. Benzer bir yaklaşımla, Rojava Kürtlerinin de Suriye’nin yeniden inşa sürecinde federal ve adem-i merkeziyetçi bir yönetim modeli talebinden geri adım atmaması, uzun vadeli siyasi kazanımlar açısından belirleyici niteliktedir.

16 Temmuz 2025 - 15:14
16 Temmuz 2025 - 15:14
 0
2004’te Irak, bugün Suriye: ABD’nin federalizme ve Peşmerge’nin ayrı ordu olmasına karşı tavrı!

2003 yılında ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Irak’ı işgal etmesinin ardından, dönemin ABD Başkanı George W. Bush tarafından Irak Koalisyon Geçici Yönetimi’nin başına Amerikalı diplomat Paul Bremer atanmıştır. Bremer, fiilen Irak’ın en yetkili sivil yöneticisi hâline gelmiş ve geniş yürütme yetkileriyle donatılmıştır: yasa yapma, hükümet kurma, orduyu dağıtma ve bakan atama gibi uygulamalar bu kapsamda gerçekleşmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın, Demokratik Suriye Güçleri’nin (DSG) Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin "Tek ülke, tek millet, tek ordu" vurgusu ve federalizm karşıtı söylemleri, ABD’nin 2003–2004 yılları arasında Irak’taki siyasi yeniden yapılanma sürecini yöneten diplomat Paul Bremer’in yaklaşımıyla dikkat çekici benzerlikler taşımaktadır.

Özellikle Güney Kürdistanlı güçler, 1991 Körfez Savaşı sonrasında elde ettikleri fiili özerkliği 2003 yılında Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle başlayan Irak’ın yeniden yapılandırılma sürecinde anayasal güvence altına almak istemişlerdir. Kürdistan Bölgesi; ayrı bir parlamento, kendi silahlı gücü (Peşmerge), eğitim sistemi, enerji kaynaklarının kontrolü ve dış ilişkilerde özerklik gibi unsurların anayasal zeminde tanınmasını güçlü biçimde savunmuştur.

Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Bremer ile Kürt liderler Mesud Barzani ve Celal Talabani arasında iki temel konuda ciddi görüş ayrılıkları ve tartışmalar yaşanmıştır. İlk olarak, Bremer liderliğindeki ABD yönetimi Irak’ta federalizme mesafeli yaklaşmış; federalizmin ülkeyi parçalayabileceğini ileri sürmüştür. Her ne kadar Kürtlere belirli özerkliklerin tanınabileceği ifade edilse de bu yetkilerin merkezi otorite Bağdat’ın denetimi altında olması gerektiği savunulmuştur.

İkinci önemli görüş ayrılığı ise Irak’taki tüm silahlı güçlerin merkezi orduya entegre edilmesi noktasında ortaya çıkmıştır. Kürdistanlı liderler, Barzani ve Talabani, Peşmerge’nin dağıtılmasının Kürdistan Bölgesi'nin güvenliğine doğrudan tehdit olduğunu dile getirerek entegrasyon kararına sert şekilde karşı çıkmışlardır.

Güneyli Kürtlerin bu kararlı duruşu, ABD yönetimini uzlaşma arayışına yöneltmiş ve neticede federalizm ilkesi ile Peşmerge’nin yalnızca Kürdistan Bölgesi’nde sınırlı bir görev alanına sahip olması konusunda mutabakata varılmıştır. Ancak 2014 yılında IŞİD’in Irak’a yönelik saldırıları sonrasında, Peşmerge’nin fiili askeri operasyonları Kürdistan Bölgesi’nin anayasal sınırlarının dışına taşmıştır.

Her ne kadar günümüzdeki jeopolitik ortam, 2003 yılındaki Irak işgali sürecinden oldukça farklı olsa da, ABD’nin Rojavalı Kürtlere yönelik stratejik dayatmaları, geçmiş deneyimlerle ciddi benzerlikler sergilemektedir.

Rojavalı Kürtler için mevcut durum, riskler ile fırsatların birbirini nötralize ettiği bir siyasi, diplomatik ve askeri geçiş süreci olarak değerlendirilebilir. Özellikle Türkiye’nin ABD tarafından Suriye sahasında stratejik oyun kurucu aktör olarak kabul edilmesi, bu süreçte en temel risklerden biri olarak öne çıkmaktadır. Nitekim Barrack’ın “Washington ile Ankara ilk kez sadece savunmada değil, saldırıda da birlikte hareket etme konusunda kararlıdır” şeklindeki açıklaması, Kürtlerin bölgedeki aktörlük statüsünü geçmişe kıyasla zayıflatan bir paradigma değişimini yansıtmaktadır.

Öte yandan, PKK lideri Abdullah Öcalan ile Türk yetkililer arasında süregelen görüşmelerde, Türk tarafı yalnızca PKK’nin Türkiye siyasi sınırları içerisindeki silahlı faaliyetlerine son vermesini değil, aynı zamanda örgütle ideolojik, yapısal veya örgütsel bağları bulunan YPG, PYD ve PJAK gibi yapılanmaların da silahlı ve siyasi faaliyetlerini sona erdirmelerini ve söz konusu yapıların feshedilmesini talep etmektedir. YPG ve PJAK, PKK’nin silah bırakma kararının kendilerini bağlamadığını beyan etmişlerdir. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bu konuda şimdiye dek doğrudan bir açıklamada bulunmamış olması dikkat çekicidir. Öcalan’ın silahlı mücadelenin sona erdirilmesine yönelik önceki mesajları dikkate alındığında, Türk yetkililerce dile getirilen taleplere benzer bir çağrının Öcalan tarafından YPG ve PJAK’a yöneltilme olasılığı tamamen göz ardı edilemez.

Tüm bu gelişmelere rağmen Pentagon’un 2026 yılı bütçesinde Demokratik Suriye Güçleri’ne (DSG) Eğit Donat Programı çerçevesinde 130 milyon dolarlık yardım fonu için Kongre’ye resmi öneride bulunması, ABD’nin Rojava Kürdistanı politikasının henüz kesin bir sonuca bağlanmadığını ortaya koyan dikkat çekici bir göstergedir. Bu öneri, Washington’un bölgedeki aktörlere yönelik yaklaşımında denge arayışının sürdüğünü ve stratejik belirsizliklerin devam ettiğini işaret etmektedir.

Tom Barrack’ın hem Amerika Birleşik Devletleri'nin Ankara Büyükelçisi hem de Suriye Özel Temsilcisi olarak görev yapmasının yanı sıra, Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına ilişkin ABD adına Lübnan hükümetiyle müzakereler yürütmesi dikkat çekicidir. Zira Hizbullah’ın Lübnan ordusuna entegrasyonuna dair öneriler ile DSG’nin Suriye ordusuna entegre edilmesi yönündeki tartışmalar arasında yapısal ve stratejik benzerlikler göze çarpmaktadır.

Barrack, Hizbullah’ın silahlarını Lübnan ordusuna teslim ederek yalnızca siyasi bir parti olarak varlık göstermesi yönünde Lübnan hükümetine hem yazılı hem de sözlü taleplerde bulunmuştur. Lübnan hükümeti ise bu öneriyi, İsrail'in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesine paralel olarak gündeme alabileceğini belirtmiş; ancak Hizbullah ise, söz konusu yaklaşımı kabul edilemez bulmuştur.

Barrack’ın Suriye özelinde dile getirdiği “tek ülke, tek millet, tek ordu” söyleminin, ABD'nin Lübnan siyasetine yönelik stratejik yaklaşımında da uygulanmak istendiği anlaşılmaktadır. İsrailli siyasi çevreler, Barrack’ın yaklaşımını Hizbullah’a yönelik yumuşak ve cesaretlendirici bir tutum olarak yorumlamakta; buna karşılık Hizbullah’ın hem siyasi hem de askeri varlığının Lübnan’dan tamamen tasfiye edilmesini savunmaktadırlar.

Her ne kadar İsrail ve Türkiye farklı politik motivasyonlara sahip olsalar da, her iki ülkenin bölgedeki kendilerine yönelik silahlı yapıların tasfiyesi yönünde benzer hedefler taşıdığı görülmektedir. İsrail, Hizbullah’ın İran ile olan bağlantısı nedeniyle bu örgütün varlığını sona erdirmeyi amaçlarken; Türkiye, kendi Kürt sorunundan ötürü ve ulusal güvenlik perspektifi doğrultusunda bölgede statüsüz Kürtler hedefi nedeniyle Suriye’de DSG’nin etkisizleştirilmesini arzulamaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri, Irak, Libya ve Afganistan’daki müdahalelerinde yaptığı stratejik hataları Suriye’de tekrarlamak istemediğini açıkça ifade etmektedir. ABD yönetimi, Irak’ı fiilen İran’ın nüfuz alanına, Libya ve Afganistan’da ise radikal cihatçı gruplara terk ettiğini kabul etmektedir. Irak Koalisyon Geçici Yönetimi Başkanı Paul Bremer, yıllar sonra yaptığı değerlendirmelerde, ABD’nin Irak’taki askeri ve siyasi müdahalesinin ciddi stratejik hatalar barındırdığını ve bu durumun İran’ın bölgesel etkisini güçlendirdiğini itiraf etmiştir.

Nitekim Güney Kürdistan'ın federal yapı içerisindeki ulusal ve demokratik hakları, Bağdat tarafından zamanla güvenlik ve ulusal birlik söylemleri çerçevesinde sistematik biçimde sınırlandırılmaya başlanmıştır. Bu süreç, Irak'ın bugün karşı karşıya olduğu etno-sekter temelli siyasal istikrarsızlığın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu tarihsel deneyim ışığında değerlendirildiğinde, ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Suriye’de federalizme karşı geliştirdiği söylemlerin; Kürtler, Aleviler, Dürzîler, Hristiyanlar ve seküler Araplar açısından benzer tehdit ve riskleri barındırdığı görülmektedir.

Bu bağlamda, Kürtlerin mevcut süreçte nasıl bir siyasi tutum geliştireceği sorusu ayrı bir önem taşımaktadır. Güney Kürdistan’daki siyasal aktörler, 2004 yılında Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde federalizm ilkesi ve Peşmerge güçlerinin statüsünün korunması konusunda kararlı ve net bir tutum sergilemişlerdir. Benzer bir yaklaşımla, Rojava Kürtlerinin de Suriye’nin yeniden inşa sürecinde federal ve adem-i merkeziyetçi bir yönetim modeli talebinden geri adım atmaması, uzun vadeli siyasi kazanımlar açısından belirleyici niteliktedir.

Özellikle Rojava’daki siyasi güçlerin, Dürzîler, Aleviler, Hristiyanlar ve diğer dini-etnik azınlıklarla iş birliği temelinde yeni bir siyasal cephe inşa etmeleri; bu taleplerin hem meşruiyet zeminini güçlendirecek hem de uluslararası toplum nezdindeki destek düzeyini artıracaktır. Böyle bir yaklaşım, sadece Kürtler açısından değil, Suriye’nin gelecekteki demokratik yapılanması ve Türkiye’nin etkisinin azaltılması açısından da belirleyici bir rol oynayabilir.

X: @cetin_ceko