Kürdistan’da Toprak Temelli Milli Bilincin Eksikliği
''Kıbrıslı Türkler 450 bin nüfusla ısrarla devlet isterken, 60 milyonluk bir halkın devlet istememesi, toprak temelli milli bilincin eksikliğini gösteriyor.''

Kürt-Kav Konuşması[1]
Bu konuşmamda, Kürd ulusal kimliğinin tarihsel oluşum süreçlerini; toplumsal hafıza, sömürgecilik, entelektüel üretim ve diasporik konumlanış bağlamında teorik olarak tartışmaya çalışacağım. Benedict Anderson’un “Hayali cemaatler” ve Anthony D. Smith’in “etnik” ve “toprak temelli” milliyetçilik kuramlarından hareketle, Kürd ulusal bilincinin neden yeterince gelişemediğini analiz etmeye çalışacağız. Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun merkezileşme politikalarıyla Kürd mirliklerini tasfiye etmesini, aydınları sürgün etmesini ve Osmanlı imparatorluğunun bakiyesi Türk siyasal sisteminin merkezî eğitim politikalarıyla Kürd toplumunu kolektif bilinçten nasıl kopardığını görünür kılmaya çalışacağım. Bu bağlamda, Barzan–Behdînan bölgesindeki yerel dinamiklerin, ulusal bilinç üretimi açısından tarihsel süreklilik içinde neden istisnai bir örnek sunduğunu vurgulamak istiyorum.
Konuşmamda, ulusların toplumsal yapılar, eğitim kurumları ve basılı yayın yoluyla nasıl inşa edildiğini, buna karşılık Kürd aydınlarının ve siyasetçilerinin bu tarihsel momentleri neden ıskaladığını anlatacağım. Bu sunumumda, bugün Kuzey Kürdistan’da Kürd siyasal hareketlerinin Türkiyeperest yöneliminin, 20. yüzyılın başlarında Osmanlıcı bir perspektifle Osmanlı'nın birliğini savunan Kürd siyasetçi ve aydınlarının mirasından beslenen birlikçi bir anlayışın nasıl tekerrür ettiğini tartışmaya çalışacağım. Bu sunumla birlikte hem tarihsel çözümleme hem de ulus kuramları perspektifinden hareketle, Kürd ulusal hareketinin yapısal zayıflıklarını kavramsal düzeyde görünür kılmaya çalışacağım.
Değerli arkadaşlar,
Konuşmama özgür Kürdistan adına diyerek başlıyorum.
Hoş geldiniz,
Önce kısaca kimlik nedir, onun üzerinde durmak istiyorum, ardından da ulusalcılık teorisi üzerine yoğunlaşacağım. Kimlik, bir bireyin veya bir grubun toplum içerisindeki yerini kültürel ve toplumsal olarak nasıl gördüğü ve kendisini nasıl tanımladığıdır. Başka bir ifadeyle, bireyin kendini nasıl tanımladığı ve toplumun o bireyi nasıl gördüğü ve etkilediği bağlamında kimlik oluşur.
Toplumbilim disiplininde kimlik; biyolojik faktörler (cinsiyet) ve toplumsal katmanlar (sınıflar) üzerinden bireyin toplumdaki yerini belirler.
Felsefi disiplinde kimlik, bireyin varoluşsal gerçeği ve özü üzerine şekillenir.
Sosyal psikoloji disiplininde kimlik, bireyin kendisini nasıl gördüğü ve toplumda diğer bireylerin onu nasıl gördüğü üzerine işler. Bu kavram, psikoloji ve sosyoloji alanlarında gelişmiştir.
Şimdi de ulusal kimlik üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Ulusal kimlik, bir toplum içerisinde ortak dil, ortak tarih, ortak yurt birliği, ortak kültür, ortak gelenek, sanat algısı, ruhsal birliktelik ve ortak hedefler üzerinden şekillenir.
Uluslar genelde bir toprak parçası üzerinde yaşar. Ulusun ortak bir dili, ortak bir kültürü, ortak bir toprağı, ortak bir ruhi şekillenmesi ve ortak bir amacı vardır.
Bir toplumda ulusal bilinç ve vatanseverlik bilincinin oluşabilmesi için öncelikle tarihsel ve toplumsal bilincin oluşması gerekir. Tarih ve toplum bilincini ortaya çıkabilmek için o ülkede ve o toplumda entelektüel potansiyelin oluşması gerekir. Entelektüel potansiyel, özgür bir ülkede ve özgür bir toplumda özgürce gelişebilir. Ulusal his, tarihsel bilinç, toplumsal bilinç ve entelektüel potansiyel arasında diyalektik bir ilişki vardır. Bunları birbirinden ayırmak ve koparmak mümkün değildir. Yani entelektüel potansiyel gelişmeden tarih ve toplum bilinci gelişmez. Tarih ve toplum bilinci gelişmeden ulusal bilinç ve şuur de oluşmaz.
Şimdi de milliyetçilik teorileri üzerine ve özelde Kürdistan'da milliyetçilik üzerine durmak istiyorum. Tüm ulusların tarihlerinde milliyetçilik teorileri mevcuttur. Bugün dünya aydınları arasında milliyetçilik teorisi üzerine öne çıkan bazı isimler vardır. Bunların en bilinenleri Benedict Anderson ve Anthony D. Smith’tir. Şimdi biraz onların düşünce ve yaklaşımlarına değinmek istiyorum.
Benedict Anderson, 1983 yılında “Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökeni ve Yayılması” adlı bir kitap yayınladı. Bu kitap milliyetçilik alanında üniversite akademisyenleri tarafından klasik bir metin olarak kabul edilmiştir. Anderson’a göre milliyetçiliğin doğuşu ve yayılması modernleşme süreci birlikte gelişmiştir. Milliyetçilik fikri; dil, okul, üniversite, basın ve basılı materyaller aracılığıyla oluşur ve yayılır. Matbaanın icadından sonra toplum, basılı materyaller (kitap, gazete, dergi) etrafında toplanır. Bu süreç içerisinde hayali bir toplum oluşur. Bu toplum ulustur.
Yine Anderson’a göre, milliyetçilik teorisi; ortak dil ve iletişim, ulusal marş ve ulusal bayrak ile tamamlanır. Ulus böyle oluşur. Milliyetçiliği basitçe ve kısa bir biçimde şöyle tarif edebiliriz: Bir insan kendi dilini, kendi kültürünü, kendi kimliğini, kendi varlığını, kendi ulusal statüsünü, kendi ülkesinin bağımsızlığını istiyorsa o kişi milliyetçidir. Sadece anadilini istemek bile milliyetçiliktir. Bu kişi ister komünist ister sosyalist ister Marksist ister İslamcı ne olursa olsun, eğer az önce bahsettiğim olguları istiyorsa, o kişi milliyetçidir.
Benedict Anderson, diaspora milliyetçiliği hakkında da önemli şeyler söyler. Ona göre diaspora milliyetçiliğinde, hayali bir vatan fikri mevcuttur. Bu olgu diaspora milliyetçiliğinin, yaşadıkları ülkeyi kendi vatanları gibi görmelerinden kaynaklanır. Bu milliyetçilikte, kaybedilmiş vatana özlem vardır; ancak içinde yaşanılan toplumun ülkesi de vatan görülür. Örneğin bazı İsveçli Kürd aydınlarının bir kesimi bu şekilde düşünmektedir.
Kürd aydınları diasporada büyük bir vatan hasreti içerisinde olsa da bu kesimde toprak temelli milliyetçilik gelişememiştir. Sebep açıktır. Bu aydınlar toplumdan ve ülkeden kopukturlar. İçinde bulundukları maddi koşullar, onların düşüncelerini belirlemiştir. Diaspora milliyetçiliği veya etnik milliyetçilik burada ön plana çıkmıştır. Diasporadaki aydınlar nostaljik ve idealize edilmiş bir vatan fikrine sahiptir. Topraktan uzakta olmaları nedeniyle, toprak temelli milliyetçilik bilinci, diasporadaki aydınlar arasında oluşmamıştır.
Anthony D. Smith ulusalcılığı iki temel başlık altında inceler: Birincisi “etnik milliyetçilik”, ikincisi ise “toprak temelli milliyetçilik”tır. Etnik milliyetçilikte, ulusun devamlılığı (kültür, sanat, dil vb.) esas alınır. Toprak temelli milliyetçilikte ise kutsal toprak esastır ve o toprak özgürleştirilmek istenir. Toprak temelli milliyetçilikte bağımsız bir ülke ve ulus-devlet vardır. Ulusal marş ve ulusal bayrak da mevcuttur. Etnik milliyetçilikte sadece toplum içerisinde dil ve kültürün korunması istenir. Diaspora milliyetçiliğinde hayali bir vatan vardır ama etnik milliyetçilikte hayali bir vatan da yoktur.
Okulların önemi de büyüktür. Medreselerin yerini alan modern okullar ve üniversiteler milliyetçiliğin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Tüm dünyada okullar ve üniversiteler milliyetçiliğin inşa edildiği alanlar olmuştur. Bu kurumların gelişmesi milliyetçiliği hızlandırmıştır. Aynı dili konuşan bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu gruplar, basın ve yayın hayatının gelişimi ulusal bilinci ve ortak kültürü oluşturmuştur.
Şimdi de milliyetçilik teorisi çerçevesinde Kürdleri ve Kürdistan’ı değerlendirmek istiyorum...
Kürdistan’ın sömürgeleştirilme tarihi 1639’da başlar. Kasr-ı Şirin Anlaşması ile Kürdistan iki parçaya bölünür. 1825’te Türkmençay Anlaşması ile Kafkasya Kürdistanı ayrılır. 1924’te Lozan Anlaşmalarıyla Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi tamamlanır. Kürdistan böylece beş parçaya bölünür.
Kürdler neden bugün bu durumda? Bu sorunun cevabı tarihte gizlidir. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezileşme politikalarından biraz söz etmek istiyorum. 1839 Tanzimat Fermanı ile Kürd Mirlerinin idarî ve siyasî statüsünü ortadan kaldırma süreci başladı. Bu politika 19. yüzyılın sonuna kadar sürdürüldü. 1847’de Botan Miri Bedirxan Bey tasfiye edildi. Osmanlı devleti Kürdleri lidersiz ve aydınlardan yoksun bırakmak istiyordu. Bu nedenle tüm Mirleri ve Kürd aydınları, aileleriyle birlikte sürgün edildi. O dönem Osmanlı Paşaları raporlarında şöyle der: “Akılsız ve dört ayaklı Kürdler, başsız ve aydınsız bırakılmalıdır.” Bu raporlara göre Kürd aydınları ve Mirleri bir daha Kürdistan’a dönmemelidir. Kürd Mirleri avaneleriyle birlikte İstanbul, Girit, Kahire ve Şam’a sürüldüler. Ardından Subyan Mektepleri, Devşirme okullarında, Aşiret Mektepleri ve Osmanlı okullarında asimilasyon sürecine sokuldular.
Bu politika İttihat-Terakki döneminde de devam etti. 1911’de Selanik’te İttihat-Terakki Cemiyeti gizli bir toplantı yaptı. Bu toplantıda önemli kararlar alındı. Birinci karar: Ermenilerin nüfusu ortadan kaldırılmalı. İkinci: Rum nüfus göç ettirilmeli. Üçüncü: Kürdler asimile edilmeli. Dördüncü: Alevi ve Êzidî Kürdler Müslümanlaştırılmalı. Beşinci: Hristiyanların mal ve mülklerine el konulmalı. Bu sürgün ve tehcirlerle demografi değiştirildi. Örneğin 1916’da bir milyon iki yüz bin Kürd’ün yarısına yakını yollarda açlıktan ve hastalıktan öldü diğerleri batı Anadolu’ya tesbih taneleri gibi dağıtılarak tehcir edilerek asimile edildi.
Kemalist dönemde de İttihat-Terakki’nin devamı olarak bu kolonyal asimilasyon politikaları daha profesyonelce sürdürüldü. Osmanlı ve İttihatçı planlara ek olarak Yatılı Bölge Okulları, eğitim sistemi ve Türk-Kürd evlilik teşvikleri gibi çeşitli kurumlar bu sürecin parçası oldu. Kolonyalistler bir ülkeye saldırdığında önce şehirlerini, köylerini ve ekonomisini yıkarlar. Ekonomilerini çökertirler. Ardından siyasal ve yönetsel kurumlarını dağıtırlar. Aydınlar ya sürgüne gönderilir ya zindana atılır ya da öldürürler. Kolonyalistler aynı zamanda sömürge ülkenin tarihî ve kültürel değerlerini yağmalar veya çalarlar. Sömürgeleştirilmiş toplum, tekrar ayağa kalkabilmesi için ise sıfırdan başlamak zorundadırlar. Bu durumda doğal olarak kolonyalist ve asimilasyonist politikalara uğramış toplumların entelektüel potansiyeli ya yok edilir ya da ciddi şekilde engellenir. Bu potansiyelin önündeki en büyük engel kolonyalist ve asimilasyonist sistemdir.
Ulus fikrinin tarihsel olarak gelişimi, çoğu örnekte okul, üniversite ve çeşitli basılı materyaller gibi kurumsal araçlar aracılığıyla gerçekleşmiştir. Bu tür yapılar, modern milliyetçiliğin özellikle toprak temelli biçiminin oluşmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Ancak Kürd toplumu ve onun entelektüel özneleri, bu tür kurumsal imkânlardan uzun süre mahrum bırakılmıştır. Kürd aydınları, kendi topraklarında şekillenmiş bir eğitim sistemi içinde yetişmemiş; bunun yerine, Osmanlı İmparatorluğu’nun eğitim yapısı içerisinde yetişmişlerdir.
Bu durum, Kürd aydınlarının siyasal tahayyülünü doğrudan etkilemiş; Arap, Yunan ve Bulgar entelektüellerin kendi ulusal bağımsızlıklarını talep ettikleri bir dönemde, Kürd aydınları Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü savunma yöneliminde olmuşlardır. Söz konusu dönemde Kürdler, imparatorluk sınırları dâhilinde dilsel ve kültürel haklar talep etmekle yetinmiş; siyasal bağımsızlık ve özgürlük gibi daha radikal talepler dile getirilmemiştir. Bu bağlamda, Kürdistan coğrafyasının dışında yetişen Kürd aydınlarında, milliyetçiliğin toprakla kurduğu kurucu ilişki gelişmemiştir.
Özetle şöyle ifade edebiliriz; Kürd Mirlerinin ve aydınlarının sürgünü ve kendi toprağından koparılması, toprak merkezli bir milliyetçiliğin Kürdlerin bilincinde gelişmesini engelledi. Bu yüzden bu aydınlar bağımsız devlet talep etmediler. Oysa aynı dönemde Arap, Balkan ulusları, 1920’lerde kendi devletlerini kurdu. Kürdler ise bağımsızlık talep etmedikleri için bir statü sahibi olamadılar.
Osmanlı yöneticilerinin, Kürd aydın ve liderlerini kendi yurtlarından uzaklaştırarak, ulusal bilinç ve toprak merkezli milliyetçiliğin gelişmesini engellemeyi düşünmeleri, onların büyük sosyal mühendisler olduğunu gösterir. Bu nedenle özellikle Kürd Mirlerin ve Kürd aydınlarının Kürdistan’dan uzaklaştırılması bu yüzden hedeflendi. Kürd aydın hareketinin genel düşünsel dünyasında bu uzaklaştırmanın etkisi açıkça görülür; bu sürgün süreci, toprak temelli milliyetçiliğin gelişimini engelleyen bir faktördür. Bu noktada çarpıcı bir örnek olması itibarıyla, Musa Anter’in Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü tarafından İstanbul’a sürgün edilmesi verilebilir. Musa Anter uzun süre İstanbul’da kaldı ve düşünce dünyası doğal olarak Türk metropollerinde şekillendi. Özellikle zaman zaman dillendirdiği şu sözler çarpıcıdır: “Biz Bodrum’suz ve İzmir’siz yapamayız.” Bu sözler bir insanın içinde yaşadığı sosyal koşulların düşüncesi üzerinde nasıl etkili olduğunu gösterir.
1900’lü yılların başlarında sürgün koşullarında yaşayan Kürd aydınlarının önemli bir kısmı, özellikle İstanbul, Paris ve Kahire gibi merkezlerde siyasal duruşları itibarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun birliğini savunmaya devam etmişlerdir. Oysa benzer bir dönemde, Türk, Arap, Arnavut, Yunan ve Bulgar aydınlarında bu türden bir "imparatorluk bütünlüğü savunusu"na rastlanmaz. Bu grupların entelektüel temsilcileri, daha çok kendi ulusal bağımsızlıklarını önceleyen siyasal vizyonlar geliştirmişlerdir.
Örneğin, Mekke Emiri Şerif Hüseyin, İngiliz askerî diplomatlarla yaptığı diplomatik görüşmelerde, “Biz Osmanlıyı istemiyoruz, padişahı istemiyoruz, halifeyi istemiyoruz, biz bağımsız bir devlet istiyoruz” diyerek kendisi Suudi Arabistan’ın kralı oldu. Oğlu Abdullah Ürdün’ün, diğer oğlu Faysal ise Irak’ın kralı oldu. Yani bir baba ve iki oğul üç devletin sahibi oldu. Aynı dönemde Türk aydınları da Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını ve Türk devletinin kurulmasını istiyorlardı. Balkan aydınları da Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını ve bağımsızlıklarını elde etmeyi hedefliyordu. Sadece Kürd ileri gelenleri ve aydınları Osmanlı İmparatorluğu çerçevesinde dil ve kültürel haklar talep ettiler. Emîn Alî Bedirxan, Abdurrezak Bedirxan, Şeyh Abdusselam Barzanî ve Hacî Qadirê Koyî dışında diğer Kürd aydınları Osmanlı İmparatorluğu’nun birliğini savunuyordu ve Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun yanında savaşa katıldılar. Dolayısıyla aynı dönemde Balkan ve Ortadoğu ulusları 1920’lerde Orta Doğu’da kurulan yeni nizamda kendi devletlerini kurdular. Kürdler ise bağımsızlık talep etmedikleri için manda statüsüne bile sahip olamadılar.
Eğer 19. yüzyılın ortasında mirlikler tasfiye edilmemiş olsaydı ve Kürd aydınları kendi bölgelerinde kalabilseydi, muhtemelen Birinci Dünya Savaşı sırasında Kürdler de toprak temelli milliyetçilik geliştirip bağımsız bir devlete sahip olabileceklerdi. Bu yüzden Osmanlı düşüncesi, Kürd toplumundaki lider, öncü ve aydınları topraktan uzaklaştırmayı bilinçli bir şekilde uygulamıştır.
Bugün Kürdistan’nın coğrafi bölgelerine baktığımızda sosyal, siyasal ve ulusal konumlanış tarihsel olarak bu coğrafyanın içinde bulunduğu koşullarla doğrudan bağlantılıdır. Osmanlı İmparatorluğuna mutasarrıf, vali ve askerî komutan veren bölgelerle, sömürgeci ilhakın gerçekleştirilemediği ve Osmanlıya askeri komutan, bürokrat, mutasarrıf vermeyen bölgeler arasında ciddi farklılıklar vardır.
Kürd lider ve aydınlarının sürgüne gönderildiği bölgelerde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yüksek idarî yapılarında görev almaları sağlanmış; valilik, askerî komutanlık gibi stratejik mevkilere Kürd mirlerinin çocukları atanmıştır. Bu durum, klasik kolonyalizmin doğrudan ilhak ve denetim biçiminden farklı olarak, içsel bir asimilasyon ve entegrasyon stratejisiyle işlerlik kazanmış; kolonyal düzen içeriden yeniden üretilmiştir. Sonuç olarak, yerel halkın toprak temelli bir milliyetçilik bilinci geliştirmesi ve kendi siyasal birlik fikrini kurumsallaştırması sekteye uğramış, aidiyet duygusu imparatorluk sadakatine yönlendirilmiştir.
Osmanlıya askeri komutan, bürokrat, mutasarrıf vermeyen Barzan-Behdînan bölgesinde durum çok farklıdır. Osmanlı-Türk, Fars ve Arap kolonyalistleri sık sık saldırdıkları Barzan ve Behdînan bölgelerinde sömürgeci ilhakı gerçekleştiremediler ve kolonyalist-asimilasyoncu siyaseti uygulayamadılar. Bu bölgelerde kolonyalistler etkili olamadı. Bu nedenle, bu bölgelerde gelişen entelektüel potansiyel, kendi iç dinamikleriyle ulusal bilincin gelişmesine katkı sundu. Barzan- Behtinan bölgesinde medreselerde eğitim ve öğrenim gerçekleşti. Bu bölgelerde basılı materyaller de oluştu. Kürdoloji çalışmalarının öncülerinden Hiznî Mukriyanî buna örnektir. Hizni Mükriyani önce Halep’te matbaa kurdu, ardından matbaayı Rewanduz’a getirdi. Güney ve doğu Kürdistan’da kolonyalist ilhakın gerçekleşmediği bölgelerde; medrese, matbaa ve yayın faaliyetleri, okul ve üniversite işlevi gören kurumların olması, toprak temelli milliyetçiliğin temelini oluşturdu.
Barzan-Behdînan bölgesinin öncülerinden Şeyh Abdusselam Barzanî ulusal haklar ve Kürd dili için Osmanlı Padişahına mektup gönderdi. Şeyh Abdüsselam Barzani toprak temelli milliyetçiliğin öncülerindendi. Bu örnek, vatana ve toprağa bağlı olan kişilerin zihniyetinin, toprak temelli milliyetçilik biçiminde şekillendiğini göstermektedir. Bugün de bu bölgedeki siyasal aktörler bağımsızlık ve devletleşme talep etmektedir. Barzan ve Behdînan bölgesindeki siyasî aktörlerin çoğu toprak temelli milliyetçiliği savunmaktadır. Diğer bölgelerde, yani Osmanlı İmparatorluğu’na vali ve komutan veren yerlerde ise toprak temelli milliyetçilik gelişmemiştir. Bu nedenle bu bölgeler Türkiye, Irak, İran ve Suriye’nin birliği ve demokratikleşmesi savunulmaktadır. Örneğin Amed, Serhat, Süleymaniye bölgeleri buna örnektir…
Devletsizliği savunmak Kürd toplumunda bir hastalık haline gelmiştir. Osmanlı döneminde Kürd aydın ve siyasetçilerinin çoğu Osmanlıcıydı. Bugün ise Türkiyecidirler. Osmanlı döneminde yaşayan Kürd aydın ve akademisyenleri gibi bugün de ana akım Kürd hareketi çevresindeki Kürd aydın ve akademisyenler Kürdlerin devlet sahibi olmasını istemiyorlar.
Kıbrıslı Türkler 450 bin nüfusla ısrarla devlet isterken, 60 milyonluk bir halkın devlet istememesi, toprak temelli milli bilincin eksikliğini gösteriyor.
Sonuç olarak, Kürd siyasetinde tarihsel olarak iki ana yönelimin izleri, farklı tarihsel kesitlerde farklı aktörlerce temsil edilmiş olsa da temel çizgileri itibarıyla birbirine oldukça benzemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde İstanbul merkezli konumlanan ve imparatorluğun birliğini savunan bazı Kürd aydın ve siyasetçilerin duruşu, bugün kuzey Kurdistan’da hâkim olan siyasal çizgiyle önemli ölçüde örtüşmektedir. Bu yaklaşım, ulusal bağımsızlık arayışından ziyade, mevcut devlet yapısı içinde reformcu bir pozisyon benimseyerek Türkiye’nin birlik içinde demokratikleşmesini savunmaktadır.
Bu ideolojik tutum, tarihsel bağlamı farklı olsa da, siyasal tahayyül düzeyinde bir süreklilik arz etmektedir. İmparatorluğun çözülme sürecinde, siyasal ve entelektüel varlığını İstanbul’da sürdüren Kürd aydınlarının gösterdiği bağlılık, günümüzde benzer biçimde Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratikleşmesi” ekseninde konumlanan Kürd aktörlerde yankı bulmaktadır.
Buna karşılık, 20. yüzyılın başlarında Şeyh Abdusselam Barzanî’nin öncülüğünü yaptığı toprak temelli ulusalcı yönelim, o dönemde dilin, kültürün ve toprağın özgürlüğünü savunan bir siyasal bilinçle şekillenmişti. Şeyh Abdüsselam Barzanî çizgisi, Kürd ulusal kimliğini kolonyalist tahakküme karşı toprak temelli milliyetçilik mücadelesiyle tanımlamış; bu yaklaşım yalnızca siyasal bir tepki değil, aynı zamanda tarihsel bir alternatifin ifadesi olmuştur. Günümüzde de bu çizgiyi sürdüren Kürd siyasal aktörler, ulusal bağımsızlık, egemenlik ve devletleşme taleplerini kararlılıkla sürdürmektedirler.
Son sözüm şudur: Beş parçaya bölünmüş Kürdistan’da ulusal bilinç çok zayıftır. Bu nedenle, toprak temelli milliyetçiliğin Kürdistan’da geliştirilmesi ve güçlendirilmesi gerekiyor.
Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
20.07.2025
İbrahim Gürbüz
[1] Bu konuşma metni, Kürd siyasal düşüncesi ve ulusal bilinç üzerine yapılan bir konuşmanın çözümüdür. Konuşma, Kürdçenin Kurmancî lehçesinde yapılmış olup, Elif Gün tarafından birebir sadakatle, anlam ve içerik bütünlüğü korunarak Türkçeye çevrilmiştir. Metin, teorik ve tarihsel çözümlemeleri içeren bir entelektüel tartışma olarak değerlendirilmelidir. Çeviri, herhangi bir yorum ya da ekleme yapılmaksızın çevirisi gerçekleştirilmiştir.
Son güncellenme: 10:35:43