Türk devleti kurulduğundan beri tüm kurumlarıyla ve tüm enerjisiyle Kürt avındadır. Kürtlere her an en acımasız şekilde saldırmaya hazırdır. Hal böyleyken, bu insafsız gücü tahrik etmenin anlamı nedir?
Bugün, HDP öncülüğündeki Kürt siyaseti, özerklik ya da öz yönetim talep etmektedir. Kürtlerin yerli topraklarında bir siyasal statüye sahip olması son derece meşru bir talep. Kürtler o topraklarda işgalci değildir, yerleşimci değildir, göçmen ya da misafir değildir; Kürtler o coğrafyanın yerli halkıdır.
Bu yerli halkın en meşru talebi olan özyönetim hakkı; ne yazık ki hendek, barikat ve çatışmaların gölgesinde bir suça dönüşmektedir.
Oysaki özerk Kürdistan hayata geçirildiğinde, iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde bağımlı olunacaktır. Yani Kürtler, Kürdistan’da kendi kendilerini yönetirken, yine Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı ve bu ülkenin sınırları içinde yaşayacaktır.
Bu hakların kazanılması Kürdistan için son derece olumlu bir adım olacaktır. Siyasi tutsaklar serbest bırakılacak, Kürtler ana dillerinde eğitim alacak, JİTEM Kürt topraklarından çekilecek, Türk devlet terörü Kürdistan’da son bulacaktır.
Tüm bunlar gerçek olacaktır, değil mi? HDP, “öz yönetim” dediği yönetimin taleplerini daha açık ve net bir şekilde belirlemeli ve belirtmelidir.
HDP, 7 Haziran’da Kürt halkının oylarını alarak hem TC’ye hem dünyaya devasa bir mesaj verdi: Artık Türkiye ve Kürdistan’da Kürtlerin büyük bir güç olduğunu ve haklarını istediğini dile getirdi.
Bugün hendeklerle ve çatışmalarla dile getirilen öz yönetim ya da özerklik talebi, dünyanın gözü önünde meşruluğunu kaybetmektedir.
Çünkü T.C. dünyaya şunu diyor: “Ben bu toprakların (Kuzey Kürdistan’ın) egemen gücüyüm. Burada hukuk ve düzeni bozan, suç işleyen gençler var. Onlarla savaşıyor, düzeni yeniden kurmaya çalışıyorum.”
Dünya da bu bahaneyi “yiyor”. Çünkü dünyadan henüz Kürdistan’daki Türk devletinin katliam ve saldırılarına karşı güçlü bir kınama mesajı yükselmedi.
Bugün Türk polisiyle çatışan gençler ne kadar iyi niyetli olsalar da, yapılan eylemler Kürt halkına zarar veriyor. Kürt halkına acı ve yıkım getiriyor.
Türk devleti kurulduğundan beri tüm kurumlarıyla ve tüm enerjisiyle Kürt avındadır. Kürtlere her an en acımasız şekilde saldırmaya hazırdır. Hal böyleyken, bu insafsız gücü tahrik etmenin anlamı nedir?
Bir an bölgede yaşayan yoksul ve yurtsever bir ailenin yerine koyalım kendimizi. Dün belki bu ailenin ne ulusal, ne insani hiçbir hakkı yoktu. Kürt olarak dünya üzerindeki varlıkları tanınmıyordu. Ama en azından boğazlarından bir lokma ekmek geçiyor, bir yudum su içebiliyorlardı. Ve evleri başlarına yıkılmıyordu.
Bugünse bu insanlar açlıkla, susuzlukla “terbiye” ediliyor. Devlet onlara “Özgürlük, özerklik, öz yönetim isterseniz, sizi açlıktan öldürürüm, başınızı sokacak eviniz kalmaz, cesetleriniz sokaklara dağılır” diyor.
Bugün bu insanlık dışı yöntemlerle Kürt halkı yıldırılmaktadır. Dün ulusal hakkı olmayan Kürd’ün, bugün evi ve yiyecek yemeği de yoktur.
Özerklik bu mudur? Özerkliği Kürtler için mutluluk, huzur, hak ve özgürlük getirsin diye istemiyor muyuz?
Neden bu en meşru özerklik talebi, böyle şiddet eylemler yüzünden “suç” olarak anılsın ki? Hem gençlerimiz ölüyor, hem davamızın meşruluğuna uluslararası çapta gölge düşürülüyor ve yurtsever Kürt halkı bölgeden kaçmak zorunda bırakılıyor.
Devletin ne olduğunu 100 yıldır çok iyi öğrendik. Dünya üzerinde hak ve hürriyete en düşman yönetimlerden biri Türk yönetimidir. Bu durumda yapılması gereken, gerçekçi olmak ve Kürtleri bu zalim devletten olabildiğince korumak ve Kürtlere saldırması için devlete malzeme vermemektir.
Bugün dünya Kürdistan’a bakıyor ve kan revan içinde bir coğrafya görüyor. Böyle çatışmalarda devletler genellikle egemen devletler açısından olaya bakarlar. Kürdistan’da olanlara da öyle bakıyorlar ve iki taraf görüyorlar. Egemen bir devlet ve o devletin “güvenlik” güçleriyle çatışan azınlık halk mensubu gençler.
Türkiye’nin bu durumda bahanesi hazırdır: “Topraklarımı ve egemenliğimi koruyorum; ben bir devletim ve yaptığım şey hakkımdır.”
Kürtler bu bahaneye karşı nasıl bir savunma üretebiliyor? Hiç. Çünkü Kürtlerin dünyaya ilan ettiği bir savunma metni ya da bildiri henüz yok.
Dürüst olalım: Bugün Kürtler, en meşru davalarını kendi elleriyle ve üstelik en cesur ve yürekli gençlerini ölümlere iterek mahvediyorlar. Türkiye, Kürt halkına karşı bir savaş açmış durumda ve Kürtler yerden göğe kadar haklı olmalarına rağmen bu savaşı kaybediyorlar.
Peki, ne yapılabilir?
Öncelikle, bu özerklik talebi, hem Türk meclisinde hem de Diyarbakır’da ama muhakkaklegal düzeyde, barışçıl ve şiddetsiz yollarla dünyaya haykırılmalı. Bütün Kürtler oldukları ülke ve şehirlerde de bunu yapmaya çalışmalılar. Ayrıca, bu bildiri, Avrupa Parlamentosu ve Birleşmiş Milletler binasının önünde de okunmalı.
Bu talep kapsamında, Kürt davasının meşruluğu bazı maddelerle şöyle özetlenebilir:
Kürtler yaşadıkları coğrafyada yerli halktır; bu topraklardaki varlıkları Türklerden çok daha öncesine dayanmaktadır.
Kürtler, kendi kendini yönetmek istemektedir; bu talep tüm yerli halkların en doğal, en meşru talebidir.
Türkler, Kürdistan’da berbat bir rejim kurmuşlardır. Kürdistan tarihi adeta katliamlar, siyasal cinayetler ve insan hakları ihlalleri tarihidir.
TC kurulalı neredeyse 100 yıl olmuş, ama Türkler bu kadar zaman içinde bile Kürtlere saygı duymayı öğrenememiştir.
Bugün bile Kürtlerin Kürdistan’da hiçbir can güvenliği yoktur. Sokaklarda maskeli polisler, maskeli askerler kol gezmekte, sanki bir düşman halka saldırırcasına en acımasız yöntemlerle Kürt halkını adeta avlamaya çalışmaktadır.
Kürtler öldürüldüklerinde katiller asla adalet önünde getirilmemekte, hatta ödüllendirilmektedir.
Kürtlerin canının Türk devleti gözünde hiçbir değeri yoktur. Kürtlerin kendi anadillerinde tek bir ilkokulları bile yoktur.
Türkler böylesine hak, hukuk tanımayan bir yönetim anlayışına sahipken, Kürtler neden bu kadar kötü bir rejimin kölesi kalmak zorunda bırakılsınlar?
Tüm bu maddeler ve fazlası, tarihsel ve güncel örneklerle desteklenip dünyaya duyurulmaya çalışılmalı. Kürtlerin her türlü ulusal talebi, barışçıl yöntemlerle, sivil itaatsizlik yöntemleriyle desteklemeli.
Çünkü T.C. ordusu, savaş etiği denen kavramdan habersizdir. Onların savaşında herhangi bir etik, herhangi bir ilke, herhangi bir kural ya da sınır yoktur. İmzaladıkları uluslararası insan hakları sözleşmeleri onlar için masaldan ibarettir.
Örneğin, Cenevre sözleşmesi ölülere nasıl yaklaşılması gerektiğinin kurallarını çizer. Türkiye, bu sözleşme dâhil tüm savaş kurallarını ayaklarının altında çiğnemektedir. Kürt anneleri ölen evlatlarını derin dondurucularda saklamak zorunda kalmış, sokaklarda kalan ölüler kokma ve çürüme noktasına gelmiştir. Türk devletinin, savaş ahlakı budur. Barış kültürü ise bulunmamaktadır.
O yüzden bu devletle şehirlerde ve kasabalarda hendekler kazarak savaşmaya kalkmak, ne yazık ki katledilmeye davetiye çıkarmaktır.
Kürt halkı legal güçleri olan HDP, DBP, DTK öncülüğünde öz yönetim taleplerini şiddetsiz ve barışçıl zeminde yükseltmeli; hendek ve çatışmaların yurtsever gençlerin ölümünden ve Kürdistan’ın yıkımından başka sonuç getirmediği artık görülmelidir.
Ayrıca, Kürt özerk yönetimin içeriği belirlenirken, diğer Kürt partiler dışlanmamalıdır. Çünkü Kürt özerkliği kurulduğu zaman Kürdistan’da HDP, diğer Kürt partileriyle de siyaset yapmak ve siyasal yaşamı onlarla da paylaşmak zorunda kalacaktır. “Türkiyelileşmek” hayalinin HDP’yi şimdiye kadar Türk sol partilerine yakınlaştırdığı ortadadır. HDP, artık siyaseten Kürdistan’daki Kürt partilerine yaklaşmalılar.
Türk sol partilerinin Türkiye’de siyaseti değiştirecek gücü yoktur. Ama bu partiler Kürtlerin haklarını kazanmaları konusunda gerçekten samimiyseler eğer, HDP’yi kendi ideolojilerine yem yapmadan da Kürt haklarını savunabilirler.
HDP’nin işlevi ne “kategorik AKP karşıtlığı” ne de AKP karşısında Kemalizme tutunmak olmalıdır.
En önemlisi de HDP şu konuda uyanık olmalı: HDP, Türk solunun AKP’ye karşı kullandığı “muhalefet oyuncağı” değildir. HDP veya Kürt halkı, Türklerin herhangi bir Türk hükümetini devirmek için yararlanacağı “politize olmuş kalabalık” hiç değildir.
DP, “AKP karşıtlığı” temelinde değil; “hak ve özgürlükleri kazanma” temelinde siyaset yürütmelidir. Diğer kitlesel Türk partilerinin, örneğin CHP ve MHP’nin Kürtlere nasıl davrandığı ve hangi hakları tanıdığı daha doğrusu tanımadığı tarihte yazılıdır. Yaşanmış ve görülmüştür. AKP onlardan daha iyi ya da daha kötü değildir.
Ulus olma adına tek bir yasal hakkı olmayan Kürtlerin, Türk hükümetlerini devirmeye yetecek ne gücü vardır, ne de bu mücadelenin Kürtlere herhangi bir hak kazandıracak potansiyeli.
Yani Kürtlerin “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek değil; “Özerkliğimi istiyorum”, “Ana dilimde okulumu istiyorum”, “Siyasi tutsakların serbest bırakılmasını istiyorum” ve “Kürt kimliğimi istiyorum” gibi ulusal hakları vurgulayan slogan ve taleplerle siyaset yapmaları daha mantıklı değil midir?
Bu noktada, HDP’nin Kürt meselesini “Türkiye’nin bir iç meselesi” olarak görmesi Kürtlerin en büyük talihsizliğidir. Kürt meselesi uluslararası bir sorundur. Ve bu mesele, dünyaya taşınmalıdır.
Kürt meselesini Türkiye sınırları içine sıkıştıran bu yanlış algıdan ötürü, Kürtler en haklı davalarını ve taleplerini dünya arenasına taşımaktan özenle kaçınmıştır. Bu da hem Kürtlerin çokça güç kaybetmesine sebep olmuş; hem de dünyanın Kürtleri anlamasına engel olmuştur.
Şu da doğrudur ki en barışçıl talep bile devletin toleranssızlığıyla karşılaşabilir. Buna son örnek barış isteyen akademisyenlere Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği cevap ve Abdullah Gül Üniversitesi’nde barış talep eden bir akademisyen hakkında soruşturma açılması olmuştur.
Yasal yolla ve şiddetsiz olarak barış ve özgürlük isteyen Kürt de devletin saldırısına uğrayacaktır. Ama bu durumda Kürt ya hapse atılır veya en korkunç ihtimalle öldürülür. Ama büyük ihtimalle evi başına yıkılmaz. Fakat savaş şehirlere taşındığında, devletin cevabı çok yıkıcı ve çok ölümcül olmaktadır. Bunun önü açılmamalıdır.
Ve barışçıl talebe devletin göstereceği şiddete, dünyanın vereceği tepki çok daha farklı olacaktır. Başka bir deyişle, Kürtlerin şiddet içermeyen eylemlerine, Türk devletinin şiddetle yaklaşması uluslararası kamuoyunun daha çok tepkisini çekecektir.
Kürtler, Kürdistan’dan kaçmaya devam etmek zorunda kalırsa eğer, boşaltılmış bir Kürdistan’da ya da Kürtsüz kalmış bir Kürdistan’da özerklik kurulmasının bir anlamı olacak mıdır?
Kürt yoksa özerklik kimin içindir?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.