Yüzyılda Bir Fırsatı Yakalıyoruz Yüzyıl Sonra Olmayacak -2-

Yazının önceki bölümünde geçen yüzyıl konjonktürünü ele almaya çalıştım.

Neval Çelik

25.05.2014, Paz | 15:25

 Yüzyılda Bir Fırsatı Yakalıyoruz Yüzyıl Sonra Olmayacak -2-
Makaleyi Paylaş
Yazının önceki bölümünde geçen yüzyıl konjonktürünü ele almaya çalıştım. Yeni oluşan dengeler içinde Kürtler yer bulamadı. Muhakkak ki burada esas sorumlu olarak kendimizi ele almak ve yanlışlarımız üzerine konuşmak durumundayız. Fakat öncesinde sömüren güçlerin politikalarını ortaya koyan bir örneği ele almakta yarar görüyorum. Çünkü bu örnek Kürtler için daima geçerliliği olmuş, olan politikaların birinci ağızdan dile gelişidir.

Mustafa Kemal’in 1920’de ittihat ve terakkinin yönetim kadrolarından Talat Paşa’ya yazdığı mektuptan bir alıntı yapmadan önce mektubu yazdığı koşullara vurgu yapmakta fayda var. Mondros mütarekesi ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılmış, İstanbul’da son meclisi mebusan seçilmiş misakı milli diğer adıyla ahdı milli Kürtlük adına tek bir delegenin olmadığı gizli bir oturumla kabul edilmişti. Kazım Karabekir, Erzurum’da İngiliz devlet temsilcisi Rawlinson’la diplomatik temas halindeydi ve ‘cumhuriyet mi – hilafet mi’ sorusu M. Kemal’e görüşme talebiyle birlikte iletilmişti.

Oysa öncesinde İngilizlerin Kürtlerle ciddi temasları vardı. Bugün halâ TC devletinin terör örgütleri listesinde yer alan Kürdistan Teali Cemiyeti başta olmak üzere, lideri Seyid Abdulkadir ve Osmanlı Devletinin Paris Barış Konferansı’nda görevlendirdiği Kürdistan Temsilciler Heyeti başkanı Şerif Paşa’nın Kürt ve Kürdistan adına ciddi çabaları vardı. Öyle ki, Şerif Paşa Paris Barış Konferansı’nda Ermeni Delegasyonu başkanı Nobos Ağa ile ilkelerde uzlaşarak ortak bir muhtıra hazırlıyor. Ermeni ve Kürtlerin bağımsızlığı konusunda anlaşılmış olan metin konferansa sunuluyor. Toprak paylaşımı konusu ise konferansın tartışmasına bırakılıyor. Bu arada M. Kemal Kürdistan’ın tüm eyaletlerindeki temsilcilerine talimat göndererek Kürt aşiret liderlerinin konferansa Şerif Paşa’nın temsilini kabul etmedikleri ve Osmanlıdan kopmak istemediklerini ifade eden telgraflar göndermelerini buyuruyor. Temsilcilerin Kürt Halkı içinde bunun için yaptığı propoganda ise, Şerif Paşa’nın yaptığı anlaşmanın sonunda bütün Kürt topraklarının Ermenilere verileceği ve hilafet karşıtı olduğudur. Kürdistan’ın neredeyse her yerinden telgraflar gidiyor. Bu telgrafları inceleyen bilim insanları, neredeyse tamamının Osmanlı yetkililer tarafından kaleme alındığını belirtiyor. Fakat sonuç; Konferans’ta Kürt Delegasyonunu temsil eden Şerif Paşa’nın etkisizleşmesi oluyor. Bolşeviklerin Kafkasya’da hızla nüfuz ettiği de bu durumla birleşince yeni dengelerde ağırlık koymak isteyen Avrupa ve başta İngiltere, Kuvayı milliyecilerle siyasi arayışa yöneliyor.

Bütün bu süre zarfında gerçekleşmiş olan toplantılarda, resmi belgelerde Kürtler aslî unsur, ayrılmaz din kardeşi olarak geçiyor.

Ardından Mart 1920’de İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinin önünü açtığı Kuvayı milliye hakimiyeti, İstanbul Hükümetinin tasfiyesi dolayısıyla hilafetin ortadan kalkması süreci ve Ankara’nın merkeziyeti dönemi başlıyor. Kürdistan Teali Cemiyetinin bütün temsilcilikleri kapatılıyor. Kürt Halkı ise, hilafet ve din uğruna oyalanarak eli kolu boş ortada kalıyor. Korkutulduğu Ermeni işgali de boşa düşüyor. Artık yeni dengeler oluşurken, Kürtler öncüsüz, perspektifsiz kuvayi milliyenin insafına kalıyor.

İşte yukarıda bahsettiğimiz Şubat 1920 tarihli mektup, Seyid Taha vb. bazı Kürtlerin liyakat ödülü aldığı, Kürt ve Türklerin ayrılmaz din kardeşi olduğu propogandasının yoğun işlendiği bir dönemde yazılmış;

‘ Ben, hareket safhasını ikiye ayırıyorum. Birincisi; barışa kadar takip olunacak hareket tarzı. İkincisi; barıştan sonra tavır ve hareket. Bunlar birbirinden farklı olmak lazım gelir. Çünkü bugün yalnız dahili düşmanlarımıza karşı değil, onlarla beraber doğrudan doğruya itilaf devletlerine bilhassa İngilizlere karşı vaziyet ve tedbir almak mecburiyetindeyiz.

Halbu ki, bağımsızlığımız saklı kalmak şartıyla bir barış imzaladıktan sonra yalnız dahili hasımlarımızla karşı karşıya bulunacağız ki, bugünkü genel ve yaygın kuvvet ve nüfuzumuzu iyi muhafaza ettiğimiz taktirde, bu zavallılara layık oldukları muameleyi tatbikte hiçbir müşkülat tasavvur etmiyorum.’ (Atatürkün Bütün Eserleri kitabından)

‘Osmanlıda oyun bitmez’, ‘Türkün dostu yoktur’ söylemleri doğrudur. ‘Zavallı’lara layık görülen muameleyi en derinden yaşamış bir halk olarak bu konuda farklı bir algının olmayacağı kanısındayım.

Sorun şurada; geçmiş tarih değerlendirmelerimizin büyük oranda aynı olmasına karşın, bir hastalık gibi, varlık koşullarımızı oluşturmakta, buna dayalı perspektif ve pratik ortaya koymakta zorlanıyoruz. Aslında, VAR olmayı kendimize layık görüyor muyuz? Bu konuda kendimize, birbirimize ne kadar güveniyoruz. Bizim bile ağzımızdan rahatça çıkabilen ‘keklik soyu’ tabirinden uzaklaşmak için ne kadar çaba harcıyoruz? Kendi değerlerimize ne kadar sahip çıkıyoruz? Kendimize ne kadar saygılıyız? Kendimizden olana ne kadar saygılıyız? …. Bu vb. daha yüzlerce soru sorabiliriz. Biz yine yaşananlardan yola çıkarak sorgulayalım.

21. yy. bize yeni fırsatlarla geldi. Güney Kürdistan’da hükümet kuruldu, bağımsızlık kaçınılmaz olarak gündemde. Güney batı Kürdistan’da siyasi ve askeri mücadeleyle statü elde etme koşulları var. Kuzey Kürdistan’da, Türkiye’nin Güney Kürdistan’a duyduğu ihtiyaçtan kaynaklı olarak siyasi manevra imkanı çok fazla.. Doğu Kürdistan ise, kendi içinde taşıdığı yoğun potansiyele rağmen bu parçaların fiili desteğine muhtaç..

20. yy’ın henüz başında, Güney ve Doğu Kürdistan’da bir yandan, Kuzey’de Kürdistan Teali Cemiyeti temsiliyetinde bağımsızlıkçı çizgi mücadelesi varken, diğer yandan özellikle Osmanlı tebaası olarak yaşamayı kabullenen ve tercih eden bir çizgiden söz etmek zorlama olmaz. Bu yanıyla günümüzle benzer özellikler taşıyor aslında. Bulunduğumuz dönemde de PKK öncülüğünde Türkiyelileşmeyi savunan entegrasyon çizgisi ile, Kürtlerin statü kazanmasını savunan ulusalcı çizgiden bahsetmek gerekiyor. Eğer PKK, 1990’lı yıllardan itibaren legal siyasete ağırlık vererek gerçek anlamda diplomatik ilişkilerle süreci yürütmeyi esas almış olsaydı, bugün yaşadığı birçok reel durum yaşanmayabilirdi. Fakat liderinin esaret durumunun dayatması olarak çizgisini değiştirmesi, bunun devamı olarak politika geliştirmesi, bu politikaların merkezinde bir sapmanın var olduğunu otomatik olarak ortaya koyuyor. Örneğin bu politika değişikliği Güney Kürdistan’ın statü kazanması ve Kuzey Kürdistan’da siyaset koşullarının gelişmiş olmasına dayalı gelişseydi, ulusal çıkarlara dayalı olur ve Kürt-Kürdistan merkezli olurdu. Hatta bunun sonucu çok rahat söylenebilir ki; askeri gücün Güneyle birleşmesi, Kuzeyde ortak ulusal siyaset olurdu. Güney batı da da aynı şekilde… Böylece otomatik olarak Kürdistan temsili ortaya çıkar ve en basitinden Suriye için yapılan bütün uluslararası toplantılarda ciddi bir irade olarak varlık gösterilir, sonuç alınabilirdi. Bunun yerine yaşanan ne oluyor? Suriye’de yüzlerce Kürt gencinin kanı akıyor, kimin hanesine yazıldığı belli olmadığı gibi, Kürdistan yerine gerici güçlerle uzlaşıldığı için hiçbir somut kazanıma da yol açamıyor. Kum üstüne ‘destan’ yazılıyor… Bu da yetmiyor, kendisi için bağımsızlık arayışında olan Güney Kürdistan Hükümeti hem Kürt Halkı içinde hem de uluslararası kamuoyunda teşhir ediliyor. İşte bu durum ne yazık ki bana, Paris Konferansında Şerif Paşa’ya yaşatılan itibarsızlaştırma politikasını çağrıştırıyor… KDP’nin bağımsızlıkçı olduğundan hiç şüphe yok. Ancak ulusalcılığın daha kalın çizgilere ihtiyacı var. Şunu kabul etmek gerekir ki, eğer ulusal yan, niyetten öte pratik politikada başından itibaren belirgin olsaydı, PKK de bugün yaşadığı pervasız diktatöryal duruşun sahibi olmayacaktı. Güney batı’da da Kuzey’de de Kürtler bu kadar zorlanmazdı. Hatta Doğu’da da şimdi bunun girişiminin muhakkak yapılması gerekir.

Artık şu gerçek kendini dayatmaktadır; yaşadığımız konjonktürden Kürtler için kazanç elde etmek istiyorsak, ulusal iradeyi açığa çıkarmalı ve hakim kılmalıyız. Kürtlerin çıkarına hizmet eden her türlü siyasi ilişkinin yanında durmak ama entegrasyonu muhakkak reddetmek gerekir. Burada kapsayıcı olması gereken ulusal çizgidir. Çünkü entegrasyon ulus çıkarlarını reddeder. Doğası gereği, entegre olmayı hedeflediği gücün çıkarlarını gözetir. Entegre olunacak güç de Kürtlük ve Kürdistan konusunda kırmızı çizgileri olan bir güç olduğuna göre, taviz vermeden sağlanması mümkün değildir. Siyaseten de eli kolu bağlanmıştır. Bu nedenle kapsayıcı olamaz, olsa da istikrarlı olamaz. Fakat ulusal çizgi tam tersidir. Ne pahasına olursa olsun, halk söz konusu olduğunda tavizsizdir. Her kesimi, her düşünceyi kapsar. Dışlayıcı olamaz, olmamalıdır..

Tam da burada bir parantez açarak bazı konulara değinmek istiyorum. Kuzey Kürdistan’da ulusalcılık iddiasında olan birçok örgüt, hareket hatta şahıs var. Türkiye koşullarındaki yumuşamanın etkisiyle sayıları da giderek artıyor. Fakat anlaşılmaz bir şekilde 1919’da Van Valisi Haydar Bey’in Kürtler için söylediği sözleri doğrularcasına birbirlerine düşmanlık temelinde…. Sanki Kürdistan kurulmuş, sanki ortada paylaşılacak yetkiler varmış, sanki olur da bir şey çıkarsa şimdiden kapayım gibi bir havayla… Oysa yapılması gereken, elden geldiğince birbirini tölere ederek cepheyi güçlendirmektir. Çünkü zaman bizi beklemiyor, koşullar hep böyle bize dönük olmayacak ve en önemlisi karşı cephe güçlü… Burada birbirini tüketmenin, yok etmenin bir anlamı yok. Yurtseverlerin tümünün birbirine doğru adım atması şarttır. Demokratik bir dil ve üslup geliştirmeye, kendi içinde bunu hakim kılmaya, dışa karşı da diplomatik duruşu hakim kılmaya ihtiyacımız var. Ortaya çıkan bütün değerlere, kim yaratmış olursa olsun, bizim olduğu bilinciyle hakkını vermek çok önemlidir. Başkalarının belirlediği gündemlerden uzak durmak, gösterilen hedefler yerine, ihtiyaç duyulan hedeflere yürümek ve çok önemlisi de Kürt orjinli bakmayı, duymayı, konuşmayı öğrenmeye çabalamamız ve birbirimizi buna zorlamamız gerekiyor. Yoksa var olan tüm öncülükleri topa tutarak bir sonuca ulaşamayacağız. Tabandan şekillenme de yukarı baskı uygulayabilir. Yeter ki bu fırsatı kaçırmayalım..

Neval Sevda Çelik

25.05.2014
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
17917 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:20:50:51
x