Değişmeyen Şam’la entegrasyon gerçekçi mi, riskli mi?
Şam iktidarı ile Rojava Özerk Yönetimi arasında süregelen müzakerelerin başarıya ulaşması, devletin yapısal niteliğine ilişkin derin sorunların çözülmesine bağlıdır. Bu temel meseleler çözümlenmedikçe, “entegrasyon” görüşmeleri yüzeysel düzeyde kalacak ve sık sık akamete uğrayacaktır.

Suriye’de Rojava özerk yönetimi ile El Şara iktidarı arasında ABD ve diğer uluslararası aktörlerin arabuluculuğunda devam eden müzakerelerin başarıya ulaşamamasının temel yapısal nedeni, Kürdistan coğrafyasını paylaşan ve sömürgeleştiren Türkiye, İran, Suriye ve düne kadar Irak’ta yüzyılı aşkın süredir varlığını sürdüren katı merkezî ulus-devlet modelidir.
Bu model, yalnızca siyasal iktidarların biçimini değil, aynı zamanda toplumsal aidiyetin ve kimliğin tanımlanma biçimini de belirlemiş; böylece Kürtlerin kolektif hak taleplerini siyasal sistemin dışında konumlandırmıştır. Bu durum, Kürt ve Kürdistan meselesinin çözümsüzlüğünü devam ettiren en belirleyici faktörlerden biri haline gelmiştir.
Ankara, Tahran, Şam ve Bağdat, başta Kürtler olmak üzere diğer ulusal ve mezhepsel kimliklerin çeşitliliğini bir tehdit olarak algılamış; ulusal birliği homojenleştirici politikalarla varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Türkiye’de “tek millet, tek dil, tek bayrak” ilkesi; İran’da Fars ve Şii merkezli kimlik inşası; Irak ve Suriye’de ise Arap milliyetçiliği, bu anlayışın en somut yansımaları olmuştur. Bu siyasal mimari içinde Kürtler, her zaman ulusal bütünlüğe tehdit oluşturan bir unsur olarak görülmüş, ulusal demokratik talepleri, kimlikleri ve siyasal temsil istemleri zorla bastırılmıştır.
Ayrıca söz konusu devletler, tarihsel süreç boyunca Kürt halkı ve diğer toplumsal bileşenlerle siyasi, idari ve ekonomik düzeylerde yetki ve güç paylaşımına sistematik biçimde karşı çıkmışlardır. Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme taleplerini gayrimeşru kabul etmekle kalmayıp, devletin meşru sahibi olarak yalnızca kendilerini gören bu ulus merkezci otoriteler, federal, ademi merkeziyetçi çoğulcu ve katılımcı bir yönetim anlayışını da kategorik biçimde reddetmişlerdir. Bu yaklaşım, yalnızca Kürtlerin siyasal temsiline engel olmakla kalmamış; aynı zamanda devlet ve toplumda demokratik yönetişim mekanizmalarının gelişimini de ciddi biçimde sınırlamıştır.
Bu tutum, Kürtler ile söz konusu devlet merkezleri arasında tarihsel olarak süreklilik arz eden bir çatışma, direniş ve gerilim dinamiğinin kurumsallaşmasına yol açmıştır. Kürt ve Kürdistan meselesi bu nedenle yalnızca ulusal bir sorun olarak değil, aynı zamanda merkezî devlet yapılarının demokratikleşme kapasitesiyle doğrudan ilişkili bir siyasal krizdir. Avrupa’daki ademi merkezîleşme ve federatif modellerin tersine, Ortadoğu’daki devlet yapıları, yerel özerklik ve kimlik temelli yönetişimi devlet için bir zafiyet ve parçalanma unsuru olarak görmeye devam etmektedirler.
Bu bağlamda, Şam iktidarı ile Rojava Özerk Yönetimi arasındaki müzakerelerin başarıya ulaşabilmesi, esasen Suriye devletinin yapısal niteliğine ilişkin derin sorunların çözümüne bağlıdır. Trump yönetimi, diğer bölgesel ve uluslararası krizlere yaklaşımında olduğu gibi Suriye sorununa da kalıcı ve adil bir çözümün ne olacağını tartışmaktan ziyade, yangını söndürmeye yönelik bir “itfaiyeci refleksi” ile hareket etmektedir.
Bu temel meseleler çözümlenmeden yürütülecek “entegrasyon” görüşmeleri yüzeysel kalacak ve sık sık başarısızlığa uğrayacaktır. Entegrasyondan önce, özellikle geçici anayasa olmak üzere hazırlanacak yeni anayasanın; Suriye devletinin yapısını ve ismini, ulusal kimliklerin ve mezheplerin tanınmasını, bu grupların haklarının anayasal güvence altına alınmasını açık biçimde tanımlaması gerekmektedir. Ayrıca yetki ve güç paylaşımının sınırları net bir şekilde belirlenmeli ve federal ya da ademi merkezî bir yönetim modelinin anayasal temeli oluşturulmalıdır.
Şam yönetimi ile Kürtler, Aleviler, Dürziler ve Hristiyanlar arasında sağlanacak uzlaşı ve anlaşmanın garantörlüğü uluslararası aktörler veya kurumlar tarafından üstlenilmelidir. Müzakerelere yalnızca Özerk Yönetim değil, Kürtler, Aleviler, Dürziler, Arap muhalefeti ve Hristiyanların ortak temsil aracılığıyla katılması, Suriye muhalefetinin taleplerinin masada ve uluslararası kamuoyunda daha görünür olmasını sağlayacak; bu sayede hem meşruiyetleri artacak hem de Şam iktidarı üzerinde baskı yoğunlaşacaktır.
Bu temel ilkeler hayata geçirilmeden, Demokratik Suriye Güçleri’nin (DSG) yeni Suriye ordusuna entegrasyonu veya Özerk Yönetim’in denetimindeki enerji ve tarım bölgelerinin Şam yönetimine devri gibi adımların ön koşul olarak dayatılması, Kürtlerin müzakere masasındaki pazarlık gücünü zayıflatmak anlamına gelir. Böyle bir yaklaşım, Kürtlerin stratejik avantajlarını ortadan kaldıracak ve onları siyasal süreçte edilgen ve savunmasız bir konuma sokacaktır.
Nitekim Ankara’nın “mutabakat” ve “entegrasyon” anlayışı da esasen bu mantığa dayanmaktadır: Önce mevcut kazanımların Şam’a devri, ardından teslimiyet. Türkiye’de PKK lideri Abdullah Öcalan ile yürütülen süreç de bu yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu tutum ne Suriye’nin demokratikleşmesine katkı sağlayacak ne de Kürt meselesinin kalıcı ve adil çözümüne hizmet edecektir. Aksine, mevcut yapısal, tarihsel ve jeopolitik sorunları ve haksızlıkları yeniden üretecek ve yeni bir çatışma döngüsünü tetiklemeye devam edecektir.
X: @cetin_ceko
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Son güncellenme: 16:22:17





























































































































































































