Selahattin Demirtaş, bugüne kadar birçok öykü yayımladı. Şiirler yayımladı. Öykülerinin Seher (Dipnot Yayınevi, 2017, Ankara) isimli bir kitapta topladı. Son olarak da Korkma başlıklı bir şarkı besteledi. Şarkının sözleri de, müziği de kendisine ait. Bu ürünlerin hepsi de Türkçe. Korkma şarkısının sözleri de, müziği de Türkçe.
Bu şarkının sonunda, Selahattin Demirtaş, halka, şarkısının beğenilip beğenilmediğini de soruyor. Şarkısının beğenilip beğenilmediğinin mesajla kendisine iletilmesini istiyor. Ben de Selahattin Demirtaş’ın iyi niyetine sığınarak bu ürünlerle ilgili düşüncelerimi, duygularımı belirtmek istiyorum.
Kürtlerin, Kürdçe’nin, Kürdistan’ın durumunu anlatmakta kullanılan birçok kavram var. Bunlardan biri de ‘sesi ve tarihi silinmiş bir halk’ kavramıdır. Örneğin, çevirmen Caroline Strckert’in, Haydar Karataş’ın, ‘Ejma’nın Rüyası kitabının, (Notabene, Eylül, 2017) arka kapağında yer alan, Kürdleri tanımlayan cümlesi böyle…
Bir halkın sesi ve tarihi nasıl silinir? Bu, çok bilinen, incelenen bir konudur. Ayrıca, hala incelenmesi gereken bir konudur. Bu konuda, Türk, Arap ve Fars devletlerinin politikalarını, bu politikaların nasıl uygulandığını yakından biliyoruz. Bu politikaların esasının asimilasyon olduğunu da biliyoruz. Asi milasyon politikasının, uygulamasının esası da şudur. ‘Bir Kürde, Türk olarak herşey, Kürd olarak hiçbirşey’…Bu devletler, devletin ideolojik baskı araçlarını ve zorlayıcı baskı araçlarını sistematik bir şekilde, kararlı bir şekilde uygulayarak asimilasyonu gerçekleştirmeye, asimilasyona karşı direnmeye çalışanları da fiziki imha yöntemleriyle, sürgünlerle, yerlerinde yurtlarından ederek, etnik temizlik yaparak vs. yok etmeye çalışıyorlar.
Kürlerin, Kürd aydınlarının, Kürd siyasetçilerinin bu konudaki tutumları elbette çok önemlidir. Bunların çok önemli bir kısmı da Kürdçe konuşmayarak, yazmayarak, Kürdçe öğrenmeyerek, çocuklarına, Kürdçe öğretmeyerek, çocuklarının, Kürdçe öğrenmesini, konuşmasını sağlayacak bir ortamın oluşmasını sağlamayarak, her alanda, Türkçe kullanarak, devletin bu politikalarına, uygulamalarına büyük bir katkı sunuyorlar. Halkın sesi ve tarihi de bu süreçte siliniyor.
Bunun, Türk diline, Türk kültürüne hizmet olduğu açıktır.Türk aydınlarının, yazarlarının, siyasetçilerinin büyük bir kısmı, bu tutumundan dolayı Selahattin Demirtaş’a övgüler düzüyorlar. Bunu anlamak mümkündür. Fakat, bu becerilerinden dolayı, Kürdlerin önemli bir kısmı da Selahattin Demirtaş’a alkış yapıyorlar. Bunu anlamak ise mümkün değildir. Halbuki, Selahattin Demirtaş’ı ‘Neden kendi ana dilinle yazmıyorsun?’ diye eleştirmek çok daha önemli bir tutumdur. İşte bu tutum, asimilasyonun yaygınlığını ve derinliğini göstermektedir.
‘Dil çok mu önemli ‘diyenler olabilir. Elbette çok önemlidir. Eğer, siz, ‘dil o kadar önemli değildir’ diyorsanız, ikinci sınıf Türk olabilmek için bu kadar çaba göstermek yerine, devletin her dediğini yaparak, devlet görüşüne, resmi ideolojiye tamamen teslim olarak birinci sınıf Türk olursunuz.
Devletin, bu teslimiyet sürecinde, ilk olarak dediği, diyeceği husus elbette, Kürd dili ile ilgili olacaktır. Bu süreçte , devlet, Kürdlere, ‘bırakın bu ilkel dili, Türkçe konuşun, çocuklarınızın Türkçe konuşmasını sağlayın…’diyecektir…. Devlet, dilin ne anlama geldiğini çok yakından anlamıştır. Bu yeni bir durum değildir, İttihat ve Terakki’den beri, hatta Yeni Osmanlılar’dan, Namık Kemal’den beri bu, böyledir. Kürdçe’nin inkarı, Kürdçe yasakları, Kürdçe eğitimin imkansız olduğunun söylenmesi bununla İlgilidir. Şunca mücadeleye rağmen, şunca ödenen bedele rağmen, Kürdlerin çok önemli bir kısmının hala bunu kavramamış, bunun bilincine varmamış olmaları çok şaşırtıcı bir durumdur.
***
Yukarıda, Selahattin Demirtaş’ın öykü, şiir, şarkı gibi ürünlerini hep Türkçe verdiği söylenmişti. Bunun Türk diline ve Türk kültürüne hizmet olduğu da söylenmişti. Devlet, bu süreçten dolayı elbette memnundur. Ama, Kürdlerin kendi görüşüne daha fazla teslim olmalarını arzu ettiği için, bu memnuniyetini dile getirmemeye çalışır. Ama şurası açık, Selahattin Demirtaş Kürd olduğu için cezaevinde tutulmaktadır. Kürd sorununa çözüm arama iddiasıyla kurulan bir siyasal partinin yöneticisi olduğu için cezaevinde tutulmaktadır. Tutuklu veya hükümlü öbür milletvekillerinin durumu da aşağı yukarı böyledir.
Dikkat edilirse, burada, dile getirilen hak, yani Kürdçe’nin, toplumsal, siyasal ilişkilerin her alanda yaşanması, kullanılması, radikal bir istek falan değildir. Çok doğal olan bir istektir. Bunun Kürdlerde, böylesine sorunlu bir hale gelmiş olması konusunda, devletlerin politikaları, uygulamaları elbette eleştiri konusu olmalıdır. Ama birinci planda eleştirilmesi gereken, Kürdlerin kendi dilleri karşısındaki bu sakat tutumudur. Bugün, Kürdlerin, en fazla ihtiyaç duydukları alan eleştiri olmalıdır…
Halkların Demokratik Partisi’nin programında, Kürd diline hizmet etmek, Kürd kültürüne hizmet etmek önerileri bulunmaktadır. Bu hizmetin yapılıp yapılmadığını, nasıl yapıldığını kişi olarak bilmiyorum. Ama, Halkların Demokratik Partisi, gerek gerek merkezde, gerek taşrada, örgütlü olduğu Kürd şehirlerinde vs. her alanda Türkçe kullanarak, devletin asimilasyon politikasına, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonuna, bu politikanı uygulanmasına çok daha büyük hizmet ediyorlar. Bu çok daha somut, izlenebilir, gözlenebililir bir süreçtir.
Ortadoğu’da, Filistinli Arapların ve Kürdlerin mücadelesini karşılaştırmak bize, Kürd ve Arap sorunları hakkında, Filistin sorunu hakkında, çok önemli bilgiler vermektedir, bilgilerimizi çoğaltmaktadır. Örneğin, FKÖ Lideri Yasser Arafat’ın, (1929-2004) veya Filistinli Arapların herhangi bir yöneticisinin, Arap dilini bırakmış, İbrani diliyle şiirler yazdığını, şarkılar bestelediğini, Arap melodileri yaptığını düşünün… Bu süreç Filistinli Araplarda nasıl bir etki yaratır?... Bunu uzun uzun düşünmek gerekir. Kürd sorununun çok farklı bir sorun olduğu söylenebilir. Elbette çok farklıdır. Fark, Kürdlerin sesinin ve tarihinin silinmiş olmasıyla ilgilidir. Kürdlerin sesinin ve tarihinin silinmiş olmasıyla ilgili olarak devletin, devletlerin politikası, uygulamaları nedir? Bu politikalara, uygulamalara karşı Kürdlerin tutumu nedir? Bu süreçlerin zaman ve mekan içinde incelenmesi önemli olmalıdır. ‘Kürdlere devlet gerekmez’ deyip, Filistinli Araplara ısrarla devlet olmayı savunan görüşün çelişkisi, sahteliği de bu çerçevede daha iyi anlaşılır.
2013 yılında, Diyarbakır’da, bir ‘Çözüm Toplantısı’ olmuştu. Bu toplantıya, İBV’den bir arkadaşla biz de katılmıştık. Doğal olarak toplantıyı düzenleyenler, toplantıyı izleyenler, Kürd’dü. Konuşmacı veya izleyici birkaç Türk, olabilir, Ama çok büyük bir kesim Kürd, Ermeni, Süryani, Ezidi Kürd vs. idi. HDP’den bir arkadaş Roboski’de yaşanan zülmü, işkenceyi vs. anlatıyordu. Devletin baskısını, zulmünü eleştiriyordu, devleti suçluyordu. Ama bunu Türkçe olarak, Türk diliyle anlatıyordu. Bu durum beni çok şaşırtmıştı.
Devletin bu konudaki beklentisi, duyguları, düşünceleri kanımca şudur: ‘… Sen beni istediğin gibi eleştir, suçla… Ama sen benim istediğim gibi olmuşşun, Bu çok iyi… Ben ne diyorum, ‘Bu ilkel dilinizi bırakın, Türkçe konuşun, dünya ile ancak Türk diliyle bütünleşebilirsiniz…’ Ben bunları söylüyorum, sen de benim istediğim gibi artık Türkçe konuşuyorsun… Beni eleştir, suçla, bundan bir şey çıkmaz. Önemli olan senin Türkçe konuşman… Ben de bunu istiyorum…’
Devletin, Roboski’de, yaşanan zülmü baskıyı, Türkçe anlatan kişi ile ilgili olarak, şöyle bir beklentisi de vardır. ‘…Sen konuşmanın başında kendi dilinizle birkaç laf ettin, ileride çocukların o birkaç lafı da edemeyecek… Torunların, torunlarının torunları vs. Kürd olduklarını bile bilemeyecek, ‘atalarımız Kürdmüş…’ diyecekler… Devletin bu algısı karşısında Kürdler nasıl bir tutum sergilemeli?
Yine bu yıllarda, 2016’de, Dersim’de, bir toplantı düzenlenmişti. Ağuçan Ocağı’ndan 22 Pîr’, Temmuz 1938’de, evlerinde toplanıp yakılmışlar, Ev içindeki insanlarla birlikte yakılmış… Konuşmacılar, Ağuçan Ocağı’nın bügünkü torunları, bu sürecin nasıl yaşandığını anlatılıyordu. Ogünlerde, Hozat’da, Sekesor Dağı’nda, toplu mezarların açılıp, kemiklerin bulunup, bu Pîrler için bir mezar yapmak çabası vardı. Bu toplantıya, Cizre’den birkaç kadın da katılmıştı. Bu kadınlar da Cizre’de, 2015 yılında, ‘Hendek Savaşı’ sırasında, yaşanan baskıyı, zulmü anlatıyorlardı. Bu zulmü yaşamış bir kadın, konuşmasına, ‘Sizlere, Türkçe hitap edemediğim için özür diliyorum, kendi dilimle konuşmak zorunda olduğum için utanıyorum…’ diye başlamıştı. Bu konuşma da beni çok şaşırtmıştı. Çünkü, birkaç konuşmacı veya birkaç dinleyici hariç, toplantıyı izleyenlerin çok büyük bir kısmı Kürd’dü.
HDP’de Kadın Kolları, Gençlik Kolları gibi birçok örgütlenmeler var. Eğitim çalışmaları da var. Sözü edilen kadın da Kadın Kolları’nda çalışan bir kadın… Acaba, bu kadın, nasıl bir eğitim aldı da kendi öz diline bu kadar yabancılaşmış, bunca zulme rağmen, zulüm yapanları diliyle konuşmak istiyor, konuşamadığı için, izleyicilerden özür diliyor?
24 Haziran 2018 Genel Seçimlerinin ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu açıdan irdelenmesinde yarar vardır. Seçimler sonunda HDP TBMM’de 67 milletvekili ile temsi edilmektedir. Geleceği okumak, kavramak için şu soruların sorulması gerekir kanısındayım. Bu milletvekillerin kaçı Kürd’dür? Bu milletvekillerinin kaçı Kürdçe konuşabilmektedir, yazabilmektedir? Bunlardan çok daha önemli olan soru şudur. Bu milletvekillerin çocuklarını kaçı Kürdçe konuşabilmektedir, yazabilmektedir? Bunlar kadar önemli bir soru da şu olmalıdır. Bu milletvekillerin kaçı, akşam evine döndüğü zaman, sofrada, salonda vs. eşiyle, çocuklarıyla Kürdçe konuşmaktadır? Geleceğin, neler getireceği konusunda bu sorular üzerinde, bunun gibi sorular üzerinde düşünmek gerekir.
‘Sesi ve tarihi silinmiş bir halk’ kavramını artık, Türk aydınları da kullanıyor. Ama, Türk aydınlarının, yazarlarının, siyaset adamlarını büyük bir kısmı, Kürdlere, ‘kendi sesiniz bulun, tarihinizi kendiniz yazın ‘demiyor, ‘herşeyi enternazyonalizm çözer’ diyerek, Kürdlere bu düşünceyi şırınga ediyor. Her türlü olanağa, donanıma, sahip Türk, Arap ve Fars devletleriyle, hiçbir olanağa, donanıma sahip olmayan, hiçbir olanağa, donanıma sahip olamması için çok yoğun bir şekilde çaba gösterilen Kürdlerin aynı süreç içinde değerlendirilmeleri, Kürdleri ötelemekten, Kürdleri bu devletin, devletlerin asimilasyon politikası içinde eritmekten başka bir sonuç vermez. Kendi olmayan Kürdlerin, enternasyonal olmaları, Kürdleri eritmekten başka bir sonuç vermez. Enternasyonal olmak, kendin olmakla başlar. Kendin olmanın temel koşulu ise, ana diline sahip olmak, anadilinle yaşamak, en azından bunun kaybının çok büyük bir eksiklik olduğunun bilincine varıp bunu kazanmaya çalışmaktır. Bu, Kürdlükten, Kürdlük mücadelesinin yapılmasının gerektirdiği işlerden kaçıştan başka bir şey değildir. Kürdlerin savunmaları gereken kardeşlik gibi, halkların kardeşliği gibi sahte, karşılığı olmayan görüşler değildir. Eşitliktir, eşit olmaya çalışmaktır. Eşitlik, toplumsal, hukuksal eşitlik yanında siyasal eşitliği de içerir.
Kürd dilini savunmayan, Kürd diliyle yaşamayan Kürdlerin, Türk solunu TBMM’ye taşıma gayretleri, Adil Yılmayan’ın ve Mücahit Bilici’nin dediği gibi hamallıktan başka bir şey değildir. Çünkü Kürdlerin taşıdığı yük kendilerine ait bir yük değildir. Başkalarının yüküdür. Kendi yükleri ise, ortada durmaktadır, birikmektedir, büyümektedir. Türk solu, kendi olmayan bu Kürdlere, kendi yüklerini de hatırlatmalıdır.
Bu noktada, milliyetçilik ile ilgili birkaç cümle yazmak gerektiğini hissediyorum.1960’larda, 1970’lerde, 1980’lerde vs. Kürdler, Kürdçe konuştukları zaman, Kürdçe konuşma isteğinde bulundukları zaman, Türk solcuları da, ümmetçi enternasyonalciler de, Kürdleri ‘millyetçilik yapmayalım’ diye uyarırlardı. Ve bu hatırlatmalar, Kürdler üzerinde çok etkili olurdu. Kürdler, böyle bir eleştiri karşısında kalmamak için Kürdçe’den uzak durmaya çalışırlardı. Kürdlerin, baskı, zulüm altındaki dillerini günışığına çıkarma çabalarına milliyetçilik diyerek karşı çıkılırdı.
Bugün de durum pek farklı değil… Halbuki, Tür solcuları da Türk sağcıları da doğal olarak Türkçe konuşuyor. O zaman, Türk sağcıları, Türk solcuları, Kürdçeyi eşit kılma isteğine ‘milliyetçilik’ denerek neden karşı çıkıyor? Ayrıca, Kürdlerin elbette milliyetçi olmaları gerekiyor. Çünkü baskı altında olan bir dil var, yasaklanan bir dil var. Bunu gün ışığına çıkarma çabaları, bilakis evrensel bir özgürlük arayışıdır, baskıya, zulme karşı direniştir…
Ama Türk solcularının da Türk sağcılarının da çok büyük bir kısmının, sahip oldukları bu ayrıcalığın bilincinde bile değildirler. Bunu, Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi (Dipnot, 2018) isimli çok değerli çalışmasında, çok açık bir şekilde, ayrıntılı bir şekilde açıklıyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.