Arap Baharı’nın 15. yılı: Başarısızlığın kurumsallaşması
Arap Baharı sona ermiş bir olay değil; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın siyasal yapısını kökten dönüştüren, ancak otoriterlik, dış müdahale ve ekonomik ihmal nedeniyle kalıcı bir kırılganlık üreten uzun soluklu bir süreç olarak varlığını sürdürüyor.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 2011 yılında başlayan Arap Baharı’nın üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen, bölgenin temel sorunları çözülmediği gibi daha karmaşık ve kalıcı hale geldi. Uzmanlara göre Arap Baharı, sona ermiş bir halk hareketi değil; bölgenin siyasal, toplumsal ve güvenlik mimarisini kökten dönüştüren ancak başarısızlıkları kurumsallaştıran uzun soluklu bir süreç olarak devam ediyor.
Yıllar boyunca Batılı ülkeler, Ortadoğu’daki otoriter rejimleri bölgesel istikrarın teminatı olarak gördü. Ancak 2011’de Tunus’ta başlayan ve kısa sürede Mısır, Libya ve Suriye’ye yayılan halk ayaklanmaları, bu “istikrar” anlayışının kırılganlığını ortaya koydu. Suriye ve Libya’da yaşanan kanlı iç savaşlar, baskı ve dışlanma üzerine inşa edilen düzenlerin sürdürülemez olduğunu gösterdi.
Batı’nın Yanlış Hesabı
Analistlere göre Batılı ülkelerin en büyük yanılgısı, otoriter rejimlere verilen siyasi, askeri ve diplomatik desteğin istikrarsızlığı önleyeceği varsayımı oldu. Aksine, bu destek uzun vadede toplumsal öfkeyi derinleştirdi ve patlamaya hazır bir zemin oluşturdu. ABD ve Avrupa, yıllarca askeri yardımlar ve güvenlik işbirlikleriyle ayakta tuttuğu rejimlerin, kriz anında ne kadar zayıf olduğunu Arap Baharı ile tecrübe etti.
Batılı analizlerde sıkça dile getirilen “gençlik balonu” kavramı da bu sürecin önemli bir parçası oldu. Eğitimli ancak işsiz, siyasetten dışlanmış ve ekonomik olarak marjinalleştirilmiş genç nüfus, 2011 protestolarının ana itici gücüydü. Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendini yakması bir kıvılcım olurken, asıl neden on yıllar boyunca biriken aşağılanma, yolsuzluk ve sosyal adaletsizlikti.
Otoriterlik, Radikalleşme ve Güvenlik Çıkmazı
Birçok Batılı düşünce kuruluşu, Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin radikalizme karşı bir kalkan değil, tam tersine radikalizmin başlıca üreticileri olduğunu vurguluyor. Siyasi muhalefetin tamamen bastırıldığı ülkelerde camiler, örgütlü toplumsal ve siyasal faaliyetin tek alanı haline geldi. Bu durum, rejimlere yönelik her meydan okumanın dini bir karakter kazanmasına yol açtı.
Bu ortam, IŞİD ve benzeri aşırı örgütlerin yükselişine zemin hazırladı. Batı’nın, bu rejimlerin uyguladığı baskılara sessiz kalması, toplumsal şikâyetlerin derinleşmesine ve şiddet sarmalının genişlemesine neden oldu.
Demokrasi ile Stratejik Çıkarların Çatışması
Arap Baharı’nın Batı açısından en zorlayıcı sonuçlarından biri, serbest ve adil seçimlerin İslamcı hareketleri iktidara taşıması oldu. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Tunus’ta Nahda Hareketi ve Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yükselişi, Batı’da ciddi bir stratejik ikilem yarattı.
Mısır’da Muhammed Mursi yönetiminin yaşadığı yönetim krizleri, toplumsal kutuplaşma ve ordunun siyasi gücünü koruması, 2013’teki askeri darbeyle sonuçlandı. Darbeye Batı’nın sessiz kalması, “istikrar önce gelir” anlayışının yeniden devreye sokulduğu şeklinde yorumlandı.
Tunus ise uzun süre Arap Baharı’nın “başarı hikâyesi” olarak gösterildi. Ancak aradan geçen 15 yılda ülkede derin bir hayal kırıklığı oluştu. Batı’nın demokrasiye odaklanırken ekonomik sorunları, işsizliği ve hayat pahalılığını ihmal etmesi, “demokrasinin lüks olduğu” yönündeki söylemlerin güçlenmesine neden oldu.
Libya ve Suriye: Müdahale ve Tereddüdün Bedeli
Libya’da NATO’nun hava desteğiyle Muammer Kaddafi’nin devrilmesi, kısa süreli bir umut yarattı. Ancak devlet kurumlarının çökmesi ve silahlı grupların güç kazanması ülkeyi uzun süreli kaosa sürükledi. Uzmanlar, sınırlı bir insani müdahale olarak başlayan sürecin rejim değişikliğine dönüşmesini ve sonrasında Libya’nın kendi haline bırakılmasını büyük bir stratejik hata olarak değerlendiriyor.
Suriye’de ise tam tersi bir tablo ortaya çıktı. Batı’nın askeri müdahaleden kaçınması ve 2013’te kimyasal silah kullanımına rağmen “kırmızı çizginin” uygulanmaması, çatışmayı derinleştirdi. Bu durum, Rusya ve İran’ın sahaya girmesine, Esad yönetiminin ayakta kalmasına ve savaşın yıkıcı bir iç savaşa dönüşmesine yol açtı.
Parçalanan Toplumsal Sözleşme
Analistlere göre Arap Baharı’nın ve Batı’nın yaklaşımının en büyük eksikliği, ekonomik sorunların göz ardı edilmesi oldu. Protestolar siyasi özgürlük ve rejim değişimi talepleri etrafında şekillenirken, yapısal ekonomik krizlere yönelik net programlar geliştirilemedi.
Batı’nın neoliberal reformlar ve serbest piyasa odaklı “Washington Uzlaşısı” yaklaşımı, “ekmek, adalet ve insan onuru” taleplerini karşılamada yetersiz kaldı. Bu durum, protesto hareketlerinin kalıcı siyasal katılıma dönüşememesine ve eski elitlerin yeniden güç kazanmasına zemin hazırladı.
Süreç Devam Ediyor
Uzmanlar, Arap Baharı’nın tamamlanmış bir dönem değil, hâlâ devam eden bir dönüşüm süreci olduğu görüşünde birleşiyor. Korku eşiği aşılmış olsa da, bölgeyi daha adil, istikrarlı ve demokratik bir geleceğe taşıyacak yol uzun ve risklerle dolu.
Batılı politika yapıcılar için çıkarılan temel ders ise net: Otoriterliği destekleyerek sağlanmaya çalışılan “sahte istikrar”, gelecekte daha yıkıcı toplumsal patlamaların önünü açıyor. (Annahar)
Son güncellenme: 16:19:35






































































































































































































