Tarihi bilmeyenin coğrafyası olmaz
Eskiden sümenaltı edilmek istenen meseleler için bekleyin, "Ankara'dan heyet gelecek" denirdi.
Alt kademedeki bir mülki idare amirinin bile pekâlâ üstesinden geleceği mevzu, böyle böyle sorunlar yumağı haline gelirdi.
Halk, ümitle Ankara'dan gelecek heyeti beklerdi yıllar yılı.
Gelin görün ki halk "heyeti" beklerken, heyetin bundan haberi bile yoktu.
Devletin Kürt meselesine dair söylemleri ile bu sorundan muzdarip geniş halk kitlelerinin beklentileri bu minval üzerinedir.
Ankara'dan "heyet" gelecek...
***
Ankara'dan heyet gelmiyor ve biz ölmeye devam ediyoruz.
Doğamız ölüyor, insanımız ölüyor, inancımız ölüyor.
Ankara'dan geleceği varsayılan heyete de...
Kasaba politikacılarının siyasi hesap kitap oyunlarına da...
Silahın namlusuna gül takıp, "barış istiyoruz" güzellemeleri yapan silah erbabına da...
Yaşattıkları elem için söyleyecek bir çift sözümüz var.
Bu ülkenin barışına dair en insaflı söylemlerinizde bile bir hüsran havası var.
Olumsuz bir tökezleme ile bir gün daha yaşamaya mecali olmayan, ölümle sınanmış, evi ocağı yanmış insanların bir aldatmacaya daha tahammülü yok artık.
***
Bu bağlamda yeni bir çözüm sürecinin başlayacağını söyleyenlere; bir önceki sürecin niçin bittiğini yahut bitirildiğini sormak gerekir.
Ceylanpınar'daki o karanlık cinayete giden süreç herkesin malumu ya gene de sormak gerekir; onca can, onca umut, onca emek neden bir çırpıda silinip heba edildi?
Sur neden tarumar edildi?
Nusaybin, Cizre, Varto, Şırnak... Nasıl ve ne şekilde muharebe alanına dönüştürüldü?
***
2016 yılında kaleme aldığım bir yazıda şu cümleleri yazmışım...
Bir yandan devletin “kamu güvenliği” ısrarı, diğer yanda PKK’nin sonu gelmeyen “devrimci halk savaşı” özlemi… İçinden çık çıkabilirsen.
Kamu güvenliği ne vakit gündeme geldiyse Kürt sorununda siyasi bir çıkmaz gün yüzüne çıkmış demektir. Bu çıkmazı aşmak için güvenlik politikaları devreye girer. Böylece ülke kan gölüne döner.
***
Rakel Dink, devletin gözü önünde katledilen değerli eşi Hrant Dink'e veda konuşmasında şöyle haykırıyordu: "Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim…"
Savaşı yücelten karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz.
Barışa giden yol, o meşum karanlığı aydınlatmaktan geçer. O karanlığa ışık olabildiğimiz ölçüde Kürt meselesini çözümsüzlüğe hapsedenleri bertaraf edebiliriz.
Aksi halde kimi zaman sağcı, kimi zaman solcu, kimi zaman İslamcı... Statükonun değişen kimlikleriyle uğraşır dururuz.
Durduğum yeri belirtmek için Eric From'dan bir alıntıyla noktalamak istiyorum bu bölümü: "Yaşama hizmet eden her şey iyidir, ölüme hizmet eden her şey kötüdür."
Onur da neymiş!
Onur da neymiş, benim ekmeğim önemli...
Bu mecburi bir tercih olmanın ötesinde bir anlayış şekli, bir yaşam biçimi halini aldı.
Bunun için kimliğinden, kişiliğinden, köklerinden vazgeçmeye hazır kalabalık bir kitle var.
Sistemin uzun yıllar şiddet ve baskı yoluyla yapmayı arzuladığı asimilasyon, şimdi çok daha acı bir boyut kazandı.
Öğretmenlerin okullarda, memurların devlet dairelerinde, askeriyenin kışlalarda dayattığı şeyleri şimdi insanlar güle oynaya kendileri yapıyor.
Dillerinden, değerlerinden uzaklaşıyorlar.
Yazık ki bunu da bir tür "değer" olarak görüyorlar.
Bu bir çürümüşlük hali oysa...
Ana dilini konuşamamanın utancını görmezden gelenler, sistemin kendilerine dayattığı, bir yönüyle reva gördüğü "resmi dili" kusursuz konuşmakla övünür oldular.
Türkçeyi, Arapçayı, Farsçayı yahut diğer dünya dillerini özgün ve düzgün haliyle konuşmak elbette kıymetli lakin bununla sınıf atladığını düşünen, bu düşüncesiyle de garip bir şekilde övünenler keşke ana dilini konuşmayı, kültürünü yaşamayı, tarihini okumayı da azıcık olsa idrak edebilse.
"Tarihi bilmeyenin coğrafyası olmaz." derler.
Küçücük dünyalarına sığdırdıkları "kocaman mideleriyle" ekmek telaşına düşenler, açlık telaşını bertaraf ettiği ölçüde, yani o geleneksel mağduriyet hissinden kurtulduğu ölçüde, daha bir mağrur, ölçüsüz ve rejim sevdalısı oluyorlar.
Sonrası malum işte...
Ana dilini konuşmama, kendinden olana düşman olma, moderniteden payeymiş gibi sistem yardakçılığına soyunma, asimilasyonu iftihar vesilesi, buna karşı koyma erdemini ihanet sayma... Bütün bunlar peşisıra gelen savrulmalar.
Koşulların yarattığı olumsuzluklardan muzdarip olanların masumiyeti anlaşılabilir. Lakin bile isteye böyle bir tercihte bulunanların gerekçeleri nobranlıkla, belki bir miktar da çapsızlıkla ifade edilebilir.
Bana göre bu çağın en hazin insan figürleri bunlardır. Sarmaşık misali köklerinden öteye yayılan bu insanlar, el kapısına tamah edenlerdir.
El kapısı yamandır, kendinden ödün verdiğin ölçüde değer görürsün, kendin olmaya karar kıldığın anda kapı dışarı edilirsin.