Altaylı-Öcalan röportajı: Kim tarafından ve neden servis edildi, ne amaçlandı?
1997 tarihli, Fatih Altaylı tarafından Lübnan’ın Bar Elias kentinde yapılan ve o dönem yayınlanması engellenmiş yaklaşık 55 dakikalık röportaj 28 yıl sonra PKK’nin açtığı Özgür Düşünceler platformunda yayımlandı. Bu yayın, Türkiye gündeminde hâlihazırda hareketli bir dönemde (tutuklamalar, medya operasyonları, “çözüm sürecine” dair tartışmalar vb.) gündeme getirildi.

Fatih Altaylı’nın Abdullah Öcalan’la yaptığı röportaj 1997’de gerçekleşti. O dönemde devletin “düşmanla konuşmak” tabusu öylesine sertti ki, böylesi bir görüşmenin medyada yer alması neredeyse imkânsızdı. Ve öyle de oldu. Röportaj çekildiği dönemde, 'Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. ve 30. maddeleri' gerekçe gösterilerek, ne gazetede ne televizyonda yayınlanmıştı.
Aradan tam 28 yıl geçti. Türkiye yeniden “çözüm süreci” tartışmasını yaşarken, bir anda bu röportaj gün yüzüne çıktı. Üstelik arşivden sızar gibi değil, bilinçli bir biçimde servis edildi.
Röportajın internette dolaşıma sokulma biçimi, “gazetecilik keşfi”nden çok “siyasal zamanlaması titizlikle ayarlanmış bir hamle” izlenimi veriyor. Röportajın PKK'ye yakın Özgür Düşünceler platformunda yayınlanması ise olayın ilgi çeken boyutu. Bu röportajın 21 Haziran 2025'te "cumhurbaşkanına tehdit" suçu kapsamında gözaltına alındıktan sonra 22 Haziran'da tutuklanan Fatih Altaylı'nın gözaltı süresinde elde edildiği gün gibi aşikar. Devletin elindeki bir röportajın, PKK'ye yakınlığıyla bilinen bir platformda servis edilmesi ise soru işaretleri barındıran önemli bir nokta.
Röportaj bandının tam da güncel siyasi hareketlilikle (gazeteci gözaltıları, televizyon operasyonları, tutuklamalar vb.) aynı zaman diliminde servis edilmesi tesadüf müdür, strateji midir? Bu konuda değerlendirilebilecek 3 yaklaşım ön plana çıkıyor:
“Mikro-üslup” motivasyonu: içerik kamuoyuna yeniden hatırlatılıyor
Bu tezde röportajın amaçlı olarak “bugünün tartışmalarına” müdahil edilme niyetini öne çıkarır. Nedenleri:
•Algı yönetimi: Öcalan’ın ılımlı, ülkeyi seven söylemi, milliyetçi duyguları uyandıracak bir zamanda servis edilerek bir “yumuşatma” etkisi hedeflenebilir.
•Medya gündem saptırma veya şekillendirme: Bir röportajın ortaya çıkışı başka bir haber dalgasını gölgeleyebilir veya yönlendirebilir.
Bu tez ise, röportajın yayımlayan tarafça stratejik olarak zamanlandığını varsayar.
“Karşı-saldırı” / “dışarıdan sızma” okuması: rakip aktörlerin set-up’ı
Röportajın kaynak veya fiziksel geçiş zamanlaması açısından başka bir olasılık: bandın ortaya çıkarılması, muhalif aktörler tarafından başka hedeflere zarar vermek için kullanılıyor olabilir.
Örneğin:
• Bir gazetecinin elindeki arşiv materyalinin soruşturma/operasyon sırasında devlet kayıtlarına geçmesi ve sonradan kontrollü biçimde servis edilmesi.
•Veya röportaj bandının servisi, muhalif aktörlerin kamuoyu manipülasyonu için bir araç olarak devreye sokulması.
Burada “Altaylı’nın bilgisayarından ele geçirilen materyalin doğru zamanda servis edilmesi” iddiası önem kazanır. “Fatih Altaylı'nın bilgisayarlarından devletin eline geçtiği” iddiası, eğer doğrulanırsa, zamanlamayı açıklamada merkezi rol oynar — ancak bu teknik iddianın bağımsız doğrulanması gerekir.
“Otonom kamuoyuna sızma” — içerik doğrudan örgütsel amaçlıdır
PKK tarafına yakın mecralar, tarihe ilişkin malzemeleri kendileri açığa çıkarma stratejisini benimseyebilir. Bu durumda:
• Yayın PKK’nin kendi PR stratejisinin bir parçasıdır: “Geçmişte neden susturulduğumuzu ve bugün hangi argümanları savunduğumuzu” anlatmak.
• Zamanlama, örgütün kendi gündeminin “görüntülenme zamanı” ile ilişkilidir; eşzamanlı operasyonlar bir anlamda “ortak paydada” paradoksal bir destek yaratabilir.
Öcalan'ın hümanist yanını öne çıkarmak
Röportajın ilk bölümünde özellikle Öcalan’ın Ankara’dan, Türkiye’nin güzelliklerinden bahsetmesi, “Türk halkını” övücü ifadeler kullanması, “Türklerle Kürtlerin kardeşliği” vurgusuna yer vermesi dikkat çekici. Bu tür ifadeler iki etki üretir:
• Algısal yumuşatma: “Bebek Katili, Terörist Başı” imajını kırmak, milliyetçi / devletçi izleyicinin empati eşiğini biraz olsun aşağıya çekmek için stratejik bir dildir. “Ben Türkiye’yi seviyorum” söylemi, düşmanlaştırmayı zayıflatır.
• Siyasi pazarlık zemininin hazırlanması: Barış ve diyalog çağrıları, mevcut siyasi aktörlere “müzakere edilebilir” bir muhatap sunma niyetinin sinyali olabilir.
Bu tür söylemler, röportajı yayımlayan tarafın amacına göre farklı okumalara açık olsa da, Öcalan'ın bilhassa Türk kamuoyundaki olumsuz imajının düzeltilmeye çalışıldığı inkar edilemez. Bu da röportajı yayınlayanların açığa çıkmasındaki en önemli argümandır.
Röportajda Öcalan’ın somut önerileri (ateşkes çağrısı, Güneydoğu’nun ekonomik dönüştürülmesi, kültür-sivil alanlarda yatırım) öne çıkıyor. Bu, yalnızca retorik bir yumuşama değil; örgütün siyasi aktör olarak programatik bir imge üretme çabasıdır. PKK'nin aslında geçmiş yönetimlerin yanlış politik yaklaşımlarının bir ürünü olduğu savının algı boyutunda işlenmesi söz konusu.
Röportajın İçeriği: Bir Dönemin Kodları, Bugünün Mesajı
1997’deki röportajda Abdullah Öcalan, savaşın sonlanması için siyasetin devreye girmesi gerektiğini söylüyor. “Silah bizim tercihimizi değil, devletin dayatmasını yansıtır” diyor ve “Kürt kimliğini tanıyın, çözüm o zaman gelir” mesajı veriyor.
Bu ifadeler, o günkü koşullarda “tehdit” olarak algılanmıştı. Ama bugün, 2025’in Türkiye’sinde, aynı sözler “barış çağrısı” olarak servis ediliyor.
Yani röportajın kendisi değil, bağlamı değişti — ve bağlam, bir belgenin nasıl algılandığını belirleyen en güçlü silahtır.
Röportajın bu şekilde yeniden gündeme getirilmesi, belli bir “politik mühendisliğin” ürünü gibi duruyor:
Türkiye’de “PKK silah bırakmalı mı?” tartışması yeniden ısınırken, Öcalan’ın 1997’deki “barış dili” öne çıkarılıyor.
Bu, hem kamuoyunun algısını yumuşatmaya hem de “Öcalan üzerinden çözüm fikrini normalleştirmeye” yönelik bir medya stratejisine işaret ediyor.
Susurluk’un İzleri: Öcalan’dan “Devlet İçinde Çete” İddiası ve Barış Çağrısı
Röportajın ilk bölümünde Abdullah Öcalan, Susurluk kazasını Türkiye tarihi için “kilometre taşı” olarak nitelendirdi; devlet içinde çete yapılanmaları, uyuşturucu ve faili meçhul cinayet iddialarını sıraladı. Öcalan, savaş gücünün toplumsal kalkınmaya dönüştürülmesi gerektiğini savunurken, siyasetçilere karar gücü eleştirisi yöneltti.
Abdullah Öcalan, Susurluk kazasını sadece bir trafik kazası olarak görmediğini vurguladı; 31 Mart vakası gibi dönüm noktalarına benzetti. Öcalan, Susurluk’un devletin karanlık ilişkilerinin ve “özel savaş” mekanizmalarının görünür hale geldiği an olduğunu söyleyerek, olayın Türkiye siyasetinde kalıcı bir kırılma yarattığını ifade etti.
Röportajda Sedat Bucak, Abdullah Çatlı ve özel tim unsurlarına dair sert iddialar yer aldı. Öcalan, Bucak’ın “25 bin silahlı adam” beyanına dikkat çekip bu güçlerin yalnızca suikast amacıyla değil, uyuşturucu ve diğer illegal işlerle de meşgul olduğunu savundu. “Devlet içinde devlet” tanımlamasıyla, isimleri ve kurumları birbirine bağlayan bir yapı tarif etti.
Öcalan, uyuşturucu ticareti ve buna bağlı ekonomik kazançların çatışma alanını beslediğini ileri sürdü. Çatlı’nın yurtdışı bağlantıları ve bazı operasyonların uyuşturucu kontrolü bahanesiyle yürütüldüğü iddiası, röportajın en vurucu noktalarındandı; Öcalan’a göre bu ağlar, bölgede “muazzam bir savaş ve uyuşturucu rantı” yarattı.
Eski devlet yöneticilerinin etkisizleştirilmesi, Özal’ın ölümü gibi olayları da “suikast teorileri” çerçevesinde değerlendiren Öcalan, dönem politikalarındaki kırılmaları bu akışa bağladı. ANAP’ın ve sonraki hükümetlerin politik tercihlerinin çeteleşmeyi beslediğini ileri sürerek, dönemin siyasi iktidarlarını da ağır biçimde eleştirdi.
1990’ların “özel savaş” uygulamalarına atıfta bulunan Öcalan, köy boşaltmalarını ve faili meçhul cinayetleri hatırlattı; Musa Anter, Mehmet Sincar örneklerini vererek parlamentonun ve siyasetin yeterince sahip çıkmadığını savundu. Bu insan hakları ihlallerinin kamuoyunda sorgulanması gerektiğini vurguladı.
Röportajın umut veren kısımlarında Öcalan, Güneydoğu’nun yeniden inşası, Dicle-Fırat havzalarının ekonomik dönüşümü ve kültürel canlanma projelerinden söz etti. “Savaş gücünü yaşam gücüne dönüştürme” hedefini öne çıkaran Öcalan, ateşkes ve kapsamlı kalkınma ile bölgenin rehabilite edilebileceğini iddia etti.
Röportajı kapatan argümanlarında Öcalan, diyalog çağrısını yineledi: “Yeter ki diyalog olsun, biz yarın bütün silahları susturalım.” Aynı zamanda siyasetçilere yönelik “karar gücü yok” eleştirisini tekrarladı; halkın siyasete güveni azaldığına dikkat çekerek, gerçek bir çözüm için siyasi liderlik ve cesaret gerektiğini savundu.
Kürt-Türk ilişkilerine evlilik benzetmesi
Röportajın 2. bölümünde Öcalan, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz hakkında çarpıcı ifadeler kullanıyor. Yılmaz’ın Iğdır’daki “Kürt sorununu mutlaka çözeceğiz” sözünü hatırlatarak, “Sonra ne yaptığı ortaya çıktı” diyen Öcalan, kendisine yönelik bir suikast girişiminden bahsederek, “Bu olay Susurluk’tan on kat daha önemlidir” ifadelerini kullanıyor. Bu söylem, dönemin derin devlet tartışmalarına ve Öcalan’ın o günkü siyasi analiz biçimine ışık tutuyor.
Öcalan, röportajın bu bölümünde Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan’a da özel bir parantez açıyor. 1996’da Fethullah Erbaş’ın PKK tarafından rehin alınan 8 askeri teslim almak üzere Zap’a gitmesini hatırlatarak, o süreci “halkların kardeşliği” mesajı olarak tanımlıyor. “Anaların gözyaşları dinsin istedim” diyen Öcalan, bu sahnenin kamuoyunda yarattığı duygusal etkiden “barışın insani yüzü” olarak söz ediyor.
Altaylı’nın “PKK’den önce dil yasağı vardı ama insanlar Kürtçe konuşuyordu” hatırlatmasına karşılık Öcalan, dil yasağını bir kimlik ve onur meselesi olarak ele alıyor: “Bir insanın dili elinden alındı mı, beyni özgür çalışır mı?” Kendisiyle ilgili “Benim anam Kürt’ten çok Türk’e benziyor” diyen Öcalan, “Soyumu inkâr etmek alçaltıcı olurdu” sözleriyle kimlik meselesini kişisel bir eksende de tartışıyor. Bu pasajlar, 1990’ların “kimlik siyaseti” atmosferinde Öcalan’ın düşünsel dünyasına dair nadir ipuçları veriyor.
Altaylı’nın “Türkiye’yi bölmek istiyor musunuz?” sorusuna Öcalan’ın yanıtı, röportajın en dikkat çekici satırlarından biri: “En büyük bölücüler çetelerdir. Türkiye’yi en çok onlar böldü.” Bu ifadeler, Susurluk sonrasında ortaya saçılan devlet-mafya-siyaset ilişkilerine yönelik o dönemki toplumsal tepkileri de yansıtıyor. Öcalan, Türkiye’nin “en büyük bölücülüğünün” rant, yolsuzluk ve adaletsizlikle geldiğini savunuyor.
Öcalan, Türk-Kürt ilişkilerini “eşitsiz evlilik” metaforuyla anlatıyor: “Çam yarması gibi bir adamla fukara bir kadın evlenmiş, adamın işi kadını dövmek olmuş. Bu iyi bir evlilik olabilir mi?” Bu söylem, o dönemin klasik “eşit vatandaşlık” tartışmalarına göre daha dramatik bir anlatım içeriyor. Öcalan’a göre, “gerçek birlik, eşitlik ve özgür iradeye dayalı birliktir.”
Röportajın bir diğer önemli kısmı, PKK’nin finansmanına ilişkin iddialar. Altaylı’nın “Uyuşturucu ticareti yapıldığı” yönündeki sorularına Öcalan sert yanıt veriyor: “Tek bir PKK’li uyuşturucu ile yakalansın, her türlü hakareti kabul ederim.” PKK’nin gelirlerinin “Avrupa’daki bağış kampanyaları ve halk desteğinden” geldiğini savunan Öcalan, “PKK’nin 10 yıllık ihtiyacı için para vardır” diyor. Ancak bu beyan, o dönemin Avrupa istihbarat raporlarıyla çelişiyor; röportaj bu yönüyle örgütün imaj yönetimi çabasını da yansıtıyor.
Tansu Çiller’in “PKK zayıflıyor” açıklamasına karşı Öcalan, örgütün hem diplomatik hem askeri alanda en güçlü dönemini yaşadığını iddia ediyor. ABD, Rusya ve Çin temsilcilerinin kendisiyle temas kurduğunu belirterek, “Diplomaside en ufak sıkıntım yok” diyor. Bu iddialar, 1990’ların sonunda örgütün uluslararası meşruiyet arayışını yansıtıyor.
Fatih Altaylı’nın Rolü: Gazeteci mi, Tarihin Tanığı mı?
Röportajın 2025’te yeniden gündeme gelmesi, Fatih Altaylı’yı da ister istemez yeniden tartışmanın merkezine çekti.
Altaylı, o dönem “devletin bilgisi dâhilinde” Öcalan’la görüştüğünü açıklamıştı.
Bu da röportajın hiçbir zaman “gazetecinin tekil cesaretiyle yapılmış” bir iş olmadığını, aksine devletin kontrollü bir diyalog zemini olduğunu gösteriyor.
Bugün ise aynı röportaj, Altaylı’nın onayı veya katılımı olmadan, üstelik “Öcalan’ın uzlaşmacı ve ileri görüşlü” gibi gösterildiği bir tonla servis ediliyor.
Bu durum, gazeteciliğin sınırlarını bir kez daha tartışmaya açıyor:
Bir röportaj, 28 yıl sonra sahibinden bağımsız bir şekilde, tamamen farklı bir siyasal niyetle yeniden kullanılırsa, hâlâ “gazetecilik ürünü” müdür?
Zamanlamanın Siyaseti: Barış Tartışmalarına Gölge Düşüren Hamle
Röportajın yayınlandığı dönem, rastlantısal değil.
2025’te Ankara kulislerinde “PKK’nin silah bırakması” ve “yeni çözüm süreci ihtimali” gündemin ilk sıralarındaki varlığını koruyorken, komisyon kurulmuş, İmralı'da Öcalan ile görüşmeler yapılıyorken Öcalan'ın topluma sevecen, barışçıl, Türkiyeli imajıyla servis edilmesi oldukça güçlü bir planın varlığına işaret ediyor. Öcalan’ın, 1997’deki barış mesajlarının öne çıkarılması, hem kamuoyunu test eden hem de politik nabzı ölçen bir girişim gibi görünüyor.
Bir diğer olasılık ise, devlet içi güç dengelerine dair bir mesaj olması.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Öcalan figürü, “kim çözümden yana, kim değil” sorusunun turnusol kâğıdı olarak kullanılıyor.
Bu röportaj, bu kez “Öcalan’ı parlatmak” için değil, belki de “barışa karşı direnci yumuşatmak” için dolaşıma sokulmuş olabilir.
Medyanın Rolü: Arşivden Manipülasyona
Röportajın bugün yeniden dolaşıma girmesi, Türk medyasının belleğini de sorgulatıyor.
28 yıl boyunca “yokmuş” gibi davranılan bir belge, bir sabah aniden servis edilip milyonlarca kişiye ulaşıyor.
Ne doğrulayan bir medya etik mekanizması, ne de arşiv kontrolü devrede.
Bu tablo, Türkiye’de gazeteciliğin kurumsal hafızasının neredeyse sıfırlandığını gösteriyor.
Üstelik röportajın metniyle oynandığı, bazı bölümlerin kesilip “barış mesajı” vurgusunun artırıldığı da konuşuluyor.
Bu da gösteriyor ki, artık mesele “Öcalan ne demişti?” değil, “bugün Öcalan’ın hangi cümlesi kime lazım?” noktasına evrilmiş durumda.
Sonuç: Gecikmiş Röportaj, Güncel Hesaplaşma
Fatih Altaylı–Abdullah Öcalan röportajı, bir tarihsel belge olmaktan çok, zamanı geldiğinde yeniden kullanılan bir politik araç haline geldi.
Röportajın 1997’de yayınlanmaması, Türkiye’nin o dönemki korkularını;
2025’te yayınlanması ise bugünkü stratejik hesaplarını açığa çıkarıyor.
Bu, yalnızca bir röportaj değil;
Türkiye’nin “konuşulamayanı ne zaman ve kim konuşabilir?” sorusuna verilmiş geç bir cevap.
Belki de en doğru tanım şu:
Bu röportaj, 1997’de susturulan bir cümleydi, 2025’te yeniden konuşturuldu — ama yine tam anlamıyla anlaşılmadan.
Kaynak: KRDnews
Son güncellenme: 20:42:25





































































































































































































