Önceliği Olmayan Ulusların Geleceği Olamaz-VI
Kuzey Kürdistan’daki ana akım Kürd hareketinin öncelikleri, tarihsel süreç boyunca sürekli değişken olmuş, çoğu kez muğlak bir nitelik kazanmıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesinin temel ilkesi olan ulusun bütün sınıf ve tabakalarının ittifakı dıştalanmış; mücadele sömürgeci devletlere değil, Kürd aşiret reislerine ve milli karakterli ağalara yöneltilmiştir. Bu yönelim, ulusun toplumsal dinamiğini bozmuş, Abraham Lincoln’ün deyimiyle “haneyi içeriden parçalamış” ve sonuçta büyük bir teslimiyet ve yenilgiye zemin hazırlamıştır.

Golda Meir, İsrail'in ilk ve tek kadın başbakanı olarak halkının bağımsızlık ve varoluş mücadelesine öncülük eden bir liderdir. 1948’de İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinden önce, Golda Meir Siyonist hareketin önemli bir figürüydü. İsrail Devleti’nin kurulması sırasında ABD’de bağış toplamak ve diplomatik destek kazanmak için yorulmadan çalıştı. Onun liderlik vizyonunda, halkının bağımsız bir devlete sahip olması ve bu devleti koruyarak dünya sahnesinde varlık göstermesi hayati bir öneme sahipti.
Golda Meir’in liderliği, İsrail’in bağımsızlığını kazandıktan sonra da devam etti. 1969’da başbakanlık görevine geldiğinde, ülkesi hem iç hem de dış tehditlerle karşı karşıyaydı. Meir, halkının özgürlüğünü ve güvenliğini sağlamak adına kararlı bir şekilde hareket etti. Onun liderliği, halkının tarih boyunca yaşadığı zorluklara rağmen bağımsızlık mücadelesinin nasıl başarıya ulaştırılabileceğine dair güçlü bir örnektir.
Golda Meir’in siyaseti ve önceliği, İsrail Devleti’nin kuruluşunun gerçekleştirilmesi, varlığını sürdürmesi ve güvenliğinin sağlanması olmuştur. Diplomasi, diaspora desteği ve askerî caydırıcılık, bu stratejik önceliğin ayrılmaz parçalarıdır. Bu yaklaşım, İsrail’in uluslararası alanda meşruiyet kazanmasına ve ayakta kalmasına katkı sağlamıştır.
Golda Meir, İsrail Devleti’nin kuruluşu sırasında önceliğini devletin ayakta kalabilmesi için gerekli kaynakları sağlamaya ve göçmenlerin entegrasyonuna vermiştir. Diasporadaki Yahudilerden, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nden bağış toplayarak finansman, silah ve lojistik altyapının oluşturulmasına öncülük etmiştir. Aynı zamanda yüz binlerce göçmenin barınma, sağlık, eğitim ve istihdam sorunlarını çözmek için kamplar, konut projeleri ve sosyal hizmet ağları kurulmasını desteklemiştir. Bu yaklaşım, hem demografik gücü artırmayı hem de toplumsal dayanışmayı güçlendirmeyi hedeflemiştir.
Bunun yanı sıra Meir’in diplomatik önceliği, İsrail’in uluslararası tanınmasını sağlamak, güvenlik tehditlerine karşı dış destek bulmak ve devletin siyasal meşruiyetini pekiştirmek olmuştur. Kurumsal yapıların, sendikaların ve partilerin güçlendirilmesi de iç bütünlüğün sağlanması açısından önem taşımıştır. Bununla birlikte, söz konusu öncelikler savaş koşulları, dış baskılar ve sınırlı kaynaklar nedeniyle her zaman tam olarak hayata geçirilememiş; özellikle dış yardımlara duyulan bağımlılık, devletin stratejik istikrarını kırılgan hâle getiren temel bir etken olmuştur.
Charles de Gaulle
Charles de Gaulle, Fransa'nın II. Dünya Savaşı’ndaki en kritik dönemlerinde halkını özgürlük ve bağımsızlığa yönlendiren kararlı bir liderdi. 1940 yılında Fransa'nın Nazi Almanyası karşısında yenilgiyi kabul etmesi ve işgal altına girmesiyle De Gaulle, Fransa'nın teslimiyetine karşı çıktı. O dönemin işbirlikçi Vichy Hükümeti’nin aksine, De Gaulle kendi halkının onurunu ve bağımsızlığını savunmayı seçti. Londra’dan yaptığı ünlü çağrıyla Fransız halkını direnişe davet etti ve Özgür Fransa Hareketi’ni başlattı.
De Gaulle’ün liderliği, halkının özgürlük umutlarını canlı tuttu. Onun vizyonunda Fransa'nın bağımsızlığı, halkın kendi kaderini tayin etme hakkı vardı. Bu ideal, işgal altındaki Fransa’da büyük bir direniş ruhunu doğurdu ve sonunda halkının özgürleşmesini sağladı. Eğer De Gaulle, Fransa'nın teslimiyetini kabullenmiş olsaydı veya başka ulusların çıkarlarına hizmet etmeyi tercih etseydi, Fransa halkı uzun yıllar boyunca işgalin ve esaretin gölgesinde yaşayabilirdi.
De Gaulle’ün örneği, bir liderin idealleriyle halkını nasıl özgürlüğe taşıyabileceğini gösterir. Halkının bağımsızlığını her şeyin üstünde tutması, Fransa'nın modern tarihinde bağımsız bir ulus olarak yeniden var olmasını sağlamıştır. Bu, liderlik ve halkın özgürlüğü arasındaki güçlü bağı gözler önüne seren çarpıcı bir örnektir.
De Gaulle, Nazi işgali altındaki Fransa’da tek bir hedef belirlemiştir: önceliği ulusal egemenliğin yeniden tesisi. Özgür Fransa Hareketi, halkı bu amaç etrafında birleştirmiş ve savaş sonrası Fransa’nın yeniden güçlü bir aktör olarak sahneye çıkmasını sağlamıştır.
Ulusal Kurtuluş Hareketlerinde Öncelikler ve Kuzey Kürdistan Örneği
Dünyada ulusal kurtuluş mücadelelerinin tarihi incelendiğinde, bu hareketlere öncülük eden yapıların, örgütlerin ve liderlerin en temel önceliğinin ulusal bağımsızlık olduğu görülmektedir. Bu hareketler, ulusun bütün sınıf ve tabakalarını kapsayıcı bir ittifak etrafında örgütlemiş; bağımsızlık idealini net bir hedef olarak belirlemiş ve sonuçta başarıya ulaşmıştır. Cezayir’den Vietnam’a, Hindistan’dan Güney Afrika’ya kadar farklı coğrafyalardaki deneyimler, önceliğin ulusal kurtuluş olduğu yerde başarının da mümkün olduğunu açıkça göstermektedir.
Ne var ki, bu pratikler Kuzey Kürdistan’daki ulusal hareketle mukayese edildiğinde keskin bir zıtlık ortaya çıkmaktadır. Buradaki önderlik anlayışı, kolektif hafızayı dıştalayarak önderliği tek bir kişinin iradesine indirgemiştir. Böylece başından itibaren demokratik katılım mekanizmaları zayıflatılmış, liderlik kurumu kişisel otoriteye dayalı bir yapı kazanmıştır. Bu durum, hareketin yalnızca örgütsel işleyişinde değil, stratejik önceliklerinde de belirsizlik yaratmıştır.
Kuzey Kürdistan’daki ana akım Kürd hareketinin öncelikleri, tarihsel süreç boyunca sürekli değişken olmuş, çoğu kez muğlak bir nitelik kazanmıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesinin temel ilkesi olan ulusun bütün sınıf ve tabakalarının ittifakı dıştalanmış; mücadele sömürgeci devletlere değil, Kürd aşiret reislerine ve milli karakterli ağalara yöneltilmiştir. Bu yönelim, ulusun toplumsal dinamiğini bozmuş, Abraham Lincoln’ün deyimiyle “haneyi içeriden parçalamış” ve sonuçta büyük bir teslimiyet ve yenilgiye zemin hazırlamıştır.
Bu olgu, başlı başına derinlemesine araştırılması gereken tarihsel ve sosyolojik bir meseledir. Zira dünya ulusal kurtuluş örneklerinde toplum, kendi iç dinamikleriyle örgütlenip hedefe ulaşırken; Kuzey Kürdistan’da süreç bu yönde gelişmemiştir. Buradaki durum doğal olarak Gramsci’nin hegemonya teorisini ve Foucault’nun iktidar-özne ilişkisine dair tezlerini akla getirmektedir. Gramsci’nin vurguladığı üzere, hegemonya yalnızca zor aygıtlarıyla değil, rıza üretimiyle de kurulur. Foucault ise iktidarın toplumsal ilişkiler içinde, en küçük hücrelere kadar nüfuz eden bir ağ olduğunu ortaya koyar.
Bu perspektiften bakıldığında, Kuzey Kürdistan’daki hareketin karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan biri, sömürgeci devletlerin gelişen sosyolojik dinamikleri önceden tespit ederek müdahalede bulunmalarıdır. Bu müdahale yalnızca askerî ve siyasî düzlemde değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel düzlemde de gerçekleşmiş; ulusal kurtuluş önceliği tarihsel süreç içinde gölgelenmiştir.
Kalenin İçeriden Fethedilmesi
Gramsci ve Foucault’nun teorilerinden hareketle sömürgecilerin uyguladığı stratejilerden biri, muhalefeti doğrudan bastırmaktan ziyade onu içeriden dönüştürmek, yani “kaleyi içeriden fethetmek”tir. Tarihsel deneyimler göstermektedir ki egemenler, kendilerine karşı gelişen toplumsal muhalefetleri ve özgürlük akımlarını çoğu zaman doğrudan yok etmek yerine, onların düşünsel ve örgütsel merkezlerini ele geçirerek etkisizleştirmişlerdir.
Kuzey Kürdistan örneğinde de bu süreç belirgin biçimde gözlemlenmektedir. Önderlik kurumu, başlangıçta ulusal kurtuluşun simgesi iken, zamanla sömürgeci iktidarın müdahaleleriyle dönüştürülmüş ve adeta sömürgeleştirilmiştir. Gövdesi Kürd ve Kürdistani kalan bir hareketin merkezinde, artık bağımsızlık hedefi değil; “protez akıl” diyebileceğimiz, ulusu sömürgeci devlete entegre etmeyi önceleyen bir yaklaşım hâkim kılınmıştır.
Bu dönüşüm, ulusun aşağılanması anlamına gelmiştir. Kürd ulusu “çöp” gibi değersizleştirilmiş; dili, “ilkel” olarak nitelendirilmiştir. Bir yüzyıldır sürdürülen asimilasyon politikaları bu kez “pozitif entegrasyon” adı altında meşrulaştırılmakta ve topluma kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Ulusun kolektif hakları ve kendi kaderini tayin iradesi görmezden gelinmiş; bunun yerine “demokratik toplum” ya da “komünal toplum” gibi kavramlarla Kürd ulusunun iradesi, sömürgeci devletin egemenliği altında yeniden tanımlanmaya zorlanmıştır.
Bu bağlamda, Gramsci’nin hegemonya kavramı kritik bir açıklayıcı çerçeve sunar: Egemenlik, yalnızca baskı yoluyla değil, aynı zamanda rıza üretimi yoluyla sürdürülür. Foucault ise iktidarın bireylerin ve toplulukların bilinç ve bedenlerine sızarak, onların özneleşme biçimlerini şekillendirdiğini vurgular. Dolayısıyla burada söz konusu olan, yalnızca askerî ya da siyasî bir işgal değil, aynı zamanda düşünsel ve kültürel bir kolonizasyondur.
Önderlik kurumunun içeriden dönüştürülmesi, ulusal kurtuluş mücadelesinin önceliklerini gölgelemekte; bağımsızlık hedefi yerine entegrasyoncu bir paradigmayı dayatmaktadır. Bu süreç, Kürd ulusal bilincini parçalamak ve toplumsal direnişi etkisizleştirmek için kullanılan en sofistike sömürgeci yöntemlerden biridir.
Kürd meselesinin nihrengi noktalarından biri olan Kürd dili olgusunun nasıl farklı yöne yönlendirildiğini çarpıcı bir örnekle somutlaştırmak gerekirse, Kuzey Kürdistan’daki Ana Akım Kürd Hareketi, kuruluşundan bugüne dek, sömürgeci güçlerin inatla yok etmek istediği Kürd dilini paradoksal biçimde yeniden üretmiş, hatta kimi yönleriyle bu yok etme sürecini kendi içinde sürdürmüştür. Şöyle ki: Bu hareket, dağda ve ovada, yasal zeminde, parti organlarında, cezaevlerinde ve gündelik yaşamın her alanında Kürd kimliğini savunmuş olsa da, dilsel pratiklerinde Türkçeyi egemen kılarak, farkında olmadan sömürgecinin dilini kendi mücadelesinin taşıyıcısına dönüştürmüştür.
Oysa bilinir ki, yaklaşık iki yüzyıldır Kürdistan’da yürütülen asimilasyon politikalarının en temel hedefi Kürdçenin kamusal, siyasal ve kültürel alanlardan silinmesidir. Ne var ki, bu tarihsel asimilasyon zinciri, bugün ironik bir biçimde, sözüm ona kurtuluşu hedefleyen bir hareketin içinden yeniden üretilmiştir. Ana Akım Kürd Hareketi’nin önder kadrolarının önemli bir kısmı Kürdçeyi bilmemekte, hareketin resmî diline dönüşen Türkçe aracılığıyla örgütsel ve ideolojik iletişimi sürdürmektedir. Dahası, farklı parçalardan gelen genç kuşaklara da Türkçeyi öğretme yönündeki ısrar, dilsel kolonyalizmin içselleştirilmiş bir biçimi olarak belirmektedir.
Böylece, Osmanlı’dan İttihat ve Terakki’ye, Kemalizm’den günümüze dek uzanan Kürdçeyi yok etme süreci, bu kez yalnızca sömürgecilerin değil, onların dilini ve söylemini içselleştirmiş sözüm ona bir özgürlük hareketinin içinden devam ettirilmiştir.
Bu trajik süreklilik, Gramsci’nin hegemonya kavramının ve Foucault’nun iktidarın mikro düzeyde yeniden üretimi üzerine geliştirdiği düşüncelerin somut bir doğrulamasıdır. Zira burada iktidar, artık yalnızca dışsal bir baskı biçimi olarak değil, dilin, bilincin ve direniş söyleminin içine sızmış bir özneleşme stratejisi olarak işlemektedir.
Özetle, dünya ölçeğinde simge hâline gelmiş liderlerin duruşlarına, önceliklerine, yaşam öykülerine ve mücadele biçimlerine baktığımızda, her birinde uluslarının özgürlüğüne adanmış bir varoluşun izlerini görürüz. Kuzey Kürdistan’daki Ana Akım Kürd Hareketi’nin önderliği dışında, Golda Meir, Mahatma Gandhi, Ho Şi Min, Mela Mustafa Barzanî, Qazî Muhammed ve Nelson Mandela gibi figürlerin yaşamları ve mücadeleleri, bu adanmışlığın en parlak örneklerini sunar.
Her biri farklı tarihsel, kültürel ve coğrafi koşullarda mücadele etmiş olsa da, onları birleştiren temel ortaklık, uluslarının hak ettiği özgürlük, eşitlik ve onurlu yaşam için kararlı bir vizyona sahip olmalarıdır. Bu liderlerin yaşamı, özgürlük mücadelesinin yalnızca fiziksel zincirleri kırmak anlamına gelmediğini; aynı zamanda manevî, kültürel ve toplumsal esaret biçimlerini aşmak olduğunu göstermiştir.
Bu bağlamda, gerçek liderlik, bir ulusun yalnızca siyasal kurtuluşunu değil, aynı zamanda bilincinin, dilinin ve kimliğinin özgürleşmesini hedefleyen bütüncül bir vizyonun adıdır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Son güncellenme: 16:31:30