Hoca Cenevre’de ki Birleşmiş Milletler teşkilatını ziyaret etmek isteyince birlikte gittik. İki yüze yakın ulusların bayrakları arasında hâlâ 50 milyonluk Kürd halkının temsil simgesi bayrağı yoktu elbette, fakat nüfusu 40- 50 bin olan çok sayıda devletlerin bayrağı vardı. Bayrak deyip geçemeyiz, yani ulusunun birliğini, varoluşunu simgeler.
İsmail Beşikci’yi yirmili yaşlarımdan beri bilirim, okurum çok değer verdiğim ve saygı duyduğum gerçek bir bilim adamı. O’nu birkaç kez Yurt Yayınların da ziyaret etmiştim. O dile kolay 45 yıldır Kürd ve Kürdistan davasına ve onun bilimsel sosyolojik gerçeklerine dair asla taviz vermedi. Düşünceleri uğruna, takip, kovuşturmalar, soruşturmalar ve 17 yıl zindan yattı. Sözde Türk bilim dünyasına adeta insanlık dersi verdi ve hiç kimse şimdiye kadar onun bilimsel çalışmalarını çürütebilecek bir tez sunamadı ve sunamazdı da; çünkü o bilimselliği esasladı ve kararlılıkla savundu. Lozan’a İsmet Şerif Wanlı vakfı tarafından bir konferans vermek üzere davet edilmişti. Lozan Antlaşması\'nın gerçekleştiği salonda sunulan konferansa çok sayıda İsviçreli politikacı ve basın mensupları katılmıştı. Konuşmasından sonra İ. B. Vakfı kurucularından İbrahim Gürbüz’de bir konuşma yaptı. Beşikçi hoca konuşmasında Kürd ve Kürdistan halk gerçekliğini bilimsel sosyolojik argümanlarla anlattı. Önceki gün Hoca Cenevre’de ki Birleşmiş Milletler teşkilatını ziyaret etmek isteyince birlikte gittik. İki yüze yakın ulusların bayrakları arasında hâlâ 50 milyonluk Kürd halkının temsil simgesi bayrağı yoktu elbette, fakat nüfusu 40- 50 bin olan çok sayıda devletlerin bayrağı vardı. Bayrak deyip geçemeyiz, yani ulusunun birliğini, varoluşunu simgeler.
Sarı Hoca Dr. İsmail Beşikci Kimdir
“İsmail Beşikci, 7 Ocak 1939’da Çorum’un İskilip ilçesinde doğdu, 1958 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. 1962 yılında mezun oldu. 1964 yılı sonlarında Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Sosyoloji Kürsüsünde asistan olarak göreve başladı. 1965’te doktora tezini “Doğuda Değişim ve Yapısal Sorunlar/ Göçebe Alikan Aşireti” üzerine hazırladı. Tez kabul edilerek doktor unvanını aldı. 20 Temmuz 1970’de Atatürk Üniversitesi’ndeki görevine son verildi. 19 Haziran 1971’de Diyarbakır’da tutuklandı. Böylece İsmail Beşikci’nin yıllarca sürecek hapis ve yargılama süreçleri başlamış oldu. Beşikci, toplam 17 yıl iki ay sıkıyönetim tutukevlerinde ve farklı cezaevlerinde kaldı.
Ağırlıklı olarak Kürd toplum yapısı üzerine eserler veren İsmail Beşikci, resmi ideolojinin genel olarak bilime, özel olarak da Kürd toplumuna yönelik propaganda ve uygulamalarına karşı, bilim yöntemi ile eleştiriler yöneltti. Kürd sorununa duyarsız kalan ve egemen güçlerin ağzıyla konuşan “akademik” çevreleri resmi ideolojiye tabi oldukları, bu nedenle bilimden, bilimsel etikten uzaklaştıkları için eleştirdi. Sürekli baskılarla karşılaşması ve uzun yıllar cezaevinde tutulmasına karşın, resmi ideolojinin Kürdleri inkâr politikasını eleştirmekten geri durmadı. Bir ulus olarak Kürdlerin, Kürdçe’nin ve Kürdistan’ın var olduğu gerçeğini her platformda dile getirdi ve savundu.
İsmail Beşikci, yaşamı boyunca bir bilim insanına yakışır istikrarlı ve inatçı bir tavır sergiledi. Baskılar karşısında eğilip bükülmedi. Bilimsel çalışmalardan, ilkelerden asla taviz vermedi. Beşikci, hep bilim insanı olarak kaldı ve kalmaya devam etti. Bugün de yazı ve söyleşilerde aynı ilkeli tutumunu sürdüren Beşikci’nin, çoğunluğu Kürd toplumuna ve sorunlarına yönelik olmak üzere toplam 40 eser kaleme aldı ve değişik konulara ilişkin çok sayıda makale yazdı.
İsmail Beşikci; Kürdistan Federal Devleti tarafından verilen Mele Mustafa Barzani Nişanı (2013), Uluslararası Hrant Dink Vakfı Düşünce Özgürlüğü Ödülü (2012), Boğaziçi Üniversitesi fahri doktora ünvanı (2013), Güney Kürdistan’ın başkenti Hewler’de bulunan Selaheddin Üniversitesinin verdiği fahri doktora ünvanı (2014); disiplinli ve istikrarlı bir biçimde baskılara boyun eğmeyerek bilim etiğinden taviz vermeksizin, Kürt toplumu başta olmak üzere, sosyoloji alanında çığır açıcı bir çalışma sergilediği ve 40’a yakın eseri ortaya çıkardığı gerekçesiyle takdim edilen bilim insanıdır.
İsmail Beşikci, Güney Kürdistan’da Rudaw TV tarafından yılın adamı olarak seçilmiştir (2014). İsmail Beşikci’nin 40 kitabı olup, bazı kitapları farklı dillere çevrilip yayımlanmıştır. Halen yazıları çeşitli yayınlarda ve internet ortamında yayımlanan Beşikci, 2012 yılında kuruluşunu tamamlayan İsmail Beşikci Vakfı’nın mütevelli heyeti üyesi ve onursal Başkanı’dır. İsmail Beşikci, demokrasi, insan hakları ve düşün özgürlüğü mücadelesinde Türkiye’de tabuları yıkan, aydın ve bilim insanı olarak ilk akla gelen insandır. Bu nedenle Noam Chomsky İsmail Beşikci için “Düşünce özgürlüğü mücadelesinde dünyanın kahramanıdır” der.
İsmail Beşikci’nin Kitap Ve Tebliğleri
İsmail Beşikci’nin Kürt Meselesine yaklaşımını birkaç aşamada ele almak mümkündür. Beşikci ilk olarak, 1961-1970 yılları arasında Türkiye’nin inkar ettiği Kürtlerin varlığı ile karşılaşmış, buna Türkiye’deki sorunların bir parçası olarak, “Doğu Anadolu Sorunu” diyerek sosyolojik bir bakışla incelemeye koyulmuştur. Meseleyi, o dönemde, henüz, Kürt ulusu için bir ulusal kurtuluş mücadelesi ve Kürdistan’ı parçalanmış, bölünmüş, paylaşılmış bir ülke sorunu olarak görmemektedir.
Beşikci’nin Kürd toplumu ile ilk karşılaşması 1961 yılındadır. O tarihte fakültede üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçmiştir. Staj için kendi isteğiyle Elazığ’a gider. Vali ve kaymakamların yanında staj yapar. Bu süreçte gittiği köy ve kasabalarda Kürtçe konuşan insanlarla karşılaşır. Bu okullarda öğrettikleri “Herkes Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur. Kürtçe anlaşılmaz bir dildir” söylemi ile çelişen bir durumdur tespitine varır. 1962 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirir. Askerliğini 1962-64 yılları arasında Bitlis ve Şemdinli’de yapar. Kürtleri daha iyi tanıma fırsatını bulur. Özellikle Güney Kürdistan sınırında karşılaştığı peşmergeler ile Kuzey Kürdistan’daki insanların aralarında konuştukları akıcı Kürtçe “Kürtçe ile iki köy bile kendi arasında anlaşamaz” iddiasının yanlışlığını fark eder. 1964’te Erzurum Atatürk Üniversitesi sosyoloji kürsüsünde asistan olur. 1965’te göçebe Alikan Aşireti’nin toplumsal yapısı üzerine doktora tezine başlar ve tezi kabul edilerek doktor unvanı alır. Doktora tezi olan bu çalışma, daha sonra, “Doğuda Değişim, Yapısal Sorunlar/ Göçebe Alikan Aşireti” adıyla, 1969’da Doğan Yayınları tarafından yayımlar. Daha sonra “Doğu Anadolu’nun Düzeni/ Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller”, “Doğu Mitinglerinin Analizi (1967)” kitaplarını kaleme alır. Bu üç kitabı ile şimşekleri üzerine çeker. O dönem, İsmail Beşikci ve Yazarlar Birliği başkanı Aziz Nesin arasında çok yoğun tartışmalar yaşanır ve İsmail Beşikci’yi savunduğu düşüncelerden dolayı “saçları sarı, gözleri yeşil, bu adam olsa olsa İngiliz ajanı olur” diye suçlarlar. Karşılıklı yaptıkları polemik ve belgeler; “Bir Aydın, Bir Örgüt ve Kürt Sorunu” isimli kitapta birleştirerek yayımlanır. Aynı dönemde yazdığı makale tarzındaki yazılarını, “Kürt Toplumu Üzerine” isimli kitapta toplayarak yayımlar. İsmail Beşikci, yazdığı kitap ve makalelerinde, varlığı inkar edilen Kürtlerin “Türkler’den ayrı bir halk olduğu”nu tartışarak, resmi ideolojiyi eleştirdiği için dikkatleri üzerine çeker. Okuldan atılması; Beşikci’nin bir meslektaşı olan sosyoloji doçenti Orhan Türkdoğan’ın şikayet etmesiyle gerçekleşir. O zamanlar şikayetçinin ilk gerekçesi İsmail Beşikci’nin “Marksist olduğu” suçlaması idi. Ancak Türkdoğan’ın ikinci suçlaması daha önemliydi: “Bölgecilik”, ”ırkçılık” denilen şey! Bunun sebebi Beşikci’nin çalışmalarında, Kürt varlığını inkara dayalı, Türk akademinin ise “hakikat” diye benimsediği ideolojik tutuma, sözcüklerin içeriğini bozmadan, bükmeden doğrudan “Kürt”, “Kürtçe”, “Kürdistan” kavramlarını kullanarak resmi ideolojiye meydan okumasıydı.
İsmail Beşikci 12 Mart darbe döneminde cezaevine girdikten sonra, özellikle duruşmalar sürecinde düşüncelerinde önemli değişiklikler oldu. İsmail Beşikçi, Kürt varlığına yönelik politikalara taviz vermeden düşünüp yazmaktan hiç vazgeçmedi. Akademi dışına itilmek de onu çalışmalarından alıkoymadığı gibi, cezaevi de buna engel olamadı. Bilakis düşün dünyasının gelişmesine ve derinleşmesine vesile oldu.
İsmail Beşikci’nin cezaevinde Kürt siyasi tutsaklarla yanyana kalması, yoğun tartışmalara dahil olması ve DDKO davası için hazırlanan savunma süreci nedeniyle daha da yetkinleşti. Yukarıda bahsini ettiğimiz kitaplarının yetkin olmayan bir dönem ve bakışla ele alındığını, eleştirel yaklaşmak gerektiğini şöyle ifade eder:
1971’den önce yayımlanan kitaplarla, yazılarla, 1974’den sonra yazılanlar, yayımlananlar arasında çok büyük içerik, görüş ve düşünce farkları var. 12 Mart 1971 rejiminde, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ndeki yargılamalar çok önemli bir dönüm noktasıdır. Resmi ideoloji kurumunu fark etmek ve eleştirmek, Kürd/Kürdistan olgusunun, sorununun algılanmasında ve anlatılmasında çok büyük bir etken oldu. 1974-1975’den sonraki yayınlar, bu çerçevede gelişti. Şüphesiz, çok daha doğru yayınlardır. 1971’den önce yayımlanan, “Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar, Göçebe Alikan Aşireti”, “Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller”, “Doğu Mitinglerinin Analizi (1967)”, “Doğu Anadolu’da Göçebe Kürt Aşiretler!”, “Kürt Toplumu Üzerine”gibi kitapları bu çerçevede okumak ve değerlendirmek gerekir. 1971’den önce yayımlanan kitaplarla, yazılarla, örneğin, 1975 ve sonrasında, 1990’larda yayımlananlar arasında çok büyük görüş, düşünce farkları var. Okur, yazarın düşüncesinde, tutumunda meydana gelen bu değişmeleri merak edebilir. Okurun, bu değişimi sorgulaması, nedenleri üzerinde düşünmesi, olguları, olgusal ilişkileri bu yönlerden değerlendirmesi bilgilerimizi zenginleştirecek önemli bir dinamiktir.
1974 affıyla cezaevinden çıkan Dr. İsmail Beşikci önce “Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller” kitabının İkinci Baskısı için uzun bir önsöz yazar. Ancak yazdığı önsöz bir kitabın boyutuna varınca, bu önsözü planladığı “Bilim Yöntemi, Türkiye’deki Uygulama” kitaplarına, bağımsız bir giriş kitabı olarak tasarlar ve “Bilim Yöntemi” ismiyle Komal Yayınlarından çıkar. İsmail Beşikci’nin “Bilim Yöntemi” kitabı, bilim, din, siyaset, pozitivizm üzerine çalışanların varacağı farklı sonuçları ortaya koyar ve gelecekte nasıl bir metot ile olgulara yaklaşacağını belirtir. Bilim insanının sadece olguyu ortaya çıkarmak, tartışmak, sınamak ve dinamik bir şekilde doğruya varmak titizliği ile stratejik hareket edeceğini açıklar. Yaşamı boyunca söz konusu kitapta, belirttiği metodu hiçbir koşula bağlamadan, taviz vermeden tatbik eder, yaşamı ile özdeşleştirir. En zor koşullarda, ölüm pahasına bile olsa, bilim insanının doğrularını savunmayı prensip edinir. Bu süreç ( 1971-1980) aynı zamanda İsmail Beşikci’nin gelişme ve derinleşmesinin ikinci dönemdir. “Bilim Yöntemi” ve serisindeki kitaplarında bu net görülür.
İsmail Beşikci; “Bilim saçmalayabilme, yanlış yapabilme, suç olanı söyleyebilme özgürlüğüdür. ” diyerek, düşünce özgürlüğünün dokunulmazlığını vurgulamaktadır. İsmail Beşikci, Osmanlı ve Türk devlet siyasetinin Türk ve İslam olmayan aidiyetleri “Mecburi İskân”a tabii tutarak imha politikasını izlediğini görmüş, “Kürtlerin Mecburi İskânı-“kitabıyla, mecburi iskanın içeriğini açıklamıştır. Bu, “Bilim Yönetimi, Türkiye’deki Uygulama” dizisinin ilk kitabıdır. . Kürdler için, “Mecburi İskân” kavramı son derece önemlidir ve sıradan değildir. 19. yüzyılda Kürd beylikleri, 20. yüzyılda daha çok ağalar, şeyhler, aşiret reisleri sürgüne gönderildi, “Mecburi İskân”a tabii tutuldu. Direniş gösterip gitmeyenler, katliamlara uğratıldı. 1980’lerde, 1990’larda PKK’ye karşı bir devlet siyaseti olarak uygulanan sürgünler, zorla göçertmeler yaşandı. Bu dönemde Kürt köylüleri, koruculuk dayatılarak onursuzlaştırmaya çalışarak, kendi ülkelerinde yaşama olanaklarını, kaynaklarını ortadan kaldırarak zorla göç ettirilmiştir. “Kürtlerin Mecburi İskânı” kitabı, farklı dönemlere yayılsa da mecburi iskân olgusunu sınırları içinde kalarak incelenmiştir.
İsmail Beşikci, Bilim Yöntemi, Türkiye’deki Uygulama dizisinin ikinci kitabı; “Türk Tarih Tezi, ‘Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu” adını taşımaktadır. “Türk Tarih Tezi, “Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu” durup dururken ortaya çıkmadı. 1919-1922 yıllarına, hatta daha öncelere giden bu anlayışın, önemli köklerini bulmak mümkündür. Ancak İsmail Beşikci, bu kitapta Cumhuriyetin 1930’lu yıllarından itibaren konuyu ele almıştır. Kitapta; bu “tez” ve “teori”nin neden yaratıldığı, ne gibi fonksiyonları karşılamak için geliştirildiği sorunlarından çok, bu ideolojiye temel olan düşüncelerin, toplantı ve konferansların, yazıların vs. bilim yöntemi ile ne dereceye kadar ilişkili olduğunu kritik ediyor. Bu eser; “bilimsel” diye sunulan ve Türk Devleti’nin resmi ideolojisini içeren “Türk Tarih Tezi”nin edebiyat, kültür, siyaset, eğitim ve toplumsal yaşama nasıl yansıtıldığını ve ne kadar bilimden uzaklaştırılmış olduğunu incelemiştir. Kitap, Türk Tarih Tezi, “Güneş Dil Teorisi”nin geliştirildiği sıralarda, ‘Türk Devleti’nin iç ve dış politikadaki gelişmeleri ve bağlantılarının ne durumda olduğu sorusuna cevap arayarak; “tez” ve “teori”nin siyasi hedefler için yaratıldığına işaret etmektedir.
İsmail Beşikci; Bilim Yöntemi Serisinin üçüncü kitabı olarak; “Cumhuriyet Halk Fıkrası’nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu” çalışmasını yerleştirdi. Konu önemli bir siyasal belge olmasına, harfi harfine uygulanmasına rağmen, Türk üniversiteleri, Türk profesörleri, kısaca Türk düşüncesi, bu tüzükten hiç söz etmemiştir. Türk yazım dünyası, bu siyasal belgeyi gözden uzak tutabilmek için gayretini esirgememiştir. Fakat Türkiye’nin son yarım asırlık siyasal hayatına, bilim yöntemini kullanarak yaklaşmak isteyenler, olguları ve olgusal ilişkileri bir bütünsellik içinde kavramaya çalışanlar, kati surette bu belgeyi gözden uzak tutamazlar. Fakat Türkiye akademisi CHF’nın Tüzüğü (1927) gibi tek parti dönemine önemli bir açıklık getiren belgeleri gözden uzak tutmaya çalıştı, bugünkü nesillerin, bunları öğrenmemesi için her türlü çaba harcandı. Resmi ideoloji çerçevesinde, onun getirdiği normları tartışılmaz bir veri kabul ederek, bilimsel bilgi üretmek mümkün değildir. “Resmi ideolojiyi kavramak açısından, CHF Tüzüğü (1927) önemli bir belgedir. Eleştirmemek büyük eksikliktir. ” der İsmail Beşikci
İsmail Beşikci’nin Bilim Yöntemi, Türkiye’deki Uygulama serisinin dördüncü kitabı, “Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi adını taşımaktadır. . Dersim Rêya Heq (Alevi) Kürtlerinin Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan kanun, diğer katliamların “Jenosid olmadığı” anlamına gelmez.
“Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan okumasını göstermesi bakımından da son derece önemli bir olgudur. Öte yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu, bilimsel düşünce sürecine darbeler vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. Çünkü Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin tanımladıkları “Dersim çıbanını söküp atmak” için kanunlar hazırladılar. Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler. Kara ve hava harekâtı planladılar. Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar ya da zorla evlendirdiler. Türk yetiştirme yurtlarına yerleştirerek kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek için program hazırlayıp uyguladılar Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50 bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60 bini toplu katledildi, telef edildi. 20 -30 bin insan sürgüne gönderildi.
“Cumhuriyet Halk Fıkrası Programı (1931) ve Kürt Sorunu” kitabı Bilim Yöntemi Türkiye’deki Uygulama serisinin beşinci kitabıdır. Kitabın önemi; CHF’nın özelliği; Türk resmi ideolojisini bu programı ile en sarih biçimde şekillendirmiş olmasıdır. CHF, kendisini tüm milletin ve sınıfların mutlak partisi olarak tanımlamıştır. Türk modern ulus-devletin yaratıcısı, İttihat ve Terakki Fırkası’nın siyasal ve kadrosal çizgisinin devamıdır. Bütün Türk milletinin, çelişkisiz ve çıkarsız bu partiye adapte olması ve Şef Mustafa Kemal’in tekçi düşünce ve talimatlarına uygun davranmasıdır. Beşikci’nin bu çalışması CHFnin Programı ile ilgilidir. CHF Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemalin, dolayısıyla CHFnin görüşlerini radikal bir biçimde yorumlamaya ve bu görüşlere doktriner bir karakter vermeye çalışan “Kadro Hareketi” üzerinde de durulmuştur. CHF programı (1931) Türkiye’nin siyasal hayatında çok büyük rol oynamış bir metindir. Demokrat Parti ve Onun devamı olan Adalet Partisi de dâhil olmak üzere, CHF kökenli bütün partilerde bu etkiyi görmek mümkündür.
1943’deki “Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı Otuz üç Kurşun” kitabı “Bilim Yöntemi Türkiye’deki Uygulama” dizisinin altıncı kitabıdır. İsmail Beşikci bu olayla, 28 Aralık 2011’deki Roboski Katliam’ı arasında benzerlikle kurar. “Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı / Otuz Üç Kurşun” diye hafızalarda yer edinen katliamlar, Yakın Doğu coğrafyasında, Kürdistan’da işlenen katliamlardan biridir. Bu katliam, sürece yayılan jenosit olgu ve uygulamalardandır. Bu olgu ve uygulamaların tarih bilinci açısından sorgulanması, canlı tutulması, tartışılması, aktüel kılınması önemlidir.
“Kürdistan Üzerinde Emperyalist Bölüşüm Mücadelesi 1915-1925” kitabı “Bilim Yöntemi Türkiye’deki Uygulama serisinin yedinci kitabıdır. Emperyalist devletler, I. Dünya Savaşı içinde Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan çeşitli gizli antlaşmalar yapmışlardır. Bu antlaşmalarda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Kürdistan’ın ülke bütünlüğünün parçalanmasına özel bir gayret göstermişlerdir. Bu politikaların oluşturulması ve uygulanması, özellikle, 1915-1923 yılları arasında gerçekleştirilmiştir. 1923-1925 yılları arasında da emperyalist bölüşümün ortaya çıkardığı bazı pürüzler giderilmiştir. Elinizdeki kitap, Qasr-ı Şirin (1639), Türkmençay (1825) ve Lozan (1923) antlaşmaları ile parçalanan, bölüşülen bir ülke ve ulusun vardığı sonuçların tarihi bilinç açısından önemine işaret etmektedir. Ermenistan ve Kürdistan’ın bölüşülmesi arasında da bağlantı kurarak konuyu tarihi bir bilinçle incelemektedir.
Bu kitaplardan sonra İsmail Beşikci’nin Üçüncü dönemi 1980- 1990’lı yıllarda da tüm zindan koşullarında da olsa aynı tempoda yazım yaşamını aynı disiplin içinde, bir aydın tutumu içerisinde daha da derinleştirerek sürdürmüştür. “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” kitabı yazıldığı ve yargılandığı dönem çok büyük yankılar uyandırmıştı. Çünkü İsmail Beşikci; Kürt ve Kürdistan kavramlarının daha tabu sayıldığı bir dönemde yayımlamış ve “Kürdistanın ve Kürd ulusunun siyasal statüsü, “Orta Doğu’nun en önemli sorunudur” diye tespit ediyordu. “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” kitabı, 1990 yıllında yayınlandığında kısa sürede Kürt yurtsever çevrelerde tüm yasaklamalara rağmen elden ele dolaşıp dağılan ve aranan bir kitap oldu. Kürdlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması, paylaşılması bu çalışmada ele alınmıştır.
“UNESCO’ya Mektup” kitabı, UNESCO Genel Kurulunun 27 Kasım 1978 tarihli ve Mustafa Kemal’in 100. doğum yıldönümü ile ilgili kararına ilişkin, İsmail Beşikci’nin Adapazarı Cezaevinde “UNESCO”nun bu kararını eleştiren düşüncelerini açıkladığı mektuptur. Mektup; Gölcük Donanma ve Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nin 1981/586 Esas sayılı dosyasından alınmıştır.
“Kürt Aydını Üzerine Düşünceler” kitabı; ulus olmak, ulus özlemlerini dillendirmek ve açığa çıkarmak, ulusal ve toplumsal tarih bilincine sahip olmak üzere mazlum milletlerin özgürlüğü için mücadele etmek, siyasetin soyut değil, somut gerçeklikten kopmasını önlemek, düşün ve ifade özgürlüğünün zemin bulması konularını incelemektedir. Bu incelemede, Kürd aydını konusunun bazı boyutlarına dikkat çekilmiştir. Bu konunun çeşitli incelemelere ve eleştirilere ihtiyaç duyduğu da bilinmektedir.
“Orta Doğuda Devlet Terörü” kitabı, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasını, Orta Doğu tarihinin en önemli olayı olarak tespit etmektedir. Bu olgu, Kürdler ve Kürdistan üzerinde çok olumsuz etkiler yaratmıştır. Bu, uluslararası toplumda, Kürdlerin dostunun azalmasını, giderek yok olmasını, hasımlarının ise çoğalmasını sağlamıştır. Uluslararası toplumun, anti-Kürd nizamın şekillenmesi bu sürecin başta gelen sonucudur.
“Bilim-Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu”nda ziyadesiyle bilim, bilim yöntemiyle düşünüş ve devletin bilim yöntemini cezai müeyyidelerle nasıl bastırdığını konu edinir. Bilim ve resmi ideoloji ilişkisinde görülen sorunlar sadece, Türkiyede karşılaşılan sorunlar değildir. İran, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Gana, Güney Afrika, Şili. . . gibi ülkelerde ve Doğu Bloğu ülkelerinde de resmi ideoloji vardır. Bilim-resmi ideoloji ilişkileri oralarda da sorunlarla doludur. Resmi ideoloji oralarda da bilimin serbestçe gelişmesini engellemektedir. Kürdistan sorunu söz konusu olduğu zaman, mahkemeler bilimsel gerçeği değil, ideolojik gerçeği esas alarak yargılama yaparlar.
“Hayali Kürdistan’ın Dirilişi” 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, temsili Ağrı Dağı ve üzerindeki bir mezar taşına; “Muhayyel Kürdistan burada medfundur” (Hayali Kürdistan burada gömülüdür) yazılı olduğu bir karikatür yayınlanır. Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Yakın Doğu tarihinin en önemli olayıdır. Bu olgu, Kürdler ve Kürdistan üzerinde çok olumsuz etkiler yaratmıştır. Günümüzde, Kürd/Kürdistan olgusu, siyasal ve toplumsal bakımlardan hızla değişmektedir ve bu şüphesiz pozitif bir durumdur. Bu değişimi yaratan iki önemli olay vardır: Birincisi, 15 Ağustos 1984’de Türkiye’de gerilla mücadelesinin başlamış olmasıdır. İkinci olay ise, 20 Mart 2003 de, ABD’nin ve Koalisyon güçlerinin Irak’a silahlı müdahalede bulunmuş olmasıdır. Bu iki olgu birbirini etkileyerek, tetikleyerek bugünkü durumu yaratmıştır. Bu gelişmeler 21. yüzyılın ilk yıllarında Kürdlere statü vermeyen Ortadoğu statükosunda çok önemli bir gedik açmıştır. 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki karikatürü ve 21. yüzyıla girerken, Kürdlerin yaşadığı ve nasıl yaklaşıldığı tarihin bir ironisi olarak değerlendirilmelidir.
İsmail Beşikci’nin 2005-2013 tarihleri arasında kaleme aldığı makalelerini iki kitapta topladık. Kitabın biri; “Rejimin Niteliği ve Kürtler”, diğerini “Devlet ve Kürtler” olarak isimlendirdik. Bu kitaplarda daha ziyade; Devletin Kürtlerle ilişkisi, Kürt dili, Kürt kimliği, Kürt tarihi, Kürt millet ve milliyetçiliğini ele alan makaleler toplanmıştır. Makaleler; çeşitli internet sitelerinde, dergi ve gazetelerde yayımlanmış. İçlerinde bu kitaplarda ilk kez yayınlananları da vardır. Kitapların ilkinde İsmail Beşikci; devletin niteliği, aydınların, akademik alanın, solun ve Kürtlerin, devlet karşısındaki zaaflarının neden ve sonuçlarına sıkça vurgu yapar. Bu iki kitapta, Kürdlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması süreçlerine özellikle dikkat çekilmektedir.
“Cezaevinden Mektuplar” çeşitli tarihlerde, çeşitli cezaevlerinden yazılan mektuplardır. Mektupların çok önemli özelliği cevapsız olmalarıdır. Mektupların ilgili kişilere ulaşmasına, özen gösterilmiştir. Dışarıdaki arkadaşlar, bunun için yoğun çaba harcamıştır. Fakat birkaç tanesi hariç bu mektuplara cevap alınamamıştır. Mektuplar, ilgili kişilerin, o günlerdeki yazılarını ve konuşmalarını eleştirmek amacıyla dile getirilmiştir.
“Cezaevinde Yazılar” kitabı, çeşitli cezaevlerinde, çeşitli tarihlerde yazılmışlardır. Yazılarda, yazıldıkları döneme ilişkin bazı saptamalar, belirlemeler var. O dönemlerde yaşanan bazı olaylara ilişkin belirlemeler var. Bunlar, o günlerde, gazetelerde, dergilerde yer almadı. Bazı yazılar da, “İleride, elverişli bir zamanda yayınlanır!” diye bekletildi. Bu yazıların, ilgili dönemlerin anlaşılmasına katkı sunacağı, Kürd/Kürdistan sorunuyla ilgili bilgilerimizi arttırıcı bir etki yapacağı kesindir. Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Cezaevinde Mektuplar ve Cezaevinden Yazılar kitaplarının da çok önemli bir sorunsalıdır.
Ermeni Soykırımı
1915 Ermeni Soykırımı
Ermenilerle ilgili projeler, Birinci Dünya Savaşı sürecinde yaşama geçirilmiştir. Bir buçuk milyon civarında Ermeni tehcirle soykırıma uğratılmıştır. Ermenilerin taşınır ve taşınmaz malları, zenginlikleri yağmalanmıştır. Bu operasyonlarda Teşkilat-ı Mahsusa etkin bir şekilde kullanılmıştır. Bu operasyonlarda kullanılan Teşkilat-ı Mahsusa’da belli başlı üç kategori yer almaktadır. Bunların üçü de silahlı unsurlar olarak örgütlendirilmişlerdir. Birinci kategoride; Balkan yenilgisinden sonra Balkanlardan gelen Türk kökenliler yer almaktadır. Bunlar 14. yüzyılda Bulgaristan’ın, daha sonra Sırbistan’ın, Romanya’nın Makedonya’nın fethinden sonra Anadolu’dan oraya gönderilen Türklerin “Evladı Fatihan”ın torunlarıdır. Bu göçmen kitleler çok öfkeli bir şekilde gelmektedirler. Çünkü onlar da evlerini, barklarını mülklerini kaybetmişlerdi. İttihat ve Terakki göçmenlerin bu öfkesini Rumlara ve Ermenilere yönlendirmektedir, “Rumlara, Ermenilere karşı mücadele ederseniz, onları bulundukları yerlerden kaçırtırsanız veya onları şu veya bu şekilde yok ederseniz onlardan kalan taşınmaz mallar sizin olacak” diyorlardı.
Rumlara, özellikle Ermenilere karşı kullanılan ikinci kategori, ağır suçlar işlediklerinden dolayı firar halinde olanlar veya cezaevlerinde tutulanlardır. Devlet, Teşkilat-ı Mahsusa bu kişilerle pazarlık yapmıştır. Rumlara, Ermenilere karşı mücadele ederlerse onlar hakkında soruşturmalar, takibat durdurulacak, dosyaları kapatılacaktır. Üstelik maddi ve manevi ödüllerin de sahibi olacaklardır. Rumlardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar kendilerine verilecektir.
1985 yılını hatırlayalım. Türkiye’de gerilla mücadelesi başladıktan sonra bazı aşiretlerin koruculuğu kabul etmeleri için kendilerine ne gibi olanaklar sunulduğunun irdelenmesi önemlidir. 1910’larda ve 1980’lerde benzer bir sürecin yaşandığı gözlenmektedir.
Üçüncü kategori bazı Kürd aşiretleridir. Bu süreçte sermaye dönüşümü, sermayenin Türkleştirilmesi üç aşamada gerçekleştirilmiştir. Birinci olarak tehcir kafilelerinin güvenliğini sağlayan unsurların yaptıklarıdır. Kadınların para ve mücevher taşıdıkları bilinmektedir. Tehcir sırasında arazinin, yolun uygun bir yerinde kadınların paralarına, mücevherlerine el konulmuş, kadınlar öldürülmüş, cesetleri Fırat nehrine atılmıştır. İkinci aşamada Rumların, Ermenilerin evlerindeki eşyalar yağmalanmıştır. Üçüncü aşamadaysa Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallar yağmalanmıştır.
Bugün Türkiye’de büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Rum mallarıdır, Ermeni mallarıdır. Kürdistan’da bazı Kürd aşiretlerinin, Kürd şeyhlerinin, Kürd toprak sahiplerinin zenginliklerinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani, Keldani, Nasturi mallarıdır. Ama bu, konuşulan, tartışılan bir konu değildir. Türk İktisat tarihi, Türkiye ekonomi tarihi konusundaki kitaplarda, yazılarda “Rumlardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar ne oldu“ sorusu sorulmaz. Örneğin Osmanlı ekonomisi inceleniyor, ondan sonra yeni bir başlıkla Cumhuriyet ekonomisinden söz ediliyor. İzmir İktisat Kongresi’ne (1923) vurgu yapılıyor, ama Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallar konusuna hiç değinilmiyor. Fakat son altı yedi yıldır üniversite dışında bu konuyla ilgili incelemeler gelişiyor. Nevzat Onaran’ın “Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi” (Belge Yayınları, Mayıs 2010), bunlardan biridir.
Nevzat Onaran’ın bu konuyla ilgili iki cilt olan bir incelemesi daha var. Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi 1914-1919, “Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi I” (Evrensel Basım Yayın, Ekim 2013). Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi 1920-1930, Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi II” (Evrensel Basım Yayın, 2013).
Bu sürecin Kürd Kürdistan sorunuyla şüphesiz çok yakın ilişkisi var. Ermeni mallarının bazı Kürdler, aileler, aşiretler, şeyhler tarafından yağmalandığını devlet bilmektedir. Devlet bu Kürdlere durumu şu şekilde bildirebilir: Tasarruf ettiğin bu mal, bu tarla, dükkân, ev vs. Ermenilerden kalmadır. Bu malı kullanmayı sürdürmek istiyorsan devletin görüşlerine göre hareket etmek, tavır ve davranış sergilemek durumundasın. Devlet ne diyor? Devlet Kürd diye bir halk olmadığını, Kürdçe diye bir dil olmadığını söylüyor. Kürdlerin Orta Asya’dan gelen bir Türk boyu olduğunu vurguluyor. Sen de böyle söylersen, bu söyleme uygun tavır ve davranış sergilersen bu malları tasarruf edebilirsin. İleride bu mallar senin üzerine tapulanabilir de. Fakat benim dinim, kültürüm dersen, Kürdlük ileri sürersen bu malları kullanmana izin vermem… Bu sürecin nasıl geliştiği biliniyor. Kürdlük hiçbir şekilde savunulmuyor. Malatya, Elazığ, Maraş, Adıyaman gibi yörelerde Kürdlüğü aşındıran, bazı yerlerde de bitirmeye yüz tutan önemli bir ilişki kanımca budur.
Kürdlerin bu süreçte iki aşamalı durumlarına da dikkat çekmek gerekir. Birinci aşama devlete yardımcılıktır. Osmanlı döneminde, İttihat ve Terakki döneminde, Kuvayı Milliye döneminde bu yardımcılığı görmek mümkündür. Rum sorununun, Ermeni sorununun çözülmesinde devlete yardımcılık söz konusudur. Bazı yerlerde de tetikçilik yapılmıştır. Türk milli mücadelesi döneminde (1919-1921) gerek Mustafa Kemal, gerek Kazım Karabekir “Kuvayı Milliye ile birlikte olmasanız, Kürdistan Ermenistan olacak” diye Kürdleri kendi taraflarına çekmeye, bu yönde örgütlemeye çalışmışlardır. Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi döneminde, Kürd şeyhlerine, Kürd aşiret reislerine yazdığı mektupları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Osmanlı hükümeti ile yapılan Amasya protokollerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Kürdlere ilişkin esas program şüphesiz Kürdlerin Türklüğe asimilasyonudur. Bu da devlet Kürdleri kazanınca Yakın Doğu işleri ile ilgili Lozan Antlaşması imzalanınca yaşama geçecek olan bir programdır. Bu yıllardan sonra devlet terörü de kullanılarak Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu için çok yoğun bir çaba sarf edilmiştir.
Kuvayı Milliye
Ege’de, Çukurova’da, Gaziantep, Urfa gibi yörelerde Kuvayı Milliye örgütlenmesinin temelinde hangi olgular vardır? 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte Osmanlı devleti de savaştan yenik çıktı. Bunun üzerine Rumlar ve Ermeniler bulundukları yerlerden tekrar dönerek kendi evlerine, mallarına, mülklerine kavuşmak istediler. Ama bu malları mülkleri de çevredeki Kürd veya Türk eşraf tarafından yağmalanmıştı. İşte Kuvayı Milliye, Rumların ve Ermenilerin kendi mallarına sahip çıkmalarını engellemek için kuruldu. Neden Antep’te Urfa’da, Çukurova’da kuruldu? Çünkü örneğin Ermeniler Halep’ten, Antep’e, Urfa’ya daha kolay gelebiliyorlardı. Ne kadar Ermeni Halep’e ulaşabilmişse, onlardan bir kısmı Antep’te, Urfa’da, Çukurova’da kendi mallarına mülklerine kavuşma beklentisi içindeydi. Ege’den Yunanistan’a Ege adalarına sürülen Rumlar için de durum aynıydı. Resmi tarih Kuvayı Milliye’yi destan olarak anlatır. Ama Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallarla ilişkilendirildiği zaman, Rum ve Ermeni malları üzerinde yağma yapanlar oldukları görülür. Kuvayı Milliye, sürgün edilen bu kitlelerin tekrar gelişlerini engellemek için kurulmuştur.
Türkiye bir ülkenin adı değildir. Türkiye bir devletin adıdır. Yakın Doğu’nun kadim halkları ve onların ülkeleri imha edilmiş, bu topraklar üzerinde yeni bir devlet kurulmuştur. Bizans döneminde, sadece Ege’nin bir parçası için kullanılan Anatolia, yeni devletin toprakların tamamına verilen bir isim olmuştur. Anadolu.
Alman Desteği
İttihat ve Terakki’nin bu projesi Almanlar tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Bu projenin yaşama geçmesiyle İngiliz sömürgesi Hindistan üzerinde sürekli bir Alman tehdidi oluşacaktı. Ama bu, Yakın Doğu’yu tamamen imha eden bir süreçti. Belge Yayınları’nın, Ocak 2012’de yayımladığı, “Alman Belgeleri, Ermeni Soykırımı, 1915-1916”, bu konuda çok önemli bir kaynaktır. Wolfgang Gust tarafından hazırlanan belgeler, Alman Dışişleri Bakanlığı siyasi arşiv belgelerini içermektedir. Wolfgang Gust (d. 1935) haftalık Der Spiegel Dergisi’nin, Dış Haberler Servis şefi ve muhabiridir.
Yves Ternon’un, “Mardin 1915 Bir Yıkımın Anatomisi”, kitabı da önemlidir. Bu kitap da Ekim 2013’de Belge Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu kitapta da Sait Çetinoğlu’nun uzun bir önsözü vardır. Bu önemli bir değerlendirme yazısıdır.
Bu arada, David Gaunt’un kitabından da söz etmek gerekir. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’da Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, Katliamlar, Direniş, Koruyucular, Çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, Ekim 2007.
Vergine Sivazliyan’ın, “Ermeni Soykırımı, Hayatta kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, ” (Ermenice’den tercüme edenler, Tigran Teovagomiyaciyan-Petros Çavikyan, Belge Yayınları, Kasım 2013. )
Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili hesapları vardı. İmparatorluğun, Yakın Doğu’daki ve Orta Doğu’daki toprakları paylaşılıyordu. Bu çerçevede 1915 sonlarında başlayan Sykes-Picot görüşmeleri 1916’da sonuçlandı. Son görüşmelere Ruslar da katılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanlar ve müttefiki Osmanlılar yenildi. İngiltere ve Fransa tarafı galip geldi. Ama İngiltere ve Fransa tarafı Sykes-Picot Antlaşmasını diledikleri gibi yaşama geçiremediler. Rusya’da meydana gelen Bolşevik devrimi bunu önledi. İngiltere ve Fransa, Bolşevik devriminin Rusya sınırları dışına taşmaması için Sykes-Picot planlarında bazı değişiklikler yaptılar. Yakın Doğu’da, Türk Devleti’nin, Orta Doğu’da Afganistan’ın kurulması, İngiliz, Fransız ve Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla gerçekleşti. Yakın Doğu bu ilişkiler sürecinde imha edildi. Hem ülkeler, hem de bu ülkelerde yaşayan kadim halklar, Ermeniler, Rumlar, Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler… Bu süreçte soykırıma uğratıldılar. Yakın Doğu’nun otokton halkları, allochtoonlar (dışarıdan gelenler) tarafından soykırıma uğratıldı.
Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal, “Yakın Doğu soykırımlarla yok edildi. Neden?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, “Uzakdoğu var, Orta Doğu var, Yakın Doğu soykırımla yok edildi Neden?” deniyor. Bu yazı 15 Ocak 2012 tarihinden itibaren kurdistan-post. eu sitesinde aslı duruyor. Yazı, Kızılbaş Dergisi’nin, Şubat 2012 tarihli 11. sayısında da yer alıyor (s. 45-47).
Bu konuda, Gürdal Aksoy’un kitabını hatırlatmak da gerekir. “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma”, (Komal Yayınevi, İstanbul, Haziran 2002)
1915 ve Hrant Dink’in Katledilmesi
Taner Akçam hoca, Muammer Güler ve Dr. Reşit ya da, Erdoğan ve Talat başlıklı yazısında, (Taraf, 18 Ocak 2014) Hrant Dink’in Talat Paşa’ya karşı katledildiğini yazar. Bu söylenebilir. Ama tabulara dokunulması da bu cinayetleri tetikleyebilmektedir. Vedat Aydın’ın katledilmesiyle, Hrant Dink’in katledilmesi arasında çok önemli benzerlikler vardır. 5 Temmuz 1991 de Vadat Aydın’ın katledilmesi, 30 Ekim 1990da, Ankara’da İnsan Hakları Kongresi’nde yaptığı Kürdçe konuşmadan dolayıdır. Bunun yanında birçok neden daha sayılabilir. Bu, çok önemli bir tabuya dokunmak anlamına gelir. Hrant Dink de Agos Gazetesi’nde, Sabiha Gökçen’in esas kimliğiyle ilgili bir yayın yapmıştır. Önemli bir tabuya dokunmuştur. Bu yayından sonra, Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılması, valilikte MİT görevlileri tarafından tehditle karşılanması, bu nedenledir. Aslında bu olgular birbirini tetiklemektedir.
Lobiler söylemi
Ermenilerin, Rumların, ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da vs. lobiler aracılığıyla kendi tarihsel haklarını savunmaları örneğin, soykırımın tanınması için çaba sarf edilmesi, gasbedilen mallarını-mülklerini gündeme getirmeleri normal bir gelişmedir. Bunu emperyalizmin kışkırtması olarak algılamak doğru değildir. Emperyalizmi, örneğin Kürdistan sorununda, 1920’li yıllarda, Miletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması sürecinde aramak gerekir. Ama bu konularda da Kürdlerde ciddi bir bilinç eksikliği, yanlış bir bilinç vardır. Bunu da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir.
Bir ulusun, bir ülkenin bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması o ulus için çok önemli bir sorundur. Ermenilerin de böyle bir sorunu vardır. Osmanlı Ermenistan’ı, Rus Ermenistan’ı. Bu bölünme, parçalanma ve paylaşılma pek çok sorunun ana nedenidir.
Temel Sorun
Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’de Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur. Sadece Kürdlerin değil, Rumların, Ermenilerin, Asurîlerin, Süryanilerin, Yahudilerin, Ezidi Kürdlerin, Rum-Pontus’ların, kendilerini Reya Heq olarak adlandıran Alevilerin (Kızılbaşların) de yokluğu üzerine kurulmuştur. Bunun yolu da asimilasyondur. Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu. Asimilasyonu kabul etmeyenler imha edilecektir. Yukarıda sayılan altı olguda, imhanın nasıl gerçekleştirildiği belli olmaktadır. Örneğin çeşitli katliamlarda çok adı geçen “Yeşil” bir türlü yakalanıp yargı önüne çıkarılamamıştır.
Hıristiyan olan Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin Rum-Pontus’ların vs. asimile edilmeleri mümkün değildir. Onların yokluğu da ancak, sayılarının azaltılması suretiyle sağlanabilir. Yirminci yüzyılın başlarında, sadece İstanbul ve çevresinde, 300 bin civarında Rum yaşıyordu. O zaman, bugünkü sınırlar içindeki topraklarda 10-12 milyon insan yaşıyordu. Bugün İstanbul’da yaşayan Rumların sayısı 1500’dür (Hayko Bağdat, Bese Hozat’a, Taraf, 11 Ocak 2014).
Hayko Bağdat, bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayısının 60 bin, Yahudilerin sayısının 20 bin olduğunu belirtmektedir. Hâlbuki yirminci yüzyılın başlarında bu topraklarda, yani, Batı Ermenistan’da, Kilikya’da, Kuzey Mezopotamya’da, İstanbul çevresinde, Ankara-Eskişehir çevresinde… 2 milyona yakın Ermeni yaşıyordu. Asurî-Süryanilerin sayısı ise ancak, yüzlerle ifade edilmektedir.
1934 de, Trakya’da Yahudilere uygulanan kırım, 1941-1943 Varlık vergisi, 1955 6-7 Eylül olayları, 1964 sürgünü… Hep azınlıkların nüfusunu azaltmayı hedefleyen operasyonlar olmuşlardır. 1921 Anayasası, 29 Ekim 1923 günü yani Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, 29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı kanun ile değiştirilmiştir. Bu kanun, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerini Açıklayarak Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun” adını taşımaktadır (Prof. Dr. Suna Kili, Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Senedi İttifaktan Günümüze, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, 1985 Ankara, s. 91-93, s. 103).
Bu değişiklikle, 1921 Anayasası yürürlükten kaldırılmaktadır. Zira 1921 Anayasası’na temel özelliğini veren adem-i merkeziyet prensibidir. Bu da 11. ve 12. Maddelerde yer almaktadır. Bu değişiklikle bu maddeler yürürlükten kaldırılmıştır. Henüz 1924’e varmadan yapılan bu değişiklik, yönetimin niyetini, gelecekte nasıl bir devlet ve toplum tasavvur ettiğini göstermektedir. 29 Ekim 1923 günü sessizce yapılan bu değişiklik aslında hukuka karşı bir darbedir. Çünkü bu değişiklikle ilgili olarak Meclis’te hiçbir tartışma yapılmamıştır. Bu değişiklikle ilgili olarak hiçbir milletvekilinin de haberi yoktur. Sadece Mustafa Kemal’in ve birkaç arkadaşının bildiği bir konudur.
1 Nisan 1923’de Meclis yenilenmiştir. Yeni Meclis’e Mustafa Kemal’e muhalefet eden kişilerin alınmamasına yani ikinci gruptan kişilerin alınmamasına özen gösterilmiştir. Yeni Meclis 1921 Anayasasını yapan meclis değildir. 1921 Anayasası 2 yıl 9 ay gibi bir süre yürürlükte kalmıştır. Adem-i Merkeziyeti yaşama geçirecek bir tasarrufu da olmamıştır.
Bu değişiklik, ileride gelişecek asimilasyon, inkâr ve imha süreci için elverişli bir ortam yaratmaktadır. O günlerden beri Türk hukuku resmi ideolojinin emrindedir. 1950’ler, 60’ları, 70’leri, 80’leri hatırlayalım, yargı organları, Kürdlerden, Kürdçe’den söz edenleri çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılıyordu. Bu, yargı organlarının resmi ideoloji doğrultusunda karar vermesinden başka bir şey değildir. Yargı organları, Kürdler konusunda hala, resmi ideolojinin gereklerine göre çalışmaktadır. Bunun için, Ergenekon soruşturmaları Fırat’ın öte yakasına geçememektedir. Buysa, hukukun adalet anlayışının çürümesi anlamına gelmektedir. “
(Dipnot: Yazının tırnak içindeki bilgiler İBV aittir. )
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.