Ülkede ve Ortadoğu'da Yaşanan Son Gelişmeler Üzerine

Türk devleti ve Öcalan arasında belli ki yıllara dayanan ve üzerinde çalışılarak kıvama getirilmiş şeklinin iki taraflı aktörlerce kabul edilmiş bu "müzakere süreci" pratik hayata sokuldu. Devlet ve Öcalan arasında yürütülen bu süreçte, üzerinde anlaşılan maddelerin hayata geçirilmesinde atılacak adımların çok dikkatli ve son derece de temkinli bir şekilde yürütüldüğü konusu, gözlerden kaçmayan bir durum. Bu konuda bilgi sahibi olduklarını her fırsatta ima eden bazı kesimler, atılan en son adımın adı geçen sürecin 3. aşaması olduğunu dilendirdiler. Daha atılması gereken adımların önemlilik sırasına göre mecliste bir komisyonun kurulması, silah bırakanların toplumla entegrasyonu sağlayacak yasal ve anayasal prosedürlerin tespiti ve bu sürecin önünü tıkayan engellerin ortadan kaldırılması için inisiyatif alınması, üzerindeki çalışmalar oluştuğu yavaşça netleşiyor. Bunun kalıcı olabilmesi için de herkesin (etkili aktörlerin) elini taşın altına koyması gerekiyor. Bununda olmazsa olmazları olan, çağın gereklerine uygun, farklı etnisite ve inançlara sahip toplum kesimlerinin eşitlik temelinde bir arada yaşayabilecekleri evrensel demokratik kriterlere uygun bir anayasanın yapılması ile mümkün olabilir. Doğal olarak ta bu sorunun ana motorunu Kürtlerin ulusal haklarının iadesi ve bu hakların özgürce kullanılmasının önünün açılması ile mümkün olabilir. Dolayısıyla bu sürecin bir Kürt ayağı, bir de Türk kamuoyu ve Türk siyasi parti ve oluşumları ayağı var. 11 Temmuz’da Süleymaniye'nin dağlık kesiminde düzenlenen silah bırakma töreninde, 15 kadın ve 15 erkek gerilladan oluşan bir grup, KCK eş başkanı Besê Hozan başkanlığında sembolik bir şekilde silahlarını yaktılar. Besê Hozat, daha önce hazırlandığı belli olan kağıttan okuduğu açıklamada, Kürtlerin üzerinde bir daha düşünmesi gereken bir realiteyi gözler önüne sermiş oldu. Bu açıklama da, lideri ile % 100 ters düşen açıklamayı (hala ulusal kurtuluş mücadelesinden dem vurması ve sosyalizm inşasından bahsetmesi) çok ilginç bir tezattı. Bu durum, Kürtler açısından hazin bir gerçeği bir kez daha gözler önüne sermiştir.
12 Temmuz’da da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıklamalarını izledik. Herkesin merakla beklediği bu açıklama, tamamen iç politikaya ve kendi oylarını konsolide etmeye yönelik bir üslupla dile getirdiği gözlerden kaçmıyordu. Dolayısıyla vermeye çalıştığı mesajların büyük çoğunluğu, Kürt haklarının kayıtsız şartsız iade edilmesinin karşıtı cephede yer alan bilumum ırkçı kesimlere yönelik bir konuşmaydı. Oysa bu sorunun adını doğru koyup, bu tarihsel olayın nedenlerini ve niçinlerini, bu aşamaya neden ve nasıl geldiğini, bu sürecin neden gerekli ve hayati olduğunu? Türkler ve Kürtler arasındaki barışın bir daha bozulmamak üzere yeniden inşa etmenin sosyolojik, felsefi, siyasi, etnik ve ahlaki temellerine inilerek topluma açık ve net bilgiler vermesi gerekirken, derin devletin konsept halinde dillendirdiği tekrarlı "milleti ve devleti ile bir bütün olma" metaforunu anlatıp durdu. Hiç bir zaman halle getirilmesini kabul etmeyecek üniter devleti kollayıp koruyacaklarını, "terörün belini kırdık ları"nı dili döndükçe anlatıp durdu. Adına "terör"dediği (Evet bu ülkede diz boyu terör yaşandı. Yüz bine yakın insan katledildi) Fakat, bu kuralsız ve ahlaksız savaşın diğer tarafında da inkarcı ve ceberut devletin olduğu gerçeğini es geçti. Hakkını yememek babında yüz yıllık süregelen bu trajik olayların çıkış noktasının temelinde Kürtlerin kimlik, dil ve kültür sorunlarının inkarı ve yok sayılmanın bu sorunları tetiklediğini söylemesi, faili "meçhul" lerin ve beyaz toroslar dan bahsetmesi, çok önemliydi. Devletin en üst tepesindeki kişinin bunları dile getirmesi çok önemliydi ve aynı zamanda tarihe de düşülen bir nottur. Şüphesiz ki bu yaşanan acıların ve kötülüklerin yegane müsebbibi, Kürtlerin temel ulusal haklarının inkarı ve yok saymadan kaynaklı bir durum olduğuydu. Ayrıca bu süreci yürüten siyasi oluşumların geçici bir şey olmadığını, "AKP, MHP ve DEM ile birlikte bunu sonuçlandıracağız" demesi de bir ilkti ve bu ifadeler atılması gereken adımlara açısından da çok ilginçti.
Suriye de Amerika, Avrupa ve İsrail'in destekleyip iktidara taşıdıkları HTŞ ve lideri Ahmet Şara, herkesi şaşırtarak, geçmişinden arındığını, Amerika, Avrupa ve İsrail taleplerine olumlu cevap vereceğini dile getirmesi, popülaritesini çok hızlı bir şekilde zirveye çıkarttı. Hakkındaki iddialarda; "Dinci ve cihatçı ezberlerle yetişmiş bir fundamentalist, Ortadoğunun karmaşık ve bir o kadarda önemli bir ülkesinde devlet başkanlığı makamda uzun süre kalamaz" yönündeki söylemleri boşa çıktığını görüyoruz. Şara'nın aslında zeki ve şartlara göre siyasi esnekliğe açık ve sahip biri olduğunu, kendi geleceği için diplomasiyi çok iyi kullanabileceğini de göstermiş oldu. Kürtler ise, Güney Kürdistan da olduğu gibi, ulusal birliklerini ideolojik, siyasi ve partisel hırslarına kurban etmekten bir türlü vazgeçmediler. ENKS ve PYD arasındaki yakınlaşmayı büyük bir coşku ve sevinçle karşılayan Kürtler, Bu parti ve oluşumlar arasında oluşmaya başlayan ulusal birliğin kurulması ve komisyonların oluşturulmasını bilerek bunu yavaşlattılar. Kürtlerin İŞİD'e karşı vermiş olduğu onurlu insani mücadelede herkesi hayran bırakan bu kahramanlıklar dünya toplumlarının Rojava'da Kürtlerin bir hak ve statü sahibi olmayı desteklenmesini beklerken, kendi iç anlaşmazlıkları, bıktırıcı bir hal almış yalpalamaları ve güven vermeyen söylem ve davranışları Amerikan yönetiminin Kürtlere vaad edilen bu hakların elde edilmesinde geri çekilme ve çark etmelerine sebep olmuştu. Başından beri anlatmaya çalıştığımız noktaya geldik. Devletler de ezeli ve daimi dost ve düşman kavramı yoktur. Siz iç birliğinizi ve müttefik saydığınız kesimlere karşı samimi ve açık olmazsanız, bu dostlar başka müttefikler bulup yollarına öyle devam ederler. Amerika ile yaşanan durum böyle bir şeydir. Çıkıp başkalarını eleştirmeye ve sızlanmaya gerek yoktur. Hala her şey bitmiş değil. Rojava da siyasi ve askeri oluşumlar, "nerede yanlış yaptık" diye kendi duruşlarını yeniden gözden geçirmelidirler.
Kürtlerin tarihsel en büyük talihsizliği, Rojava Daki siyasi ve askeri yapılanmanın üzerine bir karabasan gibi totaliter örgüt PKK nin gölgesinden kendilerini bir türlü kurtaramamalarıdır. Öcalan'ın bu yeni süreçte "İsrail yayılmacılığı ve Amerikan emperyalizmi"ne dikkat çekmesi, bunlara karşı Türk devleti ve dolaylı olarak totaliter zihniyetli ve fundamentalist cihatçı mrgütlerinde içinde yer aldıklar, demokrasi ve özgürlük karşıtı bloku işaret etmesi Kürtlerin ulusal özgürlüğüne vurulmuş bir darbeydi. Böylesi bir mücadele hattının oluşturulmasından bahsetmesi, keza Kandil ve Öcalan'ın İran'a Amerikanın saldırması durumunda, "İran halkının yanında yer alacağız" gibi mantık yoksunu açıklamalar, Kürtlerin stratejik hedeflerine ulaşmalarına da bir darbedir. İran rejimi her gün 8-10 masum Kürdü idam ettiriyor. Hem kendi acem toplumuna, hem de etnik ve mezhepsel farklılıklara kan kusturan bu cihatçı Şia rejiminin yanında yer almaktan başka bir anlamı yoktur. Amerikalı bir diplomatın SDG yöneticileri için söyledikleri çok çarpıcı ve inanılmaz suçlamaları var. Suriye yönetiminin Rojava'ya yaptıkları entegrasyon ziyaretinde, götürüldükleri bir odada Öcalan'ın büyük boy posterinin altında onları oturtularak fotoğraf çekilmesi olayından bahsediliyor. Eğer bu anlatılanlar doğruysa Kürtlerin özgürlük mücadelesi itibarına indirilmiş bir darbedir. Aynı zamanda diplomatik ve etik bir skandaldır. Suriyeli olmayan,aynı zamanda dünya genelinde "terör örgütü" olarak kabul edilen bir örgüt liderinin posteri altında resmi görüşmeler yapmak nasıl bir bir mantıktır? Şunu çok merak ediyorum: Hani Suriye'de Kürt muhalefeti ile ortak komisyon kurulmuş ve bu komisyon Kürtler adına Şam ile ortak müzakerelere katılacaklardı? Ne oldu o komisyona? Kürt muhalefeti nerede? Sesleri neden çıkmıyor? Maalesef Kürtlerin işte böyle aymazlıkları var. Birlik olmazsanız, hiçbir şey elde edemezsiniz.