10 Ağustos’ta Enerji Bakanı ve Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın bir televizyon kanalına verdiği demeç, Güney Kürdistan referandumuna ilişkin Erdoğan’ın koyacağı tavrın ilk ipuçlarını verdi. Albayrak, “Referandum kararının Kuzey Irak’a faturası ağır olacaktır. IKBY’nin bu karardan vazgeçmesi bölge açısından en doğru adım olur” demişti.
Daha sonra Erdoğan ve hükümet yetkililerinden referandum karşıtı açıklamalar ardı ardına gelmeye başladı. 17 Temmuz’da yapılan MGK toplantısı sonrası açıklanan bildiride, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin yapacağı bağımsızlık referandumuna tepki gösterildi. Referandum "Vahim bir hata" olarak nitelendirildi ve bu girişimin "İstenmeyen sonuçlar doğuracağı" ifadesine yer verildi. Erdoğan, 27 Eylül’de yapılması planlanan MGK toplantısını ise Kürdistan bağımsızlık referandumu öncesine 22 Eylül’e çekti. Muhtemelen bu toplantıdan olası yaptırım kararlarının ilanı yapılacaktır. TSK’nın da İbrahim Halil Sınır Kapısı’nın karşısında gözdağı vermeye yönelik planlanmamış askeri tatbikatı devam ediyor.
Erdoğan ve çevresi Türkiye’nin referandum karşıtı tavrını, Güney Kürdistan'ın elde ettiği mevcut kazanımların kaybedilmesinden duydukları endişe diye açıklıyorlar. “Kazandıklarınızı da kaybedersiniz” diyorlar. Kürtler ise elde ettikleri kazanımların kaybedilmemesi ve daha ileriye taşınması için bağımsızlık adımı attıklarını söylüyorlar. Zaten mevcut kazanımların Bağdat tarafından törpülendiği, amaçlanan demokratik federal bir Irak hedefine ulaşılmadığı, en önemlisi Türkler, Araplar ve Farslar için geçerli olan kendi geleceğini belirleme hakkının Kürtler için de geçerli bir prensip olduğunu dile getiriyorlar.
Türkiye ve İran’ın endişelerinde yatan çıplak gerçeklik, Kürdistan meselesinde iç siyasette sürdürdükleri çözümsüzlük politikasının çıkmazıdır. Güney Kürdistan’ın geldiği noktanın kendilerini de o yönde adım atmaya zorlamasıdır. Bu açıdan her iki devlet Güney Kürdistan’ın bağımsızlık referandumunu ve olası bağımsızlık ilanını varlık ve beka sorunu olarak görüyorlar. Bu kadar tehdit, yaygara ve korkunun özeti budur.
2008 sonrası Türkiye’nin Güney Kürdistan ile geliştirdiği ilişki, Kürtlere ve Kürdistan’a yapılan tarihsel haksızlığın telafisi, mağduriyetin ortadan kaldırılması, iyi komşuluk ve kardeşlik hukukundan kaynaklanmadı. Bölgesel ve uluslararası şartlar Kürdistan’ın statü elde etmesine vesile olunca, Türkiye başta karşı çıktığı ve direndiği bu statüyü iradesi dışında kabullenmek zorunda kaldı. “Madem bu statüyü kabul ediyorum aynı zamanda kazanayım” diyerek, Güney Kürdistan’a en basit ifadeyle “Kayserili tüccar”, “sütü sağılacak koyun” mantığı ile yanaştı. Kürdistan’ın doğal enerji kaynaklarından “Başkaları kâr edeceğine ben kâr edeyim, aslan payı benim olsun” anlayışı ile hareket etti. Güney Kürtleri özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını kazanmak ve garantiye almak için enerji kaynaklarının satışında kârdan zarar ederek, Türkiye ile anlaşmalar imzaladılar. Türk firmalarına ticari öncelik ve kolaylıklar sağladılar. Tüm yapılanlar, Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde Kürt sorununa ilişkin parametrelerini değiştirme ve çözüm sürecine olumlu katkıda bulunma adına yapıldı.
Bugün Türkiye’nin Almanya ve İngiltere’den sonra en çok ticaret yaptığı ülke, Irak da dahil olmak üzere yaklaşık yıllık 10 milyar dolar ile Kürdistan’dır. Kürdistan doğal gazının çıkarımı ve transferi buna eklenince bu rakam daha da katlanabilir.
Erdoğan’ı destekleyen Kürtlerin gerekçeleri
Erdoğan’a destek veren Kürtlerin iki önemli sebepleri vardı. Birincisi, Kürt sorununa yaklaşımda önceki iktidarların tersine müzakereyi, siyasal çözümü hedeflemesi, ikincisi Güney Kürdistanı tanıyarak geliştirdiği ekonomik ilişkiydi.
Erdoğan, diyalog ve müzakere sürecini keskin bir “U” dönüşü yaparak sonlandırdı. Sorunu geleneksel askeri metotlarla çözmek için eyleme geçti. Diyalog ve müzakere siyasetine destek veren bir kısım Kürtlerin desteğini böylece kaybetti. Desteklerini sürdüren Kürtler ise, PKK’nin tavrının buna neden olduğunu düşünerek, Erdoğan’ı desteklemeye devam ettiler.
Bu yüzden Kürtler “hendek olayları”nda Erdoğan’ı veya PKK’yi haklı bulanlar ile her ikisini de haksız bulanlar, cumhurbaşkanlığı referandumunda ise “Evet”, “Hayır” ve “Boykot” diyenler olmak üzere üçe bölündü.
Cumhurbaşkanlığı referandumunda HÜDA-PAR ve TKDP’nin farklı kolları Erdoğan’ı açıktan desteklediler. Erdoğan bıçak sırtında referandumu “kazandı”. Başta HÜDA-PAR olmak üzere kendisine destek veren Kürt çevrelere “teşekkür” etti. Erdoğan’a verilen destek onun İslami muhafazakâr siyasetinden dolayı değil, AKP iktidarının Kürtlerle ilgili elinde tek kalan kozu ve açılımı Güney Kürdistan siyasetinden dolayı idi.
Erdoğan, eğer Kürdistan’a siyasi, ekonomik ve askeri yaptırım uygular ve Kürdistan’ı boğmaya çalışırsa, 2019 veya yapılacak erken bir seçimde, daha önceden söz konusu Kürt çevrelerden aldığı desteği bu kez bulması nerdeyse imkânsız gözükmektedir. Sadece bu değil, AKP içindeki muhafazakâr yurtsever Kürtleri de kaybedebilir. Zaten MHP ittifakıyla başlayan ve bağımsızlık referandumu karşıtlığıyla devam eden yaklaşımın yansıması olan, Kürt illerindeki AKP teşkilatlarındaki rahatsızlıklar ayan beyan ortadadır.
Kürtler arasında 1970 yıllarda Mela Mustafa Barzani hareketi döneminde yaşanan yurtsever dalgadan daha güçlü ve dayanışmacı bir dalga, bugün Güney Kürdistan bağımsızlık referandumuyla yaşanıyor. Bu dalganın etkileri AKP içindeki yurtsever Kürtlerden, HÜDA-PAR’a, HDP’ye ve diğer Kürt siyasal oluşumlarına kadar uzanıyor.
Erdoğan eğer bunu iç siyasette hesap etmez ise, bıçak sırtında kazandığı cumhurbaşkanlığı seçimini bu kez Kürtler ona kaybettirebilir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.