Said Elçi Şeyh Ali Rıza Efendi görüşmesinin Değerlendirilmesi:Görüşmenin geçtiği tarih dikkate alındığında Seyh Ali Rıza Efendinin sürgün dönüşüne veya Varto depremi sonrası ise KDP’nin Irakta muhtariyet isteğinin gündemde olduğu bir döneme denk gelmektedir. Ki bu durumda dönemin gelişen siyasal olayları çerçevesinde bir görüşme olduğu ve Bakur Kürdlerinin öne çıkacak kişi (lider) arayışında olduğunu göstermektedir. Doğrusu Şeyh Ali Rıza Efendi ile görüşme imkânına nail olmuş kişilerden edindiğim izlenim iyi bir siyasetçi aynı zamanda bir düşünür ve filozof olduğuna yönelik kanaattir.
Ki görüşmede Şeyh Ali Rıza Efendi şöyle bir tespitte bulunuyor. “ Washington, Londara veya Moskova’nın Kürdistan konusunu programa almaması durumunda, yapılacak çalışmanın başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûmdur.” Buda bize göstermektedir ki Said Elçi uyumakta olan Kürdleri uyandırmak için doğru adresi seçmiştir. Şeyh yaşadığı tecrübeden sonuçlar çıkarmış Kürdlerin mücadele tarzlarında uluslararası destek sağlamaları gerektiğini göstermiştir. Ancak Elçi’nin Şeyh Ali Rıza efendiye herhangi bir teklifte bulunup bulunmadığı konusunda kesin bir bilgiye varamadım.
Şeyh Ali Rıza efendinin görüşme sırasında ortaya koyduğu önemli öngörüler var. Kürdistan halkının içinde bulunduğu koşulların ümitsiz bir durum olmadığını bilakis yaşananlardan gelecek perspektifi çıkarmış olduğunu da görmekteyiz. Ki ileri sürmüş uluslararası destek şartı bugün Kürdistan’ın dört parçasında yaşanalar dikkate alındığında haklılık payının ne olduğu açığa çıkıyor. Ayrıca ileri sürmüş olduğu sosyolojik değerlendirmelerde manidardır.
Şeyh Ali Rıza Efendinin Sosyolojik öngörüleri.
Türkiye Cumhuriyetinin kıyam öncesinde Kürdistan özelinde fiiliyata geçirmek isteğinde olduğu karar ve beklentilerinin, Şeyh Said hareketi/kıyamı ile akamete uğradığını düşünmesi ve buna bağlı olarak, Kürd varlığının asimilasyondan nasıl korunduğunu Aleviler üzerinden örneklendirmesi sosyolojik bir gerçekliği ifade etmektedir. Bu yaklaşım bizler için hayati öneme sahiptir. Bir toplumun varlığının korunması kendi değerlerine bağlılığıyla doğru orantılıdır. Kıyam ve sonrasında yaşanan travmalar Kürdlerde içe kapanmayı doğurmuş ve sistemle etkileşimi en asgari seviyeye indirerek korunmada önemli işlev görmüştür.
Koçgiri, Koçuşağı ve Dersim kıyımlarına rağmen Alevi kesim tarihsel endişeleri nedeniyle bir anlamda içe kapanma yerine Sistem içinde yer alarak mücadele etmeyi seçmişlerdi. Bu nedenle tüm kesimler işe eğitim sistemine çocuklarını dâhil ederek başladılar. Ancak, belki de düşünsel alt yapılarının uygunluğu nedeniyle hızlı biçimde entegrasyon sürecine girdiler. Ki yetişen yeni nesil Kemalist sistemi daha kolay hazmetmeye başladı.
Şeyh Ali Rıza efendi hem Cumhuriyet Halk Partisi hem de Demokrat Parti iktidarına şahitlik etmiş ve halk üzerindeki etkilerini müşahede ederek oluşan değişimi bir anlamda, Aleviler üzerinden örneklendirerek açıklamaya çalışmıştır. 1927 yılında yakılan ve 87 akrabası katledilen bir köye mensup olduğum için bu açıklamanın ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliyorum. Ki köyümde kıyam ve katliamlar dönemini yaşayanların daha sonraki tutumlarına bakıldığında rejime olan kin, nefret ve muhalefeti sistem içi yumuşamanın el verdiği oranda gelişen sağ muhalefete yönelmeleri bu değerlendirmenin haklılığını ortaya koymaktadır.
Kemalist sistemin Şeyh Said hareketini/kıyamını gerekçe göstererek zıvanadan çıkıp kıyam yöresinde taş üstünde taş bırakmaması, yörede muhalif bir duruş doğurmuştur. Ancak bu muhaliflik kendisini doğrudan doğruya açığa çıkarmayan (bir anlamda tâkîye yapan) gizlilik içermektedir. DP’nin ortaya çıkışıyla bu duygunun kıpırdanmaya başladığını görmekteyiz. Ki 1957 seçimleri için Rahmetli Abdülmelik Fırat’ın adaylığı ve mebusluğu her ne şekilde olmuşsa da Şeyh Ali Rıza efendinin çok yüksek bir sesle karşı çıkarmaması bu muhalif duygunun yönelim mecrası için önemli ipuçları içermektedir.
DP iktidarıyla birlikte nispi anlamda oluşan yumuşama Kürdlere rahat bir nefes almayı sağlamıştır. Bunu gören Kürdlerin önemli bir kesimi tekrar eski cendereye girmemek adına Muhafazakâr sağ cenahta yer almanın kendileri açısından daha mantıklı bulmuştur. O güne kadar Kemalist sisteme mesafeli duran ve varlıklarını muhafaza eden Kürdler farkına varmadan yavaş yavaş sisteme entegre olmaya başladılar. Ki Kürd asimilasyonunu zorla gerçekleştiremeyeceğini fark eden sistem de bu duruma kısmi anlamda sessiz kalmaya/göz yummaya yanaşmıştır.
DP Kemalist sisteme (CHP’ye) muhalif olan Kürd ileri gelenlerini meclise taşırken aslında bir ajanda çerçevesinde bunu gerçekleştirmiştir. Ki Kürdler de var olan muhaliflik duygusunu kendilerinden olan temsilciler aracılığıyla eriterek sömürgeci tavrın pekiştirmesine katkı sunmak istemiştir. Daha önce Kürd vilayetlerine atama yoluyla seçilenler yerine bakın sizlerden olanları seçtiniz ve onlarda bizim bu politikamızı destekliyorlar mesajı pompalanmıştır. Böylece Kürdler sağ muhafazakar muhalefet marifetiyle Kemalist sisteme entegre edilmeye mahkum hale getirilmek istenmiştir. Dolayısıyla Kemalist Türk Devletini Kürdistan da hep gayrı meşru gören Kürd halkı nezdinde ona meşruiyet payesi sağlanmıştır.
Bu adımdan sonra eğitim kurumlarıyla Kürdistan’a yönelmiştir. Açılan ilk köy okullarının özellikle Kürd ileri gelenlerinin köylerine (Eşraf kabul edilenlerin ikamet ettikleri yerlere) açılması da bu adımın ikinci ayağını oluşturmuştur. Ancak buralarda ikamet eden köylü çocuklarının da yolu açılmış oldu. Ki bu kesim özelikle 90’lardan sonra sağ muhafazakar partilerde varlığını hissettirecek duruma gelmiştir.
Nefes almaya başlayan Kürdl eşrafının büyük kesimi 1950’lilerde DP, 1960’larda AP, 1970’lerde MSP, 1980’lerde ANAP, 1990’larda RP ve 2000’li yıllarda AKP içerisinde sisteme muhalifliklerini sergilemeye çalıştılar. Ancak bu durum, zamanla farkında olmayarak Türk muhafazakârlığıyla baskının ön plana çıktığı dönemlere göre daha fazla entegrasyona yol açarak asimilasyon sürecini başlattı. Bu anlamda bugün Kürdistan’ın gri bölgeleri olarak adlandırılan Malatya, Elazığ, Bingöl, Adıyaman vb. yerlerin duruşunu dikkate aldığımızda Şeyh Ali Rıza efendinin ne demek istediğini daha açık biçimde anlamaktayız. Siyasi süreçte gerçekleştirilen her askeri darbenin bir anlamda sistemin kendi iç muhalefetine tanıdığı sessiz kalma sınırlarının Kürdler lehine aşılması gerekçe oluşturacaktır.
Sağ muhafazakâr Türk kanadı her dönemde Kürd eşrafını görme ihtiyacı hissetti. Ki bu ihtiyaç hem kendi iktidarları için gerekliydi hem de Sistem için gerekliydi. Menderes, Demirel, Erbakan ve Özal bunu en iyi kullananlardı. Seçtirdikleri kişiler aracılığıyla hem halkın tepkisini asgari düzeye indirdiler hem de onlar eliyle halkı sisteme dâhil etmeyi başardılar. Ancak Erbakan ve Özel daha çok Nakşiler üzerinden bunu gerçekleştirmeyi başardılar. Fakat 90’larda alttan gelen dalga artık bunu kabullenemez hale gelince Erdoğan nispeten farklı bir strateji uyguladı.
Erdoğan’ın AKP’nde ANAP ve RP ölçeğinde olmasa bile Kürd Nakşileri yer aldılar, ancak bir farkla, ANAP ve RP daha eşraftan olanları öne çıkarırken AKP okumuş köylülerden oluşan İslamcıları öne çıkararak Kürdleri denetleme ve entegre etme yolunu seçti. Zira Türk tarikatlarının üniversitelerden liselere kadar yaygınlaştırdığı yurtlar yoluyla okuma şansı bulanların talepleri yükseldi. Ki Kürdleri denetlemede kullanılacak ihtiyaç fazlası bir kadro oluşmuştu. Bu kadroların yanlış yönelimlere girmesi böylece engellenerek hem onların hem de Kürdlerin Kemalist sisteme entegre kalmaları sağlandı.
Tüm Bu süreçleri yaşayarak Muhafazakâr İslami kesimle ilişkiler geliştirip bugüne gelen İslami hassasiyete ve Kürd bilincini kaybetmeyen/farkına varan Kürdler 1990’lar sonrası kapılarına dayanan tehlikeyi bireysel olarak kavramaya başladılar. Dönemin siyasal ve sosyal olaylarıyla Ortadoğu ekseninde Kürdlerin yaşadığı mazlumluğu görmeyen sistem içi muhafazakâr damardan beslenen İslami anlayış Kürd bireylerce sorgulanmaya başlandı. 2010’lu yıllara gelindiğinde bu arayış gür bir sese dönüşmeye başladı.
Bugün Hereketâ Azadî bu çevreden gelen bireylerin gerçekleştirdiği sorgulamanın ve gür sesin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ki gerçekleşmekte olan bu asimilasyon sürecinin önünde set olmaya çalışmaktadır. Şeyh Ali Rıza’nın 1964 yılındaki öngörüsü bizler için bir ışık olacak ve yolumuzu aydınlatacaktır Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.