Ercan İlgin: Kürt Entelijensiyasının Milliyetçilikle İmtihanı – 7

''Kürt entelijensiyasının milliyetçilikle imtihanının en önemli noktalarından biri de kendisini milliyetçi olarak tanımlayan Kürtlerin, milliyetçi düşünceyi, salt “ezen ulus-ezilen ulus” döngüsü içinde algılıyor olmasıdır. Bu durum elbette ki, bu Kürt milliyetçilerine bir savunma refleksi sağlama çabasının ifadesidir. Fakat bu savunma refleksi özünde yanlış bir zemine oturmaktadır.''

3 Kasım 2025 - 13:39
3 Kasım 2025 - 13:39
 0
Ercan İlgin: Kürt Entelijensiyasının Milliyetçilikle İmtihanı – 7

Kürt entelijensiyasının milliyetçilikle imtihanının en önemli noktalarından biri de kendisini milliyetçi olarak tanımlayan Kürtlerin, milliyetçi düşünceyi, salt “ezen ulus-ezilen ulus” döngüsü içinde algılıyor olmasıdır. Bu durum elbette ki, bu Kürt milliyetçilerine bir savunma refleksi sağlama çabasının ifadesidir. Fakat bu savunma refleksi özünde yanlış bir zemine oturmaktadır. Çünkü bu söylem, milliyetçiliği aynı zamanda bir kısır döngü içinde ele almak gibi önemli bir yanlışı içermektedir. 

Oysaki milliyetçi düşünce, bu kısır döngünün çok daha ötesinde ele alınmalıdır. Çünkü milliyetçilik, yerküre üzerinde egemenlik sahibi olan her bir devletin neredeyse tüm fertlerinin de duygu ve düşüncelerine hâkim olan bir düşünce biçimidir. Carlton Heyes, milliyetçiliği bir nevi din olarak tanımlarken onun bu yönüne dikkat çekmeye çalışır. Bu yönüyle de eğer onu bir din olarak tanımlarsak onun, yerküre üzerinde inananı en fazla olan din olduğu gerçeğini de teslim etmek zorundayız.

Ayrıca ne şekilde tanımlarsak tanımlayalım milliyetçiliğin bir ideoloji değil, tersine tüm milletlerin duygu ve düşüncelerinin bir dışavurumu olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Evet, milliyetçilik bir ideoloji değildir çünkü bunun bir kurucu ideoloğu yoktur. Yani bir anlamda organiktir. Yerküre üzerinde, bağımsız olsun olmasın tüm milletlerde içkin olarak mevcudiyetini koruyan ve görünür bir gelecekte de hep var olacak olan bir duygu ve düşünce biçimidir. 

Bu bağlamda da, bu düşünce, dünya ölçeğinde bağımsız ve özgür olarak yaşayan tüm milletlerin de sarsılmaz milli aidiyet ifadesi olarak hayat bulmaktadır. Yine bu durum da tüm toplumların yaşamının her alanına yansır. Bireyler kendilerini mensup oldukları milli kimlikleriyle tanımlarlar, bayraklarına büyük saygı duyar ve ona bir kutsiyet atfederler. Milli bayramların onlar için ayrı bir önemi vardır zira o bayramlar ortak bir milli bağın ifadesidir. Kendi milletlerinin tarihteki kahramanlarına saygı duyarlar ve onları yeri geldiğinde yüceltirler. Kendi milletlerine mensup fertlerin uluslararası arenadaki başarıları her zaman onların gurur kaynağı olur. Bununla övünür, bununla gururlanırlar.  

Diğer yandan yine tüm özgür milletler içerisinde kendi devletlerine saygı ve onun bekasını esas alan duygu biçimi ebedidir. Bu bağlamda, dünyanın en despot, en totaliter ve en teokratik devletlerinde bile bu rejime karşı muhalif olanların tüm mücadelesi, kendi devletlerini yıkmak değil, tersine onun iyileşmesi temelinde oluşur. Bu nesnel gerçeklikler de, tüm bağımsız devletlerin her bir ferdinin özünde bir milli hissiyat barındırdığının en somut göstergesidir. Onlara bu milli hissiyatı veren de milliyetçilikten başka bir şey değildir. 

Yani milliyetçiliği, salt ezen ulus-ezilen ulus döngüsü içerisinde ele aldığımız zaman son derece vahim bir yanlışın içine düşmüş oluyoruz. Bu durum da, dünyanın son dört yüzyıldan uzun süreden günümüze kadarki tarihini yanlış okumamıza neden olacaktır. Çünkü, milliyetçilik kimi düşünürlerin iddia ettiğinin aksine 1789 Fransız devrimi ile ortaya çıkan bir olgu değildir. Tersine bu düşünce, 16. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiltere’de ortaya çıkmış ve sonrasında dünyanın diğer bölgelerine yayılmıştır. Bu bağlamda 1789 tarihi, milliyetçiliği doğuran değil, onun baraj kapaklarını açıp tüm dünyaya bir sel gibi yayılmasının tarihi olarak okunmalıdır.

Bunu özellikle vurgulamamızın esas nedeni de, milliyetçiliğin, 16. Yüzyılın ikinci yarısından günümüze değin, Batı dünyasında, insanlığın kalkınmasının, endüstrileşmesinin ve modernleşmesinin temel lokomotifi olduğu gerçeğini göz önüne sermektir. Çünkü, insanlığın bu süreçteki tarihi, özünde milletler arası bir rekabet tarihidir.

Bu konuda, 20. Yüzyılın en büyük düşünürlerinden İsaiah Berlin’in, 17. yüzyılda başlayan Alman milliyetçiliğinin yaratıcısının bir Alman değil, tersine Fransa Kralı 14. Louis olduğu yönündeki saptaması nesnel bir geçekliğe işaret eder.

Ona göre İtalya, İngiltere, İspanya, Benelüks ve hepsinden öte Fransa gibi Avrupa ülkeleri hem sanat ve düşünce alanında hem de siyasi ve askeri güç açısından görkemli bir Rönesans yaşarken, Almanya, bu gelişmeden uzak kalmıştı. Yine, Berlin’in vurguladığı gibi, Almanlar, Fransızların gözünde, taşralı, basit, hafif gülünç, okuryazar ama yeteneksiz bira içen hödüklerdi.

Bu doğrultuda, Almanya’da başlangıçta hâkim olan Fransız taklitçiliği, bir süre sonra onlarda da, “Neden kendimiz olamıyoruz” dürtüsünden hareketle, Fransızların sahip olduğu tüm bu değerlere karşın, kendilerinin neden bunlardan yoksun olduklarını sorgulamaya götürecek ve onları bu konuda kamçılayacaktı. Bunun doğal sonucu olarak da Alman milleti de bir milli aidiyet duygusu, yani milliyetçilik temelinde dünya uygarlığına kendi adını da yazdırmak için diğer milletlerle kıyasıya bir rekabet içerisine girecekti.

Yani, dünya tarihinden salt bu örnek bile, dünya uygarlığının bugün geldiği noktada, milliyetçiliğin başat bir rol oynadığını ortaya koyar. Elbette ki, milletler arasındaki bu kıyasıya rekabetin tamamen barışçıl bir biçimde seyrettiğini de vurgulamamız gerekiyor.  

Diğer yandan yine milliyetçiliğin, demokrasinin kurucu unsuru olduğu gibi bir gerçeklik söz konusudur. Çünkü milliyetçilik her şeyden önce, bir milletin tüm fertlerinin o milletin asli birer unsuru olduğunun peşinen kabulüdür. Nitekim, milliyetçiliğin sahip olduğu bu temel ilke, 18. Yüzyılın ilk dönemlerinden itibaren Fransa’da kendini dayatmış ve bu ülkedeki soylu sınıfın, kendisini üstün olarak konumlandırması ısrarı neticesinde bu sınıfı ırkçılığa yöneltmiştir. Tamamen ayrı bir yazı konusu olan modern ırkçı ideolojinin ilk ortaya çıkması da bu soylu sınıfın milliyetçiliğe karşı bir başkaldırısının eseridir. Keza, sonrasında Nazilerin de ilhamını aldığı modern ırkçı ideolojinin en önemli kuramcısı olan Arthur de Gobineau’nun bir Fransız soylusu olması da bunun somut ispatıdır.

Şimdi, bu noktada, kimi Kürt milliyetçilerinin milliyetçiliği ezen millet-ezilen millet ölçeğinde ele almalarındaki bir başka önemli yanlışına dönelim. Bu yanlışın temelinde de, sömürgeci rejimlerin temel paradigmasını görmemek ve onu doğru bir biçimde tanımlayamamak vardır.

Bu bağlamda, sömürgeci rejimlerin paradigmasına baktığımız zaman bu paradigmanın temelinde milliyetçiliğin değil, ırkçı ve şoven bir zihniyetin hâkim olduğu gerçeğini görürüz. Irkçılığın her durumda anti-milliyetçi bir ruha sahip olduğu gerçeğinin yanı sıra şovenizm de temelde, milliyetçilikten ayrı bir olgu olarak değerlendirilmelidir. Çünkü şovenizm, sömürgeci rejimlerin, başka milletleri tahakküm altında tutan zihniyetine kendi milletinde bir meşruiyet sağlama adına yine kendi milletine zerk ettiği bir olgudur. Bu meyanda, kendi milletine her şeyden önce bir üstünlük payesi verir, kendi kimliğini bir üst kimlik olarak tanımlar, buna karşın tahakkümü altındaki milletlerin ayrı bir millet olduğu gerçeğini görmezden gelir ve kendi milletinin de bu durumu içselleştirmesini sağlar.

Dolayısıyla tüm bu sömürgeci rejimlerin paradigmasını milliyetçilik değil, şovenizm ve kimi yerlerde de ırkçılık oluşturur.

Sonuç olarak, Kürt milliyetçilerine düşen görev, bu ayırımı ortaya koymak, kendi milletini tahakküm altında bulunduran devletlerin paradigmasının özünü milliyetçilik değil, ırkçılık ve şovenizmin oluşturduğu gerçeğini dile getirmek olmalıdır. Bu perspektif, aynı zamanda, kendi milliyetçiliğinin meşruiyetini ezilen millet milliyetçiliği gibi bir kavrama hapsetmek gibi bir zaafı da ortadan kaldıracaktır.

Bitti… 

 

 

 

 

 

  

 

Bu haber toplam 472 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 19:44:26