AKP Grup Başkanvekili Muhammed Emin Akbaşoğlu, Kürt meseselinde CHP ve HDP'yi eleştirip suçladı / Fotoğraf: AA
Bu tespitimi doğrulayan bir demeci hatırlayalım. 4 Ekim'de Meclis'te basın toplantısı yapan AK Parti Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu şöyle diyordu:
CHP'nin liderinin daha önce sözde 'Kürt sorunu vardır' sözüyle zaten HDP'nin açıklayacağı tutum belgesinin altlığını ve zeminini oluşturduğu görülüyor. Türkiye'de hiçbir etnik sorun bulunmamaktadır. Türkiye'de bir terör sorunu vardır, bunun da üstesinden AK Parti iktidarları gelmektedir. Sözde 'Kürt sorunu vardır' diyenler, Kürt kökenli vatandaşlarımızı sorun olarak görenlerdir.
5 Ekim'de konuşan MHP Başkanı Devlet Bahçeli de, hem Akbaşoğlu gibi "demagoji" yaparak Kürt olgusunu tersyüz etti, hem de çözümden bahseden muhalefet partileri ve çevrelerini şiddetle uyardı, diğer bir deyimle gözdağı verdi.
Beklenti içinde olanların dikkate alması gereken en yaşamsal nokta şudur: Bu tür şeylerde muhatabın kimse, onun fikri haritasını çıkarmanız lazım.
Bu partinin (şu anda AKP'nin) geçmişi, çözümü gerçekleştirme hususunda umut ve güven verici mi? İdeolojisi gereği bunu yapabilir mi? Dayatabilir mi ya da yol gösterici olabilir mi? Şimdiye kadar yaptıkları güven veriyor mu vermiyor mu?
Bunların yanıtını bulmanız gerekli. Deyim yerindeyse karşınızdaki muhatabın, iktidarın ve güç sahibinin siyasi/ideolojik gen haritasını çıkarmalısınız ki somutta bu, AKP'dir. Ben eldeki verilerle yanıtın olumlu olabileceğine inanmıyorum.
AKP'nin genetik yapısı ya da fikirsel genetiği, geldiği yer Türk-İslam sentezi; Türkçülük-İslamcılık-milliyetçilik-mukaddesatçılık. MHP ile işbirliği yapan bir partinin çözümü gerçekleştirmesi imkansız gibidir.
Görünüşteki siyasi manevraları, çözüme ucundan kıyısından ve yarım ağızla değinmesi, tamamen iktidar oyunu dâhilindedir. Bir önceki yani başarısız olan çözüm hamlesini de sırf cumhurbaşkanı olmak ve Kürt hareketini oyalamak için yapmıştı.
Ne zaman ki Kürt hareketi onun niyetlerini öğrendi ve iktidarın şartlarını yerine getirmedi, Erdoğan o zaman "Dolmabahçe açıklamasını tanımıyorum" dedi.
Burada Selahattin Demirtaş'a yanlış yerden yükleniliyor bildiğim kadarıyla. HDP dışı bazı Kürt çevreleri, "Seni başkan yaptırmayacağız!" dediği için kendisini eleştirdiler.
Bence olay öyle gelişmedi. Perde arkasında şu vardı: İmralı'ya gidiliyor. İmralı'da diyorlar ki: 'Sen silahı bırakma çağrısı yap!'
İmralı da diyor ki: 'Peki, siz sözleşmeyi imzaladınız mı? Tam mutabakat oldu mu, her şey tamam mı?' Yok.
Her şey tamam olmayınca haber geliyor ve Selahattin de onun üzerine o meşhur, "Seni başkan yaptırmayacağız" sözünü dillendiriyor. Başarısızlık orada başlıyor. Dolayısıyla orada devletin, iktidarın gerçek niyeti anlaşılıyor.
- Şimdiki nabız yoklamanın sebebi?
2023'te yine cumhurbaşkanlığı seçimi var, yerel seçimler var, yeniden kazanmak için yapıyor. Geçen yerel seçimlerde Osman Öcalan'ı konuşturdular; Apo'nun mektubunu getirip okuttular. Demek ki burada çözme niyeti yok. Hepsi siyasi manevra!
- Biden bir beklenti mi yarattı?
Biden o kadar şişirildi ki; güya Biden gelecek, insan haklarını dayatacak, Kürt meselesinin çözümünde ısrarcı olacak, Rojava'yı tümüyle sahiplenecek falan!
Demokrasi yelpazesindeki birtakım çevreler, bu beklentiye kendilerini fazlasıyla kaptırdılar ve yanılgıya düştüler. Oysa eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger çok net konuşmuştu:
"Amerika'nın düşmanları son derece tehlikelidir ve bunları bir şekilde halletmek lazım. Ama Amerika ile dostluk kuranların gelecekleri de ölümcül sayılır." Yani ölümle eşittir demeye getirmişti.
Büyük devletler istedikleri zaman, çıkarlarının elverdiği yere kadar sizinle beraber yürür, elvermediği yerden sonra sizi terk edebilir veya meselene duyarsız kalırlar.
Bu bakımdan Biden'dan aşırı beklentilerin de yanlış olduğunu düşünüyorum. Hiçbir devlet, ortada dramatik/sürpriz veya yaşamsal bir olay yokken, birden gelip "Kürtlerin hakkını muhakkak vereceksiniz" demez. Zamana oynar, çıkarları elverirse bunu yapar.
- Independent Türkçe'de yayımlanan makalenizde 150 yıllık bir sorunun aktif katılımcı Kürt öznesi olmadan çözülemeyeceğini söylüyorsunuz. Şimdi yine ABD ile Türkiye Kürtler olmadan görüşüyor ve bunun üzerinden bir tartışma yürüyor. Değişen bir şey var mı?
Devletler yakın akraba gibidirler. Eğer bir devletin bir örgütle ilişkisi varsa daha doğrusu onunla ilgileniyorsa; diyelim ki Türkiye'de Kürt hareketi var bir de karşı tarafta Türkiye Cumhuriyeti devleti var.
Son tahlilde yabancı bir devlet (ABD, AB, Rusya, Çin vs) Kürtlerin hükmü altında yaşadıkları söz konusu devletten (Irak, Türkiye, Suriye veya İran gibi) yana tavrını koyar. Kürt örgütünden yana yaşamsal bir tutum almaz. Stratejik menfaati varsa, bunu yapar. Fakat ortada böyle bir durum yok henüz.
Şöyle söyleyeyim: bir örgüt, bir devlet (mesela Türkiye) bir de Amerika ya da Rusya var. İki süper devlet HDP'yi mi tercih edecek, yoksa Türkiye Cumhuriyeti'ni mi? Devletler daha çok devletlerle fiili iş yapmayı tercih ederler son tahlilde.
Bu tip konularda Kürt hareketinin dikkatli olması lazım... Hatırlatayım, 2017'de bir Alman vakfı adına Rojava'da bir yıla yakın alan çalışması yapılıyor.
Demokratik Birlik Partisi (PYD) ya da Suriye Demokratik Güçleri (SDG ) çevresine yani sorumlularına soruyorlar: "Amerika sizi bir gün terk etse ne yaparsınız?"
En az beş altı sorumlu cevap veriyor (zaten tersini söyleyen yok ya da tersini söyleyeni almamış); "Biz o kadar büyüdük ki ne Amerika ne de Rusya bizi bırakmaz."
Aynı soruyu bu sefer Rusya için soruyorlar, "Rusya bırakırsa ne yaparsınız" diye. Aynı soruya aynı cevap geliyor. Dolayısıyla gerçekçi olmayan bir analiz yapılıyor. Bu da örgütte bir ego şişkinliğinin var olduğunu gösteriyor…
Büyük devletlerle aynı sahada oynamaya başladığınız andan itibaren her ihtimali düşünmek zorundasınız. Suriye, Yunanistan, ABD ve İsrail'in, Abdullah Öcalan'ın yakalanmasına nasıl yardımcı oldukları herkesin aklındadır.
Eski ABD Başkanı D. Trump ile Rusya lideri V. Putin'in, Suriye'deki Kürtleri yüzüstü bırakıp Türkiye'nin iki büyük askeri operasyonunun önünü açtıkları da...
- Bir taraftan HDP'nin tutuklanan yöneticileri, üyeleri… eş başkanları, milletvekilleri cezaevinde… Seçimle kazanılan belediyeler kayyumla elinden alınmış… Kapatılması gündemde ve bu süreç devam ediyor… Diğer taraftan bunlar sanki yaşanmadı, yaşanmıyormuş gibi gündeme gelen bir çözüm süreci tartışması var. Bir de tartışmaya müdahil olan taraflar açısından da baktığımızda bazı çevrelerde hatta sol çevrelerde acaba "HDP, AKP ile iş birliği mi yapacak?" kaygısı var. Çözüm sürecine olumsuz bakanlar da tabiri caizse, "Yine satacak mı?" yönlü bir algıyla meseleye yaklaşıyorlar. Bir iş birliği mümkün mü? Bu güvensizliğin sebebi nedir?
Bu algı bence çok yanlış; bilhassa CHP ve ulusalcı solda klişe haline gelmiş. CHP'nin şartlandırılmış tabanı buna çok teşne. İkide bir hemen bunu çıkarıyorlar.
Bu "satacaklar" fobisinden kurtulmak lazım. Doğru hareket ettiği sürece, HDP işine gelirse ittifak da yapabilir. Ama bunu, zihniyet okuma şeklinde görmemek lazım.
Sol'un Taksim'deki Gezi sırasında HPD'nin ikilemini, tereddütünü saymıyorum. Gezi olaylarında tereddütlüydü ama buna rağmen kitlesini engellemedi, eyleme kattı. Çadırları kuruluydu; HDP'lilerin de. Hatta HDP'yi aralarına almak istemeyen kesimler vardı ulusal sol kesimde.
Esas olarak CHP'de de solda da böyle ön yargılar ile klişeler var ki, bu doğru bir tavır değil. HDP, mevcut iktidarla anlaşabilir de anlaşamayabilir de.
Anlaşırsa, önem verdiği meselelerin çözümü için anlaşacaktır. Herhalde bu şartlar içinde cumhurbaşkanının yeniden seçilmesi için, iktidarın istediği şartlarla anlaşmaz. Anlaşacaksa, çerçeve bellidir.
İsteyen bakabilir; HDP'nin tutum belgesindeki maddeler, "satmak ve iktidarla anlaşmak" manasına geliyor mu diye?
Şundan söylüyorum: Aslında HDP'nin 2021 Eylül sonunda açıkladığı "tutum belgesi", hem niyet beyanı hem de kamuoyu önünde bir taahhütname niteliğindedir. Eleştirilmesi gereken eksik ve muğlâk kalmış noktaları var. Ancak genel çerçevesi makul sayılır.
Öncelikle HDP, iktidarın çok yönlü idari, askeri ve adli baskısından ötürü neredeyse son 5 yıldır, köşeye sıkıştırılıp adeta hareketsizliğe mecbur edilmişti; bu bir çıkış yolu olabilir.
Bu münasebetle hatırlatalım: Silahlı Kürt hareketi, gerek Doğu ve Güneydoğu'da (Diyarbakır, Silvan, Varto, Yüksekova, Nusaybin, Cizre, Silopi gibi) kendi mübalağalı ve sübjektif ifadesiyle "özerklik direnişi", kamuoyunda ünlenen ismiyle de "Hendek Olayı" sırasında fahiş hatalar yaptı.
Aynı hareket, ülkede ve Suriye'nin kuzeyindeki Kürt yoğun bölgelerde o günkü dengeleri ve gelişmeleri iyi okuyamadı. Uluslararası camiadan gelecek destek hususundaki hayali/kurgusal beklentileri de boşa çıktı.
Deyim yerindeyse, vebali ağır olan bir "kurmay hatası" yaptı. Taktik ve stratejik siyasetler üretemedi. Neticede ceremesini esas olarak on binlerce insan ve sivil halk kitleleri çekti.
Canı ve malı yanan insanların örgüt ile arasına mesafe koyması, HDP'nin tabanına da olumsuz yansıdı. HDP, güçsüz olduğu alanlarda kontrollü olarak geri çekilip yeniden konumlanma yerine, iktidara zamansız ve zeminsiz bir meydan okuma yoluna girdi.
Oysa örgütsel yapısı ve halkla ilişkileri hem dağınıktı hem de en alt düzeydeydi. Kendi gücünü ve karşısındakinin kudretini bilmeden cepheden mücadeleye girmek, büyük bir hesapsızlık ve yanılsamaya yol açtı.
İktidar bu kırılmayı görerek, HDP ile Kürt halkının arasını açmaya, sokakta eylem yapmaya girişenleri topluca bastırıp tutuklatmaya başlayınca da HDP'deki dinamizm gerileyip adeta durma noktasına geldi.
HDP'nin içine alındığı tecrit çemberi daraldıkça daraldı; böylece ister istemez kuşatmadan sıyrılmak için, arzu edilen yanıtı fiili olarak veremedi.
İkinci aşamada ise feci durumun farkına varınca, bu defa da elverdiğince öz güçlerini korumakla meşgul oldu ancak bunu da yeterince başaramadı.
Çünkü iktidar, var gücüyle "topyekûn çökertme planı"nı devreye sokmuştu. Diğer yanıyla da bu parti, uzun süreden beri dayatılan çok yönlü kuşatılmışlığı aşabilecek bir strateji geliştiremedi.
Deyim yerindeyse "akıl tutulması" yaşadı. Ortak akıl yok oldu, her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Sürekli kendini tekrar eden klasik/beylik çıkış yolları aradı. Dolayısıyla siyaset sahnesinde ve kamuoyu nezdinde yeni söylem/politika geliştiremedi.
Yayımlanan şimdiki tutum belgesinin yankılarından anlıyoruz ki, HDP ölümcül tecridi ve tutukluğundan sıyrılma yolunda ses getiren bir bildiri yayınladı.
Yokuşu tırmanmakta ama henüz düzlüğe çıkabilmiş değil. Şimdi iş, tecrit ve kuşatma duvarını aşabilmek için ne tür faaliyette bulunacağına kalmıştır.
HDP'nin tutum belgesi, bir anlamda muhalefetin genel sıkışmışlığı ve kuşatılmışlığından çıkabilmesi için de bir yol işaretidir. Sıralanan maddeler teorik, olarak olumlu sayılır.
Fakat hem merkezi siyasette hem de kamusal alanda meşru icraat olmadan, HDP birkaç yıldır süren bu amansız kuşatmadan huruç harekâtı (ablukadan çıkış) yapmadan kurtulamaz.
Geldiğimiz noktada kamuoyunun HDP'den esas beklentisi şudur: Demokrasi ve özgürlükten yana olan tüm kesimler (sol, ilerici, demokrat, liberal, muhafazakâr ve vicdan sahibi İslami çevreler) ile Millet İttifakı içinde yer alan partileri de daha ileri ve sağlam demokrasi mevzisine çekerek faaliyet göstermesidir. Kürt meselesinin çözümü de bu çerçevede sağlanabilir.
Belirtmeden geçmemek gereken önemli bir nokta da şudur: Tutum belgesinden önce herkesle konuşup fikir aldığını dile getiren HPD yetkililerinin, bilhassa İstanbul'da küçümsenemeyecek sayıdaki nitelikli Kürt aydın kesimiyle danışıp söyleştiğine dair herhangi bir bilgiye sahip değilim.
Yapmamışsa, ciddi bir eksikliktir.
Birikmiş meselelerin çözümünde tek yola, yönteme ve çareye bağlanmak olmaz. Hem siyasetin hem de diplomasinin tek değil, farklı yüzleri ve boyutları vardır. Bunlardan mümkün olanlarına başvurularak adım adım yol alınmalıdır.
Siyasette çözüm, mümkünat sanatının gereklerini yerine getirmekle gerçekleşebilir.
- Bu tartışmalar sonrasında da HDP kongre kararlarını hatırlatmıştı. Saray rejiminden kurtulmak önümüzdeki dönemde öncelikli görevlerimiz arasındadır şeklinde bir açıklamaydı bu…
Kongre kararlarını, bir cümleyle değiştirdiler. Buna göre mesele bir iktidar değişikliği değil; sistem değişikliğini de içeren bir dönüşümdür.
Dolayısıyla muhalefeti şöyle eleştiriyorlar: Siz iktidar değişikliği istiyorsunuz, AKP gitsin diyelim ki İYİ parti ile CHP gelsin. Bu çözüm değil.
AKP'nin şimdiye kadar ikame ettiği bir sistem var. Sen bu sistemi değiştirmediğin sürece (çünkü çark eğri) bu eğri çarkla devlet çarkını demokrasi ve özgürlüklere doğru yürütemezsin demeye getiriyor. Bunun temeli de asıl öznesi kitleler olan katılımcı demokrasidir.
- İktidar değişikliğinin olduğunu varsayarsak dediğiniz gibi AKP gitti yerine CHP-İYİ Parti geldi. Başta Kürt meselesi olmak üzere bu sorunlar nasıl çözülür ya da böyle bir değişiklikte bir çözüm bekliyor musunuz?
Muhalefetin bazı tespitleri bana ilginç geldi. Mesela yazar Nuray Mert'ten bir tespit okudum. Diyor ki, iktidar "laiksizlik özlemi" içinde. Yani laikliğe dair ne varsa tümüyle yok etmek istiyor. Adını belki "İslam Devleti" koymuyor ancak niyeti budur.
Muhalefet partileri ise (CHP'yi de kastediyor) ne yazık ki iktidarın bu laiksizlik özlemini devam ettiriyorlar. N. Mert'in söylemek istediği laiklik, özgürlük demektir, demokrasi demektir, kitleye dayanmak demektir vs.
Şunu anlatmaya çalışıyorum: İYİ Parti veya CHP; AKP'yi taklit ederek iktidara gelmek istiyorlar. Bu da sistem değişikliğini öngörmüyor. Bu makyaj tutmaz!
Yani iktidara gelecek, yeni kadro atayacak, sosyal sigortalarda bir düzenleme yapacak… Ama bunlar bir sistem değişikliğini getirmiyor. Burada yapısal bir bozukluk söz konusudur.
Hangi parti gelirse gelsin başarılı olamaz. Yasal Kürt hareketi de eğer buna teşneyse ondan da bir şey çıkmaz.