Herkesin Bir Kürdistanı Var Kürdlerin Bir Kürdistanı Yok-I
Dünya hangi acıları duyacağını, hangi trajedileri küresel hafıza düzeyine yükselteceğini hiçbir zaman ahlaki bir ölçüyle belirlemez

İsmail Beşikci Fikriyatında “Devlet Olgusu” Üzerine Bir Analiz
Dünya hangi acıları duyacağını, hangi trajedileri küresel hafıza düzeyine yükselteceğini hiçbir zaman ahlaki bir ölçüyle belirlemez. Bu tercihler, çoğu zaman devletlerin gücü, uluslararası politik dengeler ve hafızanın kim tarafından kurumsallaştırıldığıyla belirlenir. Devlet, bir ulusun hafızasını dünyaya duyuran, acısını kurumlaştıran ve diplomatik düzeyde tanıtan en büyük araçtır. Nazi Almanya’sının Yahudilere karşı gerçekleştirdiği soykırımın İbranice adı olan Shoah’ın (Holokost’un) her yıl anılması, müzelerde yaşatılması, okullarda öğretilmesi, dünya parlamentolarında konuşulması yalnızca Yahudi tanıkların güçlü tanıklığından değil; bu tanıklığın arkasında duran devletlerin ve kurumların, tarihsel yüzleşmeyi zorunlu bir politikaya dönüştürmesinden kaynaklanır. Avrupa, kendi suçunu inkâr edemez hale geldiğinde bu hafızayı devlet eliyle örgütledi; Shoah böylece bireysel tanıklıklardan çok, devletlerin yarattığı küresel bir hafıza sistemine dönüştü.
Nuremberg Mahkemeleri de bu küresel hafıza siyasetiyle aynı mantığın ürünüdür. Nazi liderlerinin yargılanması, adaletin evrensel işleyişi sayesinde değil, Almanya’nın tamamen çökmesi ve galip devletlerin mutlak güç kurması sayesinde mümkün oldu. Adalet, mağdurlar güçlü olduğu için değil, faillerin devleti yok olduğu için gerçekleşti. Nuremberg, ahlaki bir “dünya vicdanı”nın değil, galip güçlerin koşulsuz hâkimiyetinin sonucuydu. Bu, uluslararası adaletin nasıl işlediğini gösteren en çıplak örneklerden biridir.
İşte tam bu noktada İsmail Beşikçi’nin devlet olgusu tezi, bütün bu örnekleri açıklayan en güçlü kavramsal çerçeveyi sunar. Beşikçi’ye göre bir halkın ya da ulusun devleti yoksa, o ulusun tarihi görünmez, acıları tanınmaz, tanıkları korunmaz, hafızası kurumlaşmaz ve adaleti talep edilemez. Devletsizlik yalnızca siyasal bir eksiklik değil; hafızasızlık, temsil edilemeyiş, yok sayılma ve sessizliğe mahkûm edilme biçimidir. İsmail Beşikci’nin “Herkesin bir Kürdistanı var ama Kürdlerin bir Kürdistanı yok” cümlesi tam da bu tarihsel gerçekliği anlatır. Dünya haritasında bütün uluslar kendi devletleriyle görünür; Kürdler ise bölünmüş, parçalanmış, temsilcisi olmayan bir ulus olarak küresel sistemin dışında bırakılmıştır. Beşikçi’nin temel iddiası şudur: Devleti olmayan bir ulus, uluslararası sistemde “yokmuş” gibi muamele görür. Bu sadece siyasal bir yokluk değil; hafızanın, tanıklığın, acının, hatta mezarların bile korunamaması anlamına gelir.
Kürdlerin yaşadığı büyük trajedilerin, dünya tarafından Shoah (Holokost), Gazze ya da Paris’teki 13 Kasım saldırıları kadar tanınmamasının temel nedeni, uluslararası sistemin devlet merkezli işlemesidir. Kürdler yüz yıldır devletsiz oldukları için, Halepçe ve Enfal gibi insanlığın en ağır suçları, bir devlet tarafından uluslararası kurumlara taşınmadı; raporlanmadı, arşivlenmedi ve küresel politik gündemde sürekli tutulmadı. Acının büyüklüğü değil, temsil mekanizmalarının gücü tanınırlığı belirledi. Dünya, hangi acıyı hatırlayacağına her zaman ahlaki ölçülerle karar vermez; bunun yerine güç ilişkileri, jeopolitik dengeler ve hafıza politikaları belirleyici olur. Avrupa kendi tarihindeki en büyük suç olan Shoah (Holokost) ile yüzleşmek zorunda kaldığı için, soykırım Avrupa kimliğinin kurucu bir öğesi haline geldi. Bu nedenle Shoah’ın anılması ve öğretilmesi devasa bir kurumsal alana dönüştü. Aynı şekilde 13 Kasım saldırıları, Avrupa’nın kendi merkezinde yaşandığı için devletlerin güvenlik politikalarının bir parçası olarak her yıl yeniden hatırlatılır. Filistin meselesi ise onlarca yıldır küresel bir siyasi dayanışma alanına dönüşmüş durumda. Gazze’deki her saldırı, bu nedenle uluslararası kamuoyunda güçlü bir yankı buluyor.
Kürdlerin yaşadığı katliamlar ise bölgenin dört sömürgeci devleti tarafından “iç güvenlik sorunu” olarak çerçevelendiğinden, küresel medya tarafından “terör” olarak görüldü. Kolonyal bilgi rejimi, Kürdlerin acısını evrensel bir trajedi değil, yerel bir “etnik çatışma”, “terör” gibi sunarak görünmez kıldı. Beşikçi’nin sıkça vurguladığı gibi, Kürdlerin maruz kaldığı yapısal şiddet yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda epistemik bir şiddettir; yani dünya, bu acıyı görmemek için uzun süre bilinçli bir körlük geliştirmiştir. Halepçe bir kimyasal soykırım olmasına rağmen, faillerin uzun yıllar inkârı, belgelerin yok edilmesi ve jeopolitik çıkarların öne çıkması nedeniyle uluslararası hafızada diğer büyük insanlık suçlarıyla aynı seviyede yer alamadı.
Bu devletsizlik, Kürdlerin yaşadığı tüm felaketlerin dünya tarafından tanınmamasının temel nedenidir. Halepçe’nin kimyasal bulutları, Enfal’in toplu mezarları, Zilan’ın yakılan vadileri, Dersim’in kaybolan çocukları, Mahabad’ın darağacı, Barzanî sürgünlerinin kırılmış yolları Shoah (Holokost) kadar duyulmuyorsa bu, acıların daha hafif olmasından değil, bu acıları küresel hafızaya taşıyacak bir devletin yokluğundandır. Beşikçi’nin “Devletiniz yoksa mezarlarınızı bile koruyamazsınız” sözü bu gerçeğin en sert, en somut ifadesidir. Devlet mezarları korur, arşivleri tutar, anma ritüellerini kurar, tanıkları konuşturur, müfredat oluşturur, uluslararası baskı yapar. Devletsiz ulusların ölüleri bile korunamaz; çünkü onları koruyacak mekanizma yoktur. Beşikçi’nin ifadesiyle, devlet yalnızca toprak ve sınır değildir; bir ulusun hafızasının taşıyıcısı, tanıklarının koruyucusu, adalet talebinin muhatabı ve tarihinin garantisidir.
Saddam Hüseyin’in Halepçe ve Enfal için Nuremberg benzeri bir mahkemede yargılanamaması bunun doğrudan sonucudur. Saddam ancak ABD’nin Irak’ı işgal edip rejimi tüm kurumlarıyla çökertmesinden sonra yargılanabildi. Dahası, Halepçe ve Enfal gibi Kürdlere yönelik en büyük suçlar, uluslararası mahkemeye değil, Irak’ın kendi kurduğu mahkemeye bırakıldı ve yargılama süreçleri siyasal olarak sınırlandırıldı. Çünkü Kürd ulusuna karşı işlenen suçların tam anlamıyla uluslararası mahkemelerde ele alınması, bölgedeki devletlerin özellikle Türkiye, İran ve Suriye’nin jeopolitik çıkarlarıyla çelişiyordu. Saddam’ın kimyasal silahlarla işlediği suçların Nuremberg ölçeğinde ele alınamaması, Kürd ulusunun devletsizliğinin ve jeopolitik güç dengelerinin doğrudan sonucudur. Beşar Esad örneğinde ise durum daha da belirgindir. Suriye devleti ayakta kaldığı sürece, bir devlet başkanının uluslararası mahkemede yargılanması neredeyse imkânsızdır. Uluslararası Ceza Mahkemesi ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından yetkilendirildiğinde böyle bir süreç başlatabilir; fakat Rusya ve Çin, Esad rejiminin yargılanmasını veto ederek bu süreci yıllardır engelliyor. Yani adaletin önündeki engel hukuki değil, tamamen jeopolitik güç ilişkileridir. Bir lider uluslararası mahkemeye ancak kendi devleti çöktüğünde veya büyük güçler bunu istediğinde çıkarılabilir. Suriye hâlâ işlevsel bir devlet olduğu için Esad da siyasal koruma zırhı altındadır.
Bu tablo bize şunu gösteriyor: Uluslararası adalet, güçsüz devletlere ve çökmüş rejimlere uygulanabilen bir mekanizmadır. Güçlü devletlerin liderleri veya büyük güçlerin müttefikleri söz konusu olduğunda adalet çoğu zaman askıya alınır. Saddam da Esad da, bölgesel dengeler, uluslararası çıkarlar ve Kürdlerin devletsizliği nedeniyle Nuremberg benzeri bir yargılamaya çıkarılamadı. Dünya sistemi, Shoah örneğinde olduğu gibi kendi merkezindeki suçları görünür kılarken, Kürdistan gibi kolonyal bölgelerde işlenen suçları çoğunlukla görmezden geldi. Shoah tanıkları, güçlü devletlerin kurduğu adalet mekanizması sayesinde duyulabildi. Oysa Halepçe ve Enfal için aynı ölçekli bir uluslararası mahkeme kurulmadı; çünkü “mağdur ulusun devleti yoktu.”
Dünya, hangi acıyı anacağını da yine aynı güç ilişkilerine göre belirler. Fransa 13 Kasım saldırılarını her yıl anıyor; çünkü güçlü bir devlet hafızayı kuruyor. Filistin meselesi küresel bir politik eksene dönüşmüş durumda; bu nedenle Gazze’deki her saldırı dünya sahnesine taşınıyor. Oysa Halepçe’nin yıldönümü çoğu zaman sessizce geçer; Enfal’in yıldönümü dünya medyasına yansımaz. Bunun nedeni bu acıların “önemsizliği” değil; bu acıları uluslararası hafızaya taşıyacak bir devletinin olmamasıdır. Uluslararası sistemde hangi acıların duyulduğu, hangi katliamların tanındığı ve hangi tanıklıkların dünya hafızasında yer bulduğu hiçbir zaman adil bir ölçüte göre belirlenmez; dünya hafızasını biçimlendiren şey çoğu zaman devletlerin gücü, uluslararası politik dengeler ve hafızanın nasıl kurumsallaştırıldığıdır.
Güney Kürdistan halkı, Irak devleti içinde federal bir yapı ve bölgesel bir yönetime sahip olmasına rağmen; Enfal, Halepçe, Barzanî ve Şengal gibi tarihsel soykırımları uluslararası platformlara taşıyamamış, bu suçları soykırım olarak dünya kamuoyuna kabul ettirememiştir. Bu durum, bölgesel özerkliğin uluslararası alanda tanınma ve hafıza siyaseti üretme açısından yeterli olmadığını; tam egemen bir devletin, bir halkın acılarını küresel düzeyde temsil edebilmesi için hâlâ belirleyici bir araç olduğunu açık biçimde göstermektedir.
Devam Edecek…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Son güncellenme: 02:30:36































































































































































































