Prof. Dr. Çelik: Yeni barış süreci toplumsal meşruiyetten yoksun
Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik, Türkiye’de yeniden başlayan barış sürecinin demokratikleşmeden çok iktidarın merkezileşmesine hizmet etme riski taşıdığını belirtti. Çelik, “Barış yalnızca silahların susması değil; hakların tanınması, eşit yurttaşlık ve sivil toplumun güçlendirilmesiyle mümkündür” dedi.

Türkiye, 22 Ekim 2024 tarihinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Meclis’te yaptığı açıklamayla yeni bir barış arayışına girdi. Bahçeli’nin çağrısı kamuoyunda “demokratik bir dönüşüm mü, yoksa otoriterleşmeyi kalıcılaştıracak bir hamle mi?” sorularını gündeme taşıdı.
T24’ten Murat Sabuncu’ya konuşan Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik, süreci akademik bir perspektiften değerlendirdi. Çelik’e göre, mevcut barış süreci “devlet merkezli” ilerliyor ve bu durum toplumsal meşruiyetin zayıf kalmasına yol açıyor.
“Süreç ilerliyor ama toplum dışarıda bırakıldı”
Çelik, bir yıldır sürecin bozulmadan devam etmesinin önemli olduğunu ancak toplumun bilgilendirilmemesinin barışın sahiplenilmesini zorlaştırdığını söyledi:
“Hükümet sürece dair hedeflerini ve çerçevesini topluma açık biçimde anlatmıyor. Bu da halkın korkularını gideremiyor, hatta sürecin niyetine dair kuşkuları artırıyor.”
Suriye’deki gelişmelerin Türkiye’deki süreci doğrudan etkilediğini belirten Çelik, özellikle Suriye’deki Kürtlerin konumunun Ankara’nın güvenlik ve diplomasi politikalarını şekillendiren temel faktörlerden biri haline geldiğini vurguladı.
“Barış süreci demokratikleşmeden çok otoriterleşmeyi besleyebilir”
Çelik, dünya örneklerinden hareketle barış süreçlerinin her zaman demokratik bir dönüşüm getirmediğine dikkat çekti:
“Barış, bazı ülkelerde iktidarın konsolidasyonu için bir araç haline geldi. Bu tür süreçler literatürde ‘illiberal’ ya da ‘otoriter barış’ olarak tanımlanıyor. Türkiye’deki eleştirilerin odak noktası da bu. Eğer barış yalnızca güvenlik politikalarının yeniden düzenlenmesiyle sınırlı kalırsa, demokratikleşmeyi değil otoriterliği besler.”
Öcalan’ın siyasetteki rolü: “Toplumsal direnç doğal ama aşılabilir”
Prof. Dr. Çelik, barış sürecinde Abdullah Öcalan’ın yeniden siyasal aktör olarak görülmesine yönelik toplumsal tepkileri de değerlendirdi. Bu tür dirençlerin yalnızca Türkiye’ye özgü olmadığını, benzer örneklerin dünyada da yaşandığını söyledi:
“Silahlı bir hareketin lideri barış döneminde siyasallaşmaya başladığında bu, bir yandan şiddetin sonu anlamına gelirken, diğer yandan geçmişin travmalarını da tetikler. Kuzey İrlanda’da Gerry Adams ya da Kolombiya’da FARC liderleri de başlangıçta ciddi toplumsal dirençle karşılaştı.”
Çelik, bu tür dirençlerin ancak şeffaf, adalet ve hakikat temelli mekanizmalarla aşılabileceğini vurguladı:
“Türkiye’de süreç yeterince kurumsallaşmadığı için Öcalan’ın rolü toplumun gözünde belirsiz kaldı. Bu belirsizlik, hem güven krizini hem de korkuları besliyor. Oysa barış ancak toplumun duygusal ve politik olarak sürece dâhil olduğu koşullarda kalıcı hale gelir.”
“CHP süreci eleştirel bir katılımla izliyor”
CHP’nin süreçteki konumunu “temkinli ama dışlamayan” olarak tanımlayan Çelik, partinin hem toplumsal barış talebine duyarsız kalmamaya hem de hükümetin niyetine karşı dikkatli davranmaya çalıştığını ifade etti:
“CHP komisyona üye vererek sürecin meşruiyetine katkıda bulundu ama aynı zamanda hükümetin süreci siyasal ajandasına hizmet ettirmesinden endişe ediyor. Bu tavrı ‘eleştirel katılım’ olarak tanımlayabiliriz.”
“Barış hafızası” ve geçmişle yüzleşme ihtiyacı
Barışın sürdürülebilirliğinin ancak geçmişle yüzleşmeyle mümkün olabileceğini vurgulayan Çelik, Türkiye’de bu konuda ciddi eksiklikler bulunduğunu belirtti:
“Gerçek bir barış hafızası, farklı grupların hikâyelerinin kamusal alanda tanınması ve meşrulaşmasıyla inşa edilir. Bu, sadece bireysel değil kurumsal bir sorumluluktur. Eğitim sisteminden yerel yönetimlere kadar geniş bir alanda geçmişle yüzleşme kültürünü yerleştirmemiz gerekiyor.”
Çelik’e göre, barış hafızası toplumun “kim haklıydı” tartışmasından ziyade “bir daha kimse aynı acıyı yaşamasın” anlayışıyla şekillenmeli.
Kimlik temelli kutuplaşma: Barış kültürünün önündeki en büyük engel
Türkiye’de ideolojik, etnik ve mezhepsel kimlikler üzerinden süregelen kutuplaşmanın, barış sürecini zayıflattığını belirten Çelik, bu durumun ötekinin hikâyesini duymayı zorlaştırdığını söyledi:
“Barış kültürü, farklılıkların bastırılmasıyla değil; bu farkların bir arada var olabileceği alanların güçlendirilmesiyle mümkündür. Kutuplaşma sürdükçe, barışın toplumsallaşması imkânsız hale gelir.”
“Sürecin toplumsallaşması için yeni mekanizmalara ihtiyaç var”
Çelik, barışın yalnızca devlet ve silahlı aktör arasında yürütülmesinin yeterli olmadığını belirterek, sivil toplumun sürece dahil edilmesinin önemine dikkat çekti:
“Geçmişteki Akil İnsanlar Heyeti sürece toplumsal bir zemin kazandırmıştı. Bugün benzer bir mekanizmanın eksikliği süreci iki aktör arasında sıkıştırıyor. Kadınların, gençlerin ve yerel sivil inisiyatiflerin dahil edilmesi barışın toplumsallaşması açısından hayati.”
Negatif barıştan pozitif barışa geçişin riskleri
Çelik’e göre Türkiye hâlâ “negatif barış” aşamasında; yani silahların sustuğu ancak kalıcı çözümün kurumsallaşmadığı bir dönemde. Pozitif barışa geçiş için yalnızca güvenlik değil, adalet, hukuk ve toplumsal katılım alanlarında da ilerleme gerekiyor:
“En büyük risk, çatışmasızlık ortamını kalıcı barış sanmak. Barışın kurumsal temelleri güçlenmeden, hak temelli bir dönüşüm olmadan pozitif barıştan söz edemeyiz.”
“Barışın kalıcılığı, toplumun sürece inanmasına bağlı”
Çelik, Türkiye’nin yeni barış sürecinin umut verici olmakla birlikte kırılgan bir yapıda olduğunu söyledi.
“Barışın toplumsallaşmadığı, hak temelli bir dilin üretilmediği bir ortamda süreç kalıcı olmaz. Barışın kalıcılığı, toplumun sürece inanması ve sahiplenmesiyle mümkündür.”
Son güncellenme: 12:00:31