DEM Partili Çiftyürek: Süveyda’daki oyun planını Rojava için de deneyebilirler

DEM Parti Van Milletvekili Sinan Çiftyürek, Nûpel’e verdiği röportajda Türkiye’nin Orta Doğu politikaları, Rojava’daki gelişmeler ve Kürt meselesi üzerine çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Çiftyürek, Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek yerine Osmanlı bakiyesi vilayetlere yöneldiğini ve bölgedeki yeni dengelerden faydalanarak Misak-ı Milli hedefini yeniden gündeme aldığını savundu.

21 Temmuz 2025 - 14:56
21 Temmuz 2025 - 14:56
 0
DEM Partili Çiftyürek: Süveyda’daki oyun planını Rojava için de deneyebilirler

DEM Partili Sinan Çiftyürek, Nûpel’e verdiği röportajda Türkiye’nin Rojava, Musul ve Halep’e yönelik politikalarını “çözüm değil, ilhak planı” olarak nitelendirdi. ABD'nin bölgedeki yeni stratejilerine ve HTŞ üzerinden oynanan güç dengelerine dikkat çeken Çiftyürek, Kürtlerin bölünmüşlüğünün en büyük tehdit olduğunu belirtti. Çiftyürek’e göre Rojava, Süveyda’da test edilen planla tehdit altında ve Kürt halkının geleceği için dört parçada ortak bir stratejiye acilen ihtiyaç var.

Nûpel’den Filiz Deniz’in DEM Parti Van Milletvekili Sinan Çiftyürek ile gerçekleştirdiği röportaj şöyle:

Sosyal medyada yaptığınız bir paylaşım dikkat çekti. Paylaşımınızda, “Türk devleti, adı ve içeriği bilinçli olarak tanımlanmamış bir süreçte, Kürt meselesini çözmek yerine yine ‘Din-Ümmet Kardeşliği’ söylemiyle Kürt siyaset kadrosuna bolca övgü yaparak Kürt’ün sırtından Osmanlı bakiyesi Halep-Musul vilayetlerine ulaşmak istiyor. Hazır İran’da zayıflamışken bu hedefe yönelmiş görünüyor.” dedi. Buradan hareketle sormak istiyorum; Türkiye’nin hedefi Misak-ı Milli mi;  Halep- Musul ve Kerkük’ün işgali mi?

TÜRKİYE’NİN MİSAK-I MİLLİ HEDEFİ VE ORTA DOĞU PLANLARI

Benim gördüğüm tablo şu: Trump’ın Körfez ülkeleriyle, özellikle Suudi Arabistan’la yaptığı yaklaşık bir trilyon dolarlık silah ve enerji anlaşması, İsrail’in güvenlik kaygılarının giderilecek olması ve HTŞ iktidarıyla Suriye’nin şimdilik kayıtsız-şartsız ABD’ye teslim olması ve İsrail saldırılarına sessiz kalması hatta İsrail ile İbrahim anlaşmasını yapacak olması, İran ve Şii Hilali’nin kolunun kanadının kırılması ve benzeri gelişmeler Suriye ve Özerk Rojava’da yeni bir siyasi durumun işaretleri. Tabi bu gelişmelerin yansıması da oldu. Örneğin Amerika, Ahmet Şara ve HTŞ’yi terör örgütü statüsünden çıkardı. Çünkü, HTŞ şu anda onun aradığı rolü oynuyor yanıi. ”Zaten benim dediğimi yapıyor, üstelik İbrahim Anlaşması’nı da imzalayacak” diyor. ABD Suriye Temsilcisi Barrack’ın Kürt karşıtı haddini aşan mesajlarını basınla paylaşması ve ABD öncülüğünde yeni bir Suriye masasının kurulması bu anlamda önemli. Türkiye, Suudi Arabistan, Suriye, Ürdün ve dolaylı olarak İsrail bu masada yer alıyor. Ancak bu masanın varlığı ile birlikte Trump’ın Suriye’yi esas Suudi Arabistan üzerinden yeniden yapılandırmayı hedeflediği görülüyor.

Dikkat ederseniz, İran’ın Şii Hilal’deki askeri ve siyasi aygıtlarını etkisiz hâle getirmekle yetinmeyen ABD ve İsrail şimdi de bu yapıların –Hizbullah, Haşdi Şabi, Hamas– tamamen silahsızlandırılmasını hedefliyor. Masada bunlar konuşulurken Türkiye ise tam da bu süreçte SDG’yi pazarlık masasına sürüyor. “Ben Hamas’ı ikna ederim, silahsızlandırırım ama siz de SDG’yi silahsızlandırın” diyor. Bütün bu gelişmeler şunu gösteriyor: Türkiye’nin bölgede algıladığı ana tehdit algısı Kürtler ve başta statüleri olmak üzere kazanımları. Başta Türkiye bütün sömürgeciler 7 Ekim 2023 saldırısı ve sonrasında olduğu gibi 13-15 Temmuz’da yaşananları da yine esas Kürtler/Kürdistan üzerinden okuyorlar. Konuşan her yetkili, gazeteci, yorumcu; “Ya Kürtler bundan yararlanırsa ya Özerkliklerini pekiştirirlerse….”! Sömürgecilerin derdi; Suriye’nin “toprak birliği, istikrarı, güvenliği, bölge barışı” değil! Ellerinden gelse Suriye’yi kendileri ilhak edecekler. Etmişler zaten yani sadece İsrail ilhak etmiyor.

Siz diyorsunuz ki, Türkiye’nin tek isteği SDG’nin silahsızlandırılması. Ama görünen o ki Türkiye bu konuyu bir süreç bağlamında da sık sık gündeme getiriyor. Türkiye Amerika ile bunun pazarlığını yaptığına göre, süreç bağlamında SDG’nin silahsızlanmayı kabul etmeyeceğini mi düşünüyor?

Kısacası Türkiye, sadece PKK’nin Kuzey Kürdistan ve Kürdistan Federal bölgesindeki silahsızlandırılmasıyla yetinmiyor Rojava’da SDG’nin, Doğu Kürdistan’da ise PJAK’ın silahsızlandırılmasını da ısrarla talep ediyor. SDG’nin silahsızlandırılması konusunda Öcalan’ın doğrudan bir çağrı yapacağını sanmıyorum. Rojava’nın yapısını biliyor; bu tür bir çağrının kadınlar başta olmak üzere oradaki yapıyı ciddi biçimde sarsar.

Benzer bir şeyi geçmişte Irak’ta yaşanbmıştı. ABD’nin temsilcisi Paul Bremer, Mesut Barzani’ye “Peşmerge anayasal bir güç olmayacak, dağıtılmalı, Irak ordusuna katılmalı” dediğinde, Barzani’nin buna karşılık, “Peşmerge bizim kırmızı çizgimizdir, Erbil’e dönüyorum” diyerek masadan kalktığını ve ardından ABD’nin geri adım attığını biliyorum. Bunda o dönem KDP ve YNK’nin ortak bir tavır sergilemesi de etkili olmuştu. SDG’de ve elbette ENKS ile PYNK de  “silah bırakıp HTŞ ordusuna katılın” çağrısı kimden gelirse gelsin açık ve kararlı bir tutumla reddetmelidirler.

Eğer bugün Rojava’da Kürdistan Federal Bölgesi benzeri kararlılık sergilenmezse ve Güney Kürdistan hükümetinden de yeterli destek alınmazsa, Barrack’ın ortaya koyduğu yaklaşım karşılık bulabilir. Bu aslında Amerikan hükümeti nezdinde de bir testtir. Özerk Rojava halkı silahlarını; Kadınları köle pazarlarında satan, yaşlı Arap Dürzi erkeklerin sokakta bıyık-sakallarını yolan; Elde kılıç “hepinizi katledeceğiz” naralarını atarak etrafa dehşet saçan ve ”Alevilerden sonra sıra size geldi” diyen bu Selefi teröristlere bırakamaz.

ABD’NİN YENİ ORTA DOĞU STRATEJİSİ VE TÜRKİYE’NİN KONUMU.

Barrack’ın açıklamaları, Trump’ın yeni bir stratejiye geçtiğinin işareti mi? Bu yaklaşım bir politika değişiminin sinyali olarak mı görülmeli?

Evet, öyle görmek gerekiyor. Ama aslında Trump’tan çok Hükümetin daha doğrusu Pentagonun iki önemli konuda yön değiştirdiğinin işaretleri var. Birincisi, Ukrayna üzerinden geliştirdiği politika. Neden mi? Çünkü Rusya, Çin meselesinde Trump’ın beklediği pozisyonu almadı. Rusya daha stratejik davrandı, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etti. Bunun üzerine ABD/Trump tutumunu değiştirip Avrasya üzerinde 25 yıldır süren savaşın ağırlık merkezini Güneybatı Asya üzerinden Güney Pasifik’e kaydırma stratejisini gündeme getirdi. Bu gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi belli değil çünkü ABD’nin savaşı Güneydoğu Asya’ya kaydırma hamleleri yeni değil ama şu ana kadar gerçekleşmedi çünkü Ortadoğu ve Karadeniz havzası her defasında ABD/Batı’yı paçalarından tutup kendine doğru çekmeyi başardı. Bakalım bu defa ne olacak. Bu nedenle Orta Doğu’nun gerilimini azaltmak istiyorlar hem zaten Batı Verimli Hilal üzerinde hedeflerine ulaşmış gibi.

TÜRKİYE’NİN BÖLGESEL HEDEFLERİNDE KÜRESEL GÜÇLERİN ROLÜ

Sizin paylaşımınızdaki kullandığınız harita dikkatimi çok çekti. Bu harita yandaş medya tarafından çok kullanıldı bu Türk- Kürt -Arap. Birliği vurgusu var yani Osmanlı’nın devamı vurgusu öne çıkıyor. Bunu bir parça açar mısınız? Yani tüm mesele Türkiye’nin Halep- Musul- Kerkük üzerinden Osmanlı hayali mi?

Bayram değil, seyran değil; Erdoğan neden bir anda “Türk-Kürt-Arap birliği ve sınırsız Orta Doğu” diyerek Osmanlı bakiyesine gönderme yaptı? Bu hayal Türkiye’nin gündeminde hep vardı, hâlâ da var. Neden şimdi yeniden canlandırıldı?

Çünkü şu anda İran merkezli “Şii Direniş Eksenin” bir hayli zayıflatıldığı bir dönemdeyiz. Bir yıl önce bu güçler hâlâ etkiliydi ama bugün büyük ölçüde tasfiye edilmiş durumdalar. Amerika da sadece Şii güçleri değil, genel olarak Doğu eksenini Orta Doğu’dan uzaklaştırma konusunda Türkiye ile büyük ölçüde hemfikir. Türkiye de bu ortamda “hedef belirleyip hazır olayım, fırsat doğarsa harekete geçerim” düşüncesinde.

Erdoğan’ın PKK’nin silah bırakma konusunda geriye dönüşü olmayan mesajı vererek silah yakma sonrası yapılan açıklamalarda şöyle diyor: “Bugün, büyük ve güçlü Türkiye’nin şafağı söküyor. Gönüller bir olunca sınırlar ortadan kalkar. Bugün büyük, güçlü Türkiye’nin, Türkiye Yüzyılının kapıları ardına kadar aralanmıştır. Türkiye kazanmıştır, milletim kazanmıştır. Türk, Kürt, Arap, 86 milyon her bir vatandaşımız kazanmıştır.”

Bu söylemde Kürt meselesi ve çözümü yoktur. Tersine “sınırlar kalkmıştır”, “Türk-Kürt-Arap”…… birliği vurgularıyla eski Osmanlı bakiyesine göz diken bir tutum görülüyor. Bu yeni de değildir. MHP Genel Başkanı Bahçeli bunu açıkça şöyle dile getirdi: “Türkiye kabına sığmıyor, Misak-ı Milli zaman aşımına uğramaz” derken, Erdoğan da benzer ifadeler kullandı: “Misak-ı Milli mevcut olan değildir” dedi. Bu iki açıklamayı yan yana koyarsak Türkiye’nin “Misak-ı Milli” dediği sınırların Halep ve Musul’u da kapsadığı, yani iki Kürdistan parçasını içine aldığı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Hatta bu bölgeler için bir ara plaka numaralarının bile önerildiğini biliyoruz. Yanı Kürt meselesini çözmek yerine yine “din-ümmet kardeşliği” ve Kürt siyaset kadrosuna bolca övgü yapıp Kürdün sırtından Osmanlı bakiyesi Halep-Musul Vilayetlerine (iki Kürdistan parçasını) ilhak etmek istiyor! Yanı Devlet çözümsüzlükte ısrarın ötesinde derinleştiriyor.

Türkiye bu hedeflere tek başına mı yöneliyor, yoksa arkasında bir küresel güç ya da stratejik konsept mi var?

Erdoğan’ın bu söylemleri aslında bir yoklamadır. Uluslararası aktörlerin, Kürtlerin ne tepki vereceğini görmek istiyor. Bu mesajı sadece ben değil, Amerika ve İsrail de herkes çok net şekilde alıyordur. Kısacası Türkiye, ”İran’ın eli kolu kırıldığı, Şii-Sünni hegemonyasını denkleminde Sünni hegemonyam lehine koşulların olgunlaştığı” iddiasıyla bölgesel iklimde “fırsat bu fırsat” deyip “Osmanlı Bakiyesini ilhak edebilirim” hesabını yapıyor. Yanı hazır Kuzey Kürdistan’da Öcalan/PKK tarafından silahı bırakma kararı alınmışken sorunu çözmek yerine Misak-i Milliye oynuyor. Eğer gereken tepkiyi hem Güney Kürdistan hem Rojava hem de Kuzey Kürdistan vermez ise Türkiye bunu “güç bendeymiş” deyip adımlar atabilir.

Türkiye’nin hayalini kurduğu bu projeye, aslında uluslararası aktörler sıcak bakmıyor. Amerika ve Suudi Arabistan (Araplar), Türkiye’nin Suriye üzerinde egemenlik kurmasını istiyor. Hatta bu tutum Osmanlı’ya karşı oluşan tarihsel nedenlerle aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin de tepkilerini içermektedir. Kısaca Türkiye’nin bölgeye hâkim olmasını istemiyorlar. Bu nedenle Suriye, Suudi Arabistan üzerinden yeniden dizayn edilmek isteniyor. Çünkü Suudi Arabistan hem Arap kimliğine sahip hem de ciddi bir mali gücü var. Ancak Türkiye’yi de tamamen dışlamak istemiyorlar. Masada bir yer veriliyor; ama bu rol sınırlı.

SDG’NİN DURUMU, HTŞ TEHDİDİ VE KÜRTLER AÇISINDAN BELİRSİZLİKLER

SDG’nin rolünü biraz daha açar mısınız? Alevilere yönelik katliamlar, Dürzilere karşı saldırılar yaşanıyor. Bu gelişmeler ortadayken, SDG ve Kürtler nasıl bir pozisyonda? HTŞ, Aleviler ve Dürzilerden sonra Kürtlere de saldırabilir mi? Bu belirsizlik Kürtler için büyük bir tehdit değil mi?

Özerk Rojava’nın statüsü kritik kavşağa gelindi. Petro Dolar mı Kürtlerin Hakları mı sorunsalında; maalesef Mart 2025 ‘te imzalanan 8 maddelik anlaşmanın içeriğini şekillendiren görüşmeler sürüyorken Ortadoğu siyaset terazisinin; Bir kefesinde Kürt halkı, statüleri ve geleceği, diğer tarafında ise ABD’nin Körfez ülkeleriyle trilyon dolar anlaşmaları ve sömürgecilerin Kürt anasını görmesin çizgisinde ortak hareket etmeleri var! Suriye masasında trilyon dolar ticari anlaşmalarının şimdilik ağır bastığı görülüyor. Çünkü yukarıda da değindiğim gibi ABD/Batı, Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilişinde S. Arabistan’ı merkeze almış ve Türkiye’yi ise belirleyici olmasa da masada rol vermiş. Kurulan Suriye masasında ABD koordinasyonunda, S. Arabistan, Katar, Türkiye ve İsrail ortak çalışıyorlar. Türkiye’nin masada yer alması başta Özerk Rojava statüsü ve SDG’nin konumu olmak üzere Kürt halkının kazanımlarını baskılayan, sınırlandıran işlevini sürdürüyor.

Mesele Kürt/Kürdistan meselesi olunca; Arap devletleri de diğer sömürgeci devletler gibi statükocudurlar. Özerk Rojava statüsü ve SDG meselesinde, HTŞ ve Ahmet El Şara’nın elini güçlendiren bir yerde duruyorlar. Demek ki sadece SDG değil Özerk Rojava Kürdistan’ının statüsü de ciddi risk altında!
Çünkü, ABD, HTŞ’ye Suriye ve bölgeyi (İran-Hizbullah-HAMAS….) kendi hedefleri doğrultusunda verdiği dizayn etme görevini HTŞ’de kabullenince; S. Arabistan arkaladığı Arap milliyetçiliği ve Petro-dolar gücüyle Suriye’de tüm sömürgeci güçler adına statüko savunuculuğunu üstlenince; NATO müttefiki Türkiye, SDG ve Kürt statüsüne karşı ısrarını sürdürünce… Arap milliyetçisi Tom Barrack’da durumu özetledi; “Tek millet tek ordu tek Suriye” dedi!

SDG sadece Özerk Rojava için değil Alevi, Dürzi hatta laik Sünni Araplar için de İŞİD/HTŞ’ye karşı bir güvence. Kürt siyaseti ve Dürzi ile Alevi halkı Süveyda da Dürzilere karşı sergilenen oyunu iyi okumalı. Bu oyun planı yarın Özerk Rojava Kürdistanı için sahnelenecek planın bir ön denemesi gibi duruyor. Yarın da “Arap Aşiretleri ile SDG çatıştı Suriye ordusu barış için bölgeye intikal etti” denilirse şaşırmayalım. Çünkü Süveyda da olanlar için, “Bedevi Arap Aşiretleri ile Süveyda Dürzileri savaştı HTŞ/Colani araya girip barıştırdı ya da Süveyda da güvenliği sağlamak için HTŞ Ordusu Süveyda’ya gönderildi” demek kökten yalandır. Ve bu oyun planının arkasında başta sömürgeciler birden fazla devletin kirli hesapları var!

HTŞ/İŞİD, Önce Alevileri katletti, sonra Dürzilerin etkisizleştirilmesi için 2 Mayıs 2024 ve 13 Temmuz 2025’te peş peşe saldırılar düzenledi ve devam ediyor. Eğer buralarda başarılı olursa Kürtlere yani Özerk Rojava’ya “sıra size geliyor” diyerek Süveyda benzeri bir oyun planını devreye sokmanın hazırlığında.Suriye’de ve genel olarak Orta Doğu’da SDG’ye, Kürtlere laik bir güç olarak ihtiyaç duyuluyor. Devletleşmemiş olsalar bile, Kürtler demokrasi adına güçlü referanslar sundular. Rojava’da veya Kürdistan Bölgesi’nde bunu açıkça görebiliyoruz. Daha bağımsız devlet değiller ama Kürdistan Federal Bölgesinde 5 resmi dil var ve 8 farklı inanç grubu eşit temsil ediliyor. Ayrıca Özerk Rojava’nın ise zaten Sözleşmesi halklar ve inançları içeriyor.

Ancak tüm bu kazanımlara rağmen, Trump’ın iç politikadaki öncelikleri başka: Ekonomiyi toparlamak ve savaşı sonlandırmak. Bu yüzden İran meselesinde hemen geri çekildi. SDG’ye yönelik bir tutum değişikliği olur mu? Bu zor ancak bazı şartlar altında olabilir. Çünkü Türkiye hâlâ kendi jeopolitik ve askeri gücünü pazarlık masasına taşımaya çalışıyor. ABD ve Batı’nın da hâlâ Türkiye’ye ihtiyacı var. Örneğin, Kıbrıs’ın güneyindeki doğalgaz rezervleri gibi meselelerde büyük tavizler verebilir. Ayrıca mesele sadece Türkiye’de değil Suudi Arabistan’da SDG’nin Peşmerge gibi anayasal bir güç olmasını istemiyor. Bu önemli. Irak Başbakanı da geçtiğimiz yıl şöyle demişti: “Bizim Irak’ta yaptığımız hatayı siz yapmayın” yani SDG’yi, Peşmerge gibi anayasal güç olarak kabul etmeyin. Kısacası Arap milliyetçiliği ile Türkiye’nin baskısı bu konuda çok etkili.

Zaten Tom Barrack’da bu koşullar altında haddini aşan açıklamalar yaptı. Barrack, “Biz Kürtlere dadılık yapmayız” ya da “Bağımsız Kürdistan olmayacak” söylemi ahmakçadır. Kürt halkı 170 yıldır ulusal bağımsızlık için mücadeleye koyulurken ABD ya da başka bir güce değil kendine güvendi. Ortadoğu’da ABD/Batı ile Kürtlerin ittifakı karşılıklı çıkarlara dayanır. Bu kritik süreçte Kürtlerin özelde Federal Kürdistan Bölgesi ile Özerk Rojava’nın ortak bir strateji üzerinde hareket etmeleri tarihi önemdedir. Ve Rojava’da 34 Kürt siyasi partisinin günü yayımladıkları ortak bildiriyle, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ın Demokratik Suriye Güçleri (DSG) ve Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetime ilişkin tekçi açıklamalarını kesin bir dille reddettiklerini duyurmalı önemlidir kutluyoruz! Sonucu belirleyecek olan Kürtlerin ulusal demokratik hedeflerinde yekvücut davranmalarıdır

Ayrıca sormak lazım, Barrack ve ABD’nin Suriye’de desteklediği Ahmet El Şara kimdir? Kim seçti ki Suriye halkları adına konuşuyor? Onlar da tanıyıp muhatap alıyorlar? Ahmet Şara’yı Sünni cihatçı gruplar kendi aralarında seçti. Kürtlerin, Dürzilerin, Alevilerin, Hıristiyanların iradesini temsil etmiyor. Bu nedenle Şara kararını da tanımıyorlar, tanımayacaklar. Peki ya Amerikan çıkarları Kürtlerin çıkarlarıyla örtüşürse? O zaman ne olacak? Bu çıkar örtüşmesi sizce uzun vadeli olabilir mi?

Bence evet, uzun vadeli olabilir. Bu benim kişisel kanaatim. Geçmişte de Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ABD çıkarları örtüşmüştü. Sadece Kürtlerle değil, bölgede farklı etnik ve inanç gruplarıyla da bu uyum görüldü. Ben Pentagon’un SDG konusundaki görüşlerinin Trump’ın yaklaşımıyla birebir örtüştüğünü sanmıyorum. Hatta bu konuda Trump’a geri adım attırmaları bile muhtemeldir geçmişte olduğu gibi. Bu baskı altında SDG ne kadar direnebilir, bunu kestirmek zor. Bu yüzden, SDG konusunda ciddi endişelerim var. Ancak şu şartla umutlu olunabilir: Özerk Rojava ile Kürdistan Bölgesi çok sıkı bir dayanışma içinde olursa, dört parçada Kürt halkı ve uluslararası dostları da destek verirse bu baskıya direnebilirler. Bu kritik süreçte Kürtlerin özelde Federal Kürdistan Bölgesi ile Özerk Rojava’nın ortak bir strateji üzerinde hareket etmeleri tarihi önemdedir. Çetin mücadele devam ediyor. Kürt halkı ağır bedellerle elde ettiği kazanımlarını korumada kararlı!

KÜRT SİYASETİNDEKİ BÖLÜNMELER, DAYANIŞMA EKSİKLİĞİ VE İÇSEL ZORLUKLAR

Peki neden beraber durma noktasındaki sıkıntılar aşılamıyor? Kürtler neden bu kadar sessiz? SDG bir modelle orta yerde duruyor. Kürtler neden ortak bir yol belirleyemiyor?

Aslında son dönemde önemli gelişmeler yaşandı. Taraflar bir araya geldi, 26 Nisan’da bir toplantı gerçekleştirdiler ve bu toplantıdan önemli sonuçlar çıktı. Şu anda da bu sonuçların arkasında duruyorlar. Üzerlerinde ciddi bir baskı var. Hatırlarsanız, 10 Mart’ta SDG ile HTŞ arasında 8 maddelik bir anlaşma imzalandı. Türkiye, bu anlaşmayı kendi perspektifinden değerlendiriyor. Hemen ardından, birkaç saat içinde Irak’ın eski Dışişleri Bakanı ve KDP Siyasi Büro Üyesi Sayın Hoşyar Zebari, “Rojava’ya federasyon hayırlı olsun,” açıklamasında bulundu.

Hemen ardından da Hakan Fidan şu açıklamayı yaptı: “Bu 8 madde üzerinde çok sıkı çalışmamız lazım. Aksi takdirde bu maddelerin her biri bizim için bir mayın tarlasına dönüşebilir.” Bu önemli bir uyarıydı. Örneğin, anlaşmanın dördüncü maddesinde şöyle deniyor: “Suriye rejimi bir terör saldırısıyla karşı karşıya kalırsa, taraflar bu saldırıya karşı hükümeti korumaya hazırdır.” Bu madde oldukça dikkat çekici.

Sorunuza gelecek olursam; Kürtlerde çok derin travmalar var. Örneğin, YNK ile KDP’nin bir araya gelememesi, Peşmergenin hâlâ birleşememesi. Aslında Peşmerge iki parça hâlinde ve eğer birleşseler, el ele verip uluslararası alana çıksalar, inanın 4 parça Kürdistan’da kıyamet kopar. Annelerimizin sevinci tavan yapar. Ancak bunun önünde ciddi engeller var. Bu durumun temel nedenlerinden biri, sömürgeci güçlerin Kürt siyasetinin içinde hâlâ etkili olması. Diğer bir neden ise Kürdistan’a bütüncül bir bakışın hâlâ geliştirilememesi; bunun yerine parça parça bir siyaset yürütülüyor. Ve belki de en önemlisi, PKK ile KDP arasındaki farklı paradigmalardır.

Benim sürekli söylediği şey şu; bizim Kürdistan’da soğuk savaş duvarını yıkmamız lazım. Bu iki hareket arasındaki soğuk savaş her şeyi zehirliyor.Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, Kürt siyaseti kendi içinde net değil. Ne istediklerine tam karar verebilmiş değiller. Bu belirsizlik ciddi bir sorun.

İkincisi, dış aktörler Kürtleri birbirine karşı kullanıyor. Her bir güç “Amerika, Türkiye, İran, Irak, hatta Rusya” Kürtleri bölmek için farklı kanallardan çalışıyor. Bu da ortak bir tutum geliştirmeyi imkânsız hale getiriyor.

Üçüncüsü ve en önemlisi: Kürt halkı arasında bir birlik duygusu tam olarak oluşmadı. Elbette bu halkın kabahati değil. 100 yıldır bölünmüş bir coğrafyada yaşıyorlar. Farklı sömürgeci devletlerin politikaları ve baskıları altında büyüyen kuşaklar, doğal olarak birbirini tam olarak tanımıyor.

Mesela Rojava’daki bir Kürt, Güney Kürdistan’daki bir Kürt’le empati kurmakta zorlanabiliyor. Bu sadece halk nezdinde değil, siyasi aktörler arasında da böyle. Bugün Kürtlerin karşı karşıya olduğu tehdit çok ciddi. Sadece dışarıdan gelen baskılar değil, içeriden gelen sessizlik de büyük bir tehlike. Türkiye’nin, “Ben bu sessizliği fırsata çeviririm” düşüncesi tam da buradan doğuyor.

Eğer Kürt halkı kendi içindeki çelişkileri tartışmaz, eleştiri-özeleştiri mekanizmasını işletmez ve iç muhasebesini yapmazsa, bu sessizlik daha büyük felaketlerin önünü açabilir. Kürtlerin en büyük düşmanı artık sadece dış güçler değil; dağınıklık ve yönsüzlük de başlı başına bir tehdit haline geldi.

AMERİKAN STRATEJİLERİ: YENİ BÖLGESEL DENGELER VE KÜRTLERİN KONUMU 

Amerika’nın bölgedeki nihai planı ne? 7 Ekim’den sonra başlayan süreç Arap-İsrail yakınlaşmasına mı evrilecek? Amerika’nın niyeti nedir?

Amerika’nın bölgede nihai hedefi, İran etkisini sınırlamak ve Çin ile Rusya’nın Orta Doğu’daki nüfuzunu kırmak. Bunun için İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi aktörleri aynı masa etrafında toplamaya çalışıyor. Bu çabaların arkasındaki en büyük motivasyon ekonomik: Petrol ve enerji yolları üzerinde kontrol sağlamak. Ayrıca bölgenin istikrarsız yapısını kendi çıkarları doğrultusunda yönetilebilir hale getirmek istiyor.

7 Ekim saldırıları bu süreci hızlandırdı. İsrail’e yönelik büyük bir tehdit algısı oluşturuldu ve Arap devletleriyle daha yakın ilişkiler kurma zemini doğdu. Ancak bu süreç çok kolay ilerlemeyecek.

Kürtler bu tabloda nerede duruyor?

Kürtler bu denklemde hâlâ önemli bir rol oynuyor ama bu rol garanti edilmiş değil. Amerika’nın kısa vadeli planlarında Kürtler önemli bir ortak olarak görülüyor. Ancak uzun vadede, Kürtlerin kendi aralarında birlik kuramaması ve stratejik hedeflerini netleştirememesi onları kırılgan bir pozisyona sürüklüyor. Eğer Kürtler kendi içlerinde birliği güçlendirir, dört parçada ortak bir strateji geliştirirse, sadece Amerika için değil, Avrupa ve diğer küresel aktörler için de vazgeçilmez bir güç haline gelirler.

Ama bu yapılamazsa, ABD dahil hiçbir güç Kürtler adına risk almaz. Bugüne dek hep böyle oldu. Tüm bu gelişmeler olurken halk ne yapmalı? Sessiz mi kalmalı, yoksa pozisyon mu almalı? Bugün yaşananlar sıradan gelişmeler değil; 100 yılda bir denk gelen tarihi kırılma anlarından geçiyoruz.

Kürt halkı başta olmak üzere, tüm halkların bu yeni dizayn karşısında sorgulayıcı ve dikkatli olması gerekiyor. Çünkü kurulacak yeni düzenin nasıl olacağı, halkların gösterdiği tutumla doğrudan bağlantılı. Sessizlik, sadece teslimiyet doğurmaz; geleceği başkalarının eline bırakmak anlamına gelir. Bu da halkların tarihsel kayıplar yaşamasına yol açar.

Peki ya siz öngörünüz nedir buradan çıkış mümkün mü?

Öngörüm şu, kuzeyde biz bunu kıramadık. Bunu zaman zaman da söyledim. Dedim ki ya biz bir adım atıyoruz Şengal’de bir olay oluyor, ya Kandil’de bir olay olur ya da Kürdistan bölgesinde veya Rojava’da bir olay oluyor ve burayı zehirliyor. Fakat 26 Nisan’da ortak deklarasyon imza koymaları önemli gelişmedir.

Sinan hocam, 7 Ekim’den bu yana olaylar başladığından beri bazı gözlemciler sürekli olarak bu süreci “bir İngiltere projesi” olarak değerlendiriyor. Sizce bu süreç gerçekten bir İngiltere projesi mi? Nasıl yorumluyorsunuz?

Şöyle ifade edeyim: Ortadoğu’yu derinlemesine okuyabilen iki ülke vardır; biri İngiltere, diğeri ise İran. Ayrıca, istihbarat, dış politika ve diplomatik faaliyetlerde en derin altyapıya sahip iki ülke daha vardır; bunlar da İngiltere ve Fransa’dır. Benim kanaatime göre, bu projeksiyonun temel fikri İngiltere’ye aittir. Ancak bu proje Amerika ile birlikte olgunlaştırılmıştır. İsrail ise bu planın vurucu gücüdür; gerektiğinde ABD de sahaya doğrudan müdahil olur. Esas itibarıyla bu, İngiltere’nin bir projeksiyonudur. Zaten çeşitli kaynaklarda da belirtildi, örneğin HTŞ’nin üniformalarının bile İngiltere’den.

Kısacası, evet, bu bir İngiltere projesidir. Ortadoğu’nun aklına dair denklemlerin kodları hâlâ İngiltere’nin elindedir. Mimarı İngiltere olarak tanımlarsak, mühendisi ise sahada Amerika ve İsrail’dir, demek yanlış olmaz.

“Türk devleti, adı ve içeriği bilinçli konulmayan bir süreçte” ifadesini kullandınız. Bundan ne anlamalıyız? Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, orada da dile getirdim, çok net ifade ettim: Süreç diyoruz ama neyin süreci bu? Ne adı belli, ne içeriği. Devletin bu sürece dair resmi bir adı var: “Terörsüz Türkiye.” Ama mesele yalnızca bu mu? Eğer hükümet bu konuda samimiyse, Meclis’e bir yasa teklifi sunsun. Roboskî’den başlayarak geçmişe dönük tüm katliamları araştırmak için bir komisyon kurulsun. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşananları açığa çıkaralım, yüzleşelim.

Diğer yandan, sürekli “Demirtaş’ı bıraksınlar” diyoruz. Evet, bıraksınlar çünkü zaten haksız yere içeride. Sekiz yıldır boş yere hapiste. Ya da hasta tutukluları serbest bırakacaklarmış, bunu da “reform” diye sunuyorlar. Kusura bakmasınlar ama bu, eşeğini kaybedip sonra bulunca sevinen Nasrettin Hoca hikâyesine benziyor. Bu ne reformdur ne de Kürt meselesinin çözümüdür.

Devletin bütün kurumları çıkıp “Bir pazarlık yok,” diyor. “Ne al-ver var, ne görüşme var.” Peki o zaman siz Rojava’yla neyi konuşuyorsunuz? Neden önceden gitmeyen heyetler şimdi gidip geliyor? Ortada bir pazarlık var ama içeriğini bilmiyoruz.

İkinci olarak, diyelim ki silahlar bırakıldı. Silahların bırakılması doğru bir adımdır ama burada da şu soruyu sormalıyız: Kendini tekrarlayan sadece PKK mı? Devlet de son 30 yıldır aynı şeyleri tekrar etmiyor mu? O zaman her iki tarafın da artık kendini gözden geçirmesi gerekiyor. Bir sonuca varmak şart.

Üçüncü olarak, bu bir “süreç”se, herkes kabul eder ki bu bir Kürt meselesidir. Öyleyse bu sürecin adı konulmalı, içeriği belirlenmelidir. Bu nedenle silahların bırakılması, devletin üzerinde daha açık bir baskı yaratmalı. Artık mesele, silahların gölgesinden çıkmış durumda; Kürt meselesi tüm çıplaklığıyla devletin önünde duruyor. Dün, “Silahlar varken adım atamam,” deniliyordu. Buyurun, şimdi silah yok. O zaman adım atın. Ama eğer mesele Kürt meselesi değil, “silah bitti, terör bitti” diyorsanız, bu sorun çözülmüş olmaz.

Bizim çağrımız nettir: Bu konu Meclis’e gelmeli, adı açıkça konulmalı. Bu komisyonun adı da “Kürt Meselesinin Çözüm Komisyonu” olmalı. Yüz yılı aşkın süredir devam eden bu meseleyi, tüm yönleriyle ele alacak bir yapı oluşturulmalı. Eğer bu komisyonun adı “Terörsüz Türkiye” ya da “Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu” olursa, bu iş yürümez. “Sen sağ, ben selamet” yaklaşımıyla çözüm olmaz.

Öte yandan, Kürt siyaseti şu anda bütünlüklü değil, dağınık bir durumda. Bugün gündemde olan talepler de ulusal demokratik talepler değil; “Demokratik Toplum” söylemi öne çıkıyor. Elbette “Demokratik Toplum” önemlidir, başımızın üstünde yeri var. Ama asıl mesele bu mu? Kürt halkının esas sorunu bu mu?

*Peki siz bölgedesiniz, halkla iç içesiniz. Bu süreçte toplumun nabzını yakından tutan biri olarak sormak istiyorum: Batmanlı, Diyarbakırlı, Malatyalı, Vanlı bir vatandaş bu süreci nasıl değerlendiriyor? Bakışı ve yorumu ne yönde?

Geçtiğimiz günlerde farklı partilerden 20-25 milletvekiliyle birlikte, ziraat meselesiyle ilgili olarak Malatya’ya gittim. Ziyaret sırasında bir vatandaş şunu söyledi: “Ben AKP’ye oy veren biriyim ama eğer silahlar susarsa, kan dökülmezse, ertesi gün gider DEM Partisi’ne oy veririm.” Bu bence çok önemli bir mesaj.

Ziyaret boyunca halkın en çok dile getirdiği sorun ekonomi oldu. “Çarkımız dönmüyor, geçinemiyoruz,” diyorlar. Ama bir yandan da herkesin aklı bir yerde: Kürt meselesi nasıl çözülecek? Bu süreç nereye varacak? Halk, çocuklarının artık ölmesini istemiyor. Ama herkes şunun da farkında: Ortada çözülmemiş bir Kürt meselesi var.

Kürt halkının beklentisi çok açık: Bu meseleye dair somut adımlar atılsın. Ana dilde eğitim sağlansın. Anayasa’da Kürt halkının varlığı tanınsın. Elbette, Öcalan’ın, Demirtaş’ın ve diğer siyasi tutsakların serbest bırakılması da dile getirilen beklentiler arasında. Ancak bu taleplerin her biri aslında Kürt meselesinin sonuçlarıdır.

Peki siz, tüm bu taleplerin hayata geçeceğine; Kürt kimliğinin anayasal güvenceye kavuşacağına inanıyor musunuz? Çünkü görüyoruz ki AKP hükümeti giderek daha da otoriterleşiyor, içeride sert bir tutum hâkim. Bu çerçeveden bakarsak, siz Kürt meselesinin çözümüne dair umutlu musunuz?

Açık konuşmak gerekirse, devletin ve hükümetin bu konuda kolay kolay adım atacağını düşünmek zor. Özellikle Kürt siyaseti dik durmazsa, PKK ve DEM bu süreçte kararlı davranmazsa, devletin adım atması da beklenemez. Ancak Kürt siyaseti tutarlı ve ısrarlı bir tutum gösterirse, özellikle Rojava’daki gelişmelerin etkisiyle, devlet bölgede geri adım atabilir.

Dikkat ederseniz, bir ay önce Meclis’e gelen yargı paketinde siyasi düzenlemeleri içeren bölüm son anda çıkarıldı ve Ekim’e ertelendi. Neden? Çünkü büyük ihtimalle Ekim’e kadar Rojava’nın geleceği netleşecek. Türkiye, iç siyasetteki Kürt politikasını Rojava’daki statüye göre belirliyor. Eğer SDG, ayrı bir güç olarak öne çıkarsa, bu hem bölgedeki hem Türkiye’deki siyasi dengeleri ciddi biçimde değiştirecektir.

Biz, Öcalan’ın 27 Şubat açıklamasına dair bir değerlendirme yayınladık. Çağrının birçok yönünü önemsedik ama bazı tespitlerine katılmadığımızı da açıkça ifade ettik. Öcalan, açıklamasında şöyle diyor: “Aşırı milliyetçi savrulmanın zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” Biz bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü Kürtler de bir millettir ve her millet gibi kendi kaderini tayin etme hakkına, ister federal yapı, ister özerklik ister bağımsızlık yoluyla, sahiptir.

Eğer Öcalan şunu deseydi: “Biz silahları bırakıyoruz, sivil ve demokratik siyasete dönüyoruz ama Kürt halkının ulusal referanslarını koruyoruz; federasyon, özerklik taleplerimizden vazgeçmiyoruz” — işte o zaman eleştirilecek bir şey kalmazdı. Silahlı mücadeleyi başlatanlar, yine kendileri bırakıyorsa, bizim de buna diyecek bir sözümüz olamaz, destekleriz.

Bu nedenle sürecin siyasi içeriği çok önemli. Devlet zaten sıkışmış durumda. Daha ilk günden Netanyahu, “Ortadoğu’da sınırlar değişecek, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” dedi. Bahçeli ve hükümet, o günden beri Öcalan’la görüşmeler yapıyor. Neyin üzerinden proje geliştirdiler? Kürdistan üzerinden. Bu, aslında Kürt siyaseti için tarihi bir fırsattı. Devlet çıkmazı görüyordu, ama Kürt hareketi şunu diyebilmeliydi: “Silahı bırakıyoruz ama halkımızın temel ulusal talepleri şunlardır.” Açık, net bir tutumla sivil siyasete geçmek önemli ama esas mesele içeriğin ne olacağıdır. Araç değil, amaç belirleyici olmalı.

Son olarak bazı Kürt siyasetçilerden gelen anti-Semitik açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürtler 170 yıldır ikinci İsrail olmak için değil, kendileri olmak için mücadele ediyor. Kürt halkı sadece kendisi olmak istiyor, kendi kaderini tayin etmek istiyor. Neden ikinci İsrail olsunlar? Zaten ikinci İsrail olmadıklarını en iyi bilen de Türkiye’dir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi özerklik ya da federal yapı elde ettiğinde “İkinci İsrail” dediler. Rojava henüz resmen özerklik kazanmamışken bile aynı suçlamalar yapılıyor. Bu tür söylemler doğru değil, halkı da yanıltıyor. Kürt halkı hiçbir zaman başkası olmak istemiyor. Bunu görmek isteyen, gidip Kürdistan Bölgesine bakabilir. Henüz devletleşmemiş bir yapıda bile beş dilin konuşulduğu, sekiz farklı inancın temsil edildiği bir sistem var. Rojava da diyor ki: “Biz yeni referanslarla geliyoruz, Kürdistan’ı bir inançlar bahçesi yapacağız.” Onların korkusu da tam olarak bu aslında: Eşitlikçi, çoğulcu, demokratik bir Kürt yapısının yükselmesi…

*Röportaj, Nupel’den hiçbir değişiklik yapılmadan alınmıştır.

Bu haber toplam 2521 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 18:58:27