İsmail Beşikci Fikriyatında “Devlet Olgusu” Üzerine Bir Analiz-III
Kolonyalist Aklın Çifte Standardı: Devlet Kime Hak, Kime Yasak?
Kolonyalist devletlerin resmî ideolojisine göre “devlet”, yalnızca bir siyasal örgütlenme biçimi değil; kutsallaştırılmış, dokunulmaz ve mutlak bir egemenlik aygıtıdır. Devletin gücü, bu düzen için hem içte meşruiyetin hem de uluslararası alanda tanınmışlığın temel dayanağıdır. “Güçlü devlet”, devletler camiasında görünür olmanın; görünürlük ise siyasal ve ekonomik nüfuzun ön koşuludur. Bu nedenle sömürgeci zihniyet, kendi ulusundan olanların dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar bir devlete sahip olmasını doğal, hatta vazgeçilmez görür. Sömürgecilere göre devlet, “kendileri” için hayatidir; korunması, inşa edilmesi ve sürdürülmesi gereken bir kutsaldır.
Ancak bu kutsallık, sömürge toplumlara geldiğinde aniden geçerliliğini yitirir. Kolonyal düzen, kendi denetimi altında tuttuğu ulusların asla bir devlete sahip olmasını istemez. Çünkü devlet, yalnızca bir yönetim aygıtı değil; tarih bilincinin, kolektif hafızanın ve siyasal öznenin kurumsallaşmış biçimidir. Devleti olmayan bir ulus, sömürgeleştirilmeye açık; sesi bastırılabilir, talepleri “etik”, “kültürel” ya da “insani” düzeye indirgenebilir “komünal bir kitleye” dönüşür.
Bu nedenle sömürgeci devlet, tahakkümünü yalnızca silah ve hukuk yoluyla değil; daha derin ve kalıcı bir düzlemde, zihinler üzerinden kurar. Sömürge toplumun içinden devşirilen siyasetçiler, akademisyenler ve kanaat önderleri aracılığıyla, devlet olgusunun “kötülüğüne” dair bir teori inşa edilir. Devletin despotik olduğu, gericiliği temsil ettiği, toplumları felakete sürüklediği telkin edilir. “Devlete gerek yoktur”,”Kürdlere devlet gerekmez”, “devlet şiddet üretir”, “devlet gericiliktir” söylemi, bu toplumlarda sistematik biçimde dolaşıma sokulur. Amaç açıktır: Sömürge toplumun milli bilincini felç etmek, siyasal ufkunu daraltmak ve devlet fikrini daha doğmadan boğmaktır.
Bu propaganda çoğu zaman öylesine etkili olur ki, sömürge toplumun bazı siyasetçileri ve aydınları, kendi ulusları on milyonlarla ifade edilirken bile, kendi ulusları için devlet fikrini “gereksiz” ya da “tehlikeli” ilan ederler. Örneğin Kürdistan’da yaklaşık 60 milyon Kürt yaşadığı halde, bu kesimler Kürdler için devlet talebini “gericilik” ya da “ütopya” olarak görür. Buna karşılık aynı kişiler, 250 bin nüfuslu Kıbrıs Türkleri için devlet talebini sonuna kadar savunur; yaklaşık 4 milyonluk Filistin halkı için devletsizliğin bir adaletsizlik olduğunu yüksek sesle dile getirir.
Bu çarpıcı çelişki, sömürgeciliğin en derin ve en sinsi boyutunu gözler önüne serer: zihinsel sömürgeleştirme.
Sömürge toplumun bireyi, artık başkasının devleti için ayağa kalkarken, kendi dili, kendi toprağı ve kendi siyasal geleceği için aynı refleksi gösteremez hale gelir. Kendi toplumuna “fazla” gördüğünü, başkaları için evrensel bir hak olarak savunur. Devleti, kendisi için bir tehlike; başkası için ise bir zorunluluk olarak algılar.
İşte tam da bu noktada sömürgecilik hedefini gerçekleştirmiş olur. Çünkü sömürgeci için asıl zafer, toprağı işgal etmek değil; zihni ele geçirmektir. Devlet fikrine yabancılaşmış, kendi tarihsel haklarını başkalarının talepleri üzerinden görmeye alışmış bir ulus, artık kendi kaderini tayin edemez. Bu durum, sömürgeciliğin silahsız ama en kalıcı biçimidir: bir ulusun, kendi siyasal varlığını savunma kapasitesinin içeriden çökertilmesi olgusudur.
İsmail Beşikci açısından devlet soyut, nötr veya evrensel bir “kamu aygıtı” değildir. Devlet, belirli bir ulusun çıkarlarını temsil eden tarihsel bir güçtür. Bu nedenle Beşikci, “devlet kötüdür” söylemini seçici ve ideolojik bir manipülasyon olarak okur.
Beşikci’ye göre bu, kolonyal devlet aklının en tipik çifte standardıdır. Türk, Arap ya da Fars devleti, kendi varlığını doğal ve meşru kabul eder; buna karşılık Kürdlerin devlet talebini “bölücülük”, “gericilik” ya da “kaos” olarak tanımlar. Beşikci bu durumu açıkça kolonyal egemenliğin ideolojik savunuculuğu olarak tarif eder.
Beşikci’ye göre, özellikle Kürdler söz konusu olduğunda dolaşıma sokulan “devlet kötüdür” “devlet gericiliktir” argümanı, sahici bir özgürlükçü eleştiri değildir. Bu söylem: Kürdlerin ulus olma hakkını, kendi kaderini tayin hakkını ve bu hakkın kurumsal biçimi olan devlet olgusunu gayrimeşru kılmayı amaçlar.
Kürdler için devletin gereksiz, Kıbrıs Türkleri veya Filistin için devletin zorunlu görülmesi Beşikci’nin sıkça işaret ettiği zihinsel kolonizasyonun en somut göstergelerinden biridir. Beşikci’ye göre burada mesele sayı değil, mesele kime siyasal özne olma hakkının tanındığıdır. Beşikci bu çelişkiyi şu şekilde yorumlar: Devleti olan uluslar, devleti olmayan uluslar üzerinde ahlaki ve siyasal otorite kurar.
Beşikci açısından devlet yalnızca bir iktidar aygıtı değildir; aynı zamanda dilin resmîleştiği, tarih yazımının kurumsallaştığı, kolektif hafızanın dünya ölçeğinde tanındığı bir çerçevedir.
Devleti olmayan uluslar, yalnızca siyasal egemenlikten yoksun değildir; aynı zamanda kendi ölüleri üzerinde söz söyleme, kendi geçmişlerini kayda geçirme ve kendi hafızalarını kurumsallaştırma imkânından da mahrumdurlar. Bir devlet aygıtından yoksunluk, başlangıçta siyasal bir eksiklik gibi görünse de, zamanla tarihsel, kültürel ve simgesel alanları kapsayan çok kapsamlı bir yıkıma dönüşür. Zira mezarını koruyamayan bir ulus, kaçınılmaz olarak tarihini, arkeolojik mirasını, kültürel üretimini ve sanatsal birikimini de koruyamaz.
Devletin yokluğu, ulusal arşivlerin oluşmasını engeller; belgeler korunamaz, kayıt altına alınamaz, kuşaklar arasında aktarım sağlanamaz. Bu durum yalnızca arşivsel bir eksiklik değil, tarih bilincinin sistematik olarak zayıflatılması anlamına gelir. Çünkü tarih bilinci, bireysel hatırlamalardan değil; kurumsallaşmış, yazılı, arşivlenmiş ve kamusal biçimde dolaşıma sokulmuş kolektif bellekten beslenir. Ulusal arşivi olmayan bir ulusun hafızası parçalıdır; süreklilikten yoksundur ve dış müdahalelere son derece açıktır.
Bu nedenle devletsiz uluslar ulusal müzeler kuramaz, arkeolojik miraslarını kendi adlarına tanımlayamaz, kültürel ve sanatsal değerlerini güvence altına alacak hukuki ve kurumsal mekanizmalara sahip olamazlar. Müzeler yalnızca sergileme mekânları değil, aynı zamanda bir ulusun kendini dünyaya nasıl sunduğunun, kendi tarihini nasıl anlattığının ve geçmişiyle nasıl ilişkilendiğinin somut göstergeleridir. Devletsizlik, bu anlatı hakkını baştan iptal eder. İsmail Beşikci bu nedenledir ki “Eğer bir devletiniz yoksa bir müze dahi kuramazsınız ya da kurduğunuz o müzeyi koruyamazsınız” demesi bundandır.
Bu noktada Aimé Césaire’in sömürgeciliğe dair çarpıcı tespiti, devletsizlik olgusunun yarattığı tahribatı daha geniş bir tarihsel bağlam içinde kavramamıza imkân tanır. Césaire, sömürgeciliği anlatırken şöyle der: “Ben suları çekilip tüketilmiş, kültürleri ayaklar altına alınmış, kurumları yıkılmış, toprakları zaptedilmiş, dinleri darmadağın edilmiş, muhteşem sanat eserleri yok edilmiş, olağanüstü imkânları ortadan kaldırılmış toplumlardan bahsediyorum.”
Césaire’in betimlediği bu yıkım tablosu, sömürgeciliğin yalnızca dışsal bir tahakküm biçimi olmadığını; toplumsal hafızayı, kurumsal sürekliliği ve kültürel üretim zeminini hedef alan köklü bir tasfiye pratiği olduğunu ortaya koyar. Devletsizlik, tam da bu tasfiyenin kalıcılaşmasını sağlayan yapısal bir koşuldur. Çünkü devletsiz bırakılan uluslar, maruz kaldıkları yıkımı durduracak, kayda geçirecek ve telafi edecek araçlardan yoksun bırakılır.
Césaire’in sözünü ettiği kurumların yıkımı, devletsiz uluslarda onarılamaz bir hale gelir. Zira bu uluslar, kendi kurumlarını yeniden inşa edecek siyasal iradeden ve uluslararası meşruiyetten mahrumdur. Toprağın zaptı, yalnızca fiziki bir işgal değil; aynı zamanda mezarlıkların, tapınakların, tarihi yapıların ve arşiv mekânlarının sahipsizleşmesi anlamına gelir. Böylece geçmiş, yalnızca unutulmaz; başkaları tarafından yeniden yazılır.
Sonuç olarak, devletsizlik bir “eksiklik” değil, sürekli yeniden üretilen bir yoksunluk halidir. Tarihini yazamayan, hafızasını kurumsallaştıramayan ve kültürel birikimini koruyamayan uluslar, yalnızca bugünü değil, geleceği de başkalarının kaleminden okumaya mahkûm edilir. Césaire’in betimlediği sömürgeleştirilmiş toplum manzarası ile devletsizlik arasında kurulan bu bağ, meselenin yalnızca siyasal değil; derin bir varoluşsal sorun olduğunu açıkça ortaya koyar.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Son güncellenme: 04:17:44
