İskan Tolun’un, (Babıali Kitaplığı, Eylül 2020, İstanbul, 260 s.)
romanını bir çırpıda okudum. Olaylar, 1950’lerde, Gaziantep kırsalında
geçmektedir. 1950’ler, tarımın makinalaşmaya başladığı, nüfusun kırlardan
şehirlere aktığı yıllar. Bu dönmede, geleneksel toprak ağalığı sistemi de yavaş
yavaş çözülmeye başlamıştır. Sof Dağı, olayların geçtiği alanda, sık sık gündeme
gelmektedir.
Hüso Emmi’in ve Emine Teyze’nin çocukları Yavuz, çürük raporu verilerek
askerlikten dönmüştür. Askerliğe başlamadan önce halim-selim bir delikanlı ,
olan Yavuz, askerlik dönüşünde vurucu, kırıcı, saldırgan bir kişi olmuştur. Köyde
herkesle dalaşmaktadır. Bu durumdan Hüso ailesi çok üzgündür ama çaresizdir.
Hüso ailesi yoksul bir ailedir. Kıt-kanaat hayata tutunmaya çalışan bir ailedir.
Bekir’in ve Halime’nin 12 yaşlarında Esma isminde bir kızları vardır. Yavuz bu
kıza aşıktır ve uygun bir zamanda Esma’yı kaçırmayı tasarlamaktadır.
Köyde her iki aile komşudur. Evleri birbirine çok yakındır.
Bekir ailesi de yoksul bir ailedir. Bekir, kendi bağında-bahçesinde çalışmaktadır.
Aile, bağında-bahçesinde yetiştirdiği ürünlerle yaşamını sürdürmektedir. Bekir
her sabah, erkenden buralara giderek çalışmaya başlamakta, kızı Esma da ona
yemek götürmektedir. Yavuz, günlerce aileyi gözetleyerek ilişkileri anlamaya
gayret etmiştir. Bekir’in ne zaman bağına gittiğini, kızı Esma’nın ona ne zaman
yemek götürdüğünü iyice öğrenmiştir.
Bekir, bir sabah erkenden bağına doğru hareket etmiştir. Yavuz, kızının, ona
yemek götürmek için, evden çıkışını beklemektedir. Bir süre sonra, Esma evden
yemek çıkınıyla çıkmıştır. Yavuz hemen onun peşine düşer. Köyden epey
uzaklaşınca, birdenbire Esma'yı yakalar ve ağzını kapatarak onu ormanın
içlerine doğru sürükler.
Yavuz, 12 yaşındaki Esma’ya tecavüz eder. Dereye su almaya giderken, Esma’yı
kaçmasın diye ellerinden ve ayaklarından ağaca bağlar. Bu arada bir yılan gelir
ve Esma’nın beline dolanır, Esma’yı boğar. Yavuz’un yaptıkları, Esma’nın ölümü
köyde hemen duyulur. Köy halkı olay yerine akın eder. Bu arada jandarma timi
de olay yerine gelmiştir. Jandarma olay yerinde kaçan Yavuz’u yakalar. Köy halkı
Yavuz’a büyük öfke duymaktadır onu darbelemeye çalışmaktadır, linç etmek
için yoğun bir hareket içindedir. Jandarma, Yavuz’u gözaltına alarak bu linçe
engel olmuştur. Bu gelişmeler üzerine, Hüso Emmi bütün eşyalarını iki eşeğe
yükleyerek köyden ayrılmıştır.
Romanın önemli karakterlerinden biri de Karcı Mustafa’dır. Karcı Mustafa asker
olarak Kore’ye gönderilir. Bir daha kendisinde haber alınamaz. Karcı
Mustafa’nın Gülizarla evliliğinden İsmail doğar. İsmail’in doğumu babasının
Kore’ye gönderilmesinden çok kısa bir zaman sonra gerçekleşir. Karcı Mustafa
oğlunun doğumunda hazır bulunamaz.
İsmail, çocukluğundan itibaren Çemşit Ağa’nın çobanı olarak yaşam
sürmektedir. Önce kuzu çabanı olarak, daha sonraları de büyükbaş hayvanların
çobanı olarak yaşamaktadır. Annesi Gülizar, İsmail’e haber vermeden, bir
çerçiyle kaçmıştır. İsmail bu süreçten sonra Cemşit Ağa’ya daha çok
yaklaşmıştır. Cemşit Ağa da İsmail’in kendi çocuğu gibi sevmektedir.
Cemşit Ağa-Gülperi evliliğinden doğan Ayşecik de romanın önemli
karakterlerindendir. Zamanla, İsmail ile Ayşecik arasında duygusal bağlar gelişir.
Sonunda evlenirler… Cemşit Ağa’nın Hıdır ve Mehmet Ali isminde iki oğlu da
vardır. Mehmet Ali Ankara’da üniversitede, tarih bölümünde okumaktadır. İzci
Rüstem, Anuş Teyze adları da romanda, olayların gelişimi sürecinde sık sık
anılmaktadır.
Romanın kurgusu kanımca çok sağlamdır. Romanın akıcı bir dili vardı. Anlatımı
da hoştur.
Modern Dengbej
Romanda çok güçlü doğa tasvirleri vardır. Sof Dağı çevresinde, sular, ormanlar,
arılar, kuşlar, çiçekler… etraflı bir şekilde anlatılıyor.
Güneş ışıkları keskin mi keskin, yaktıkça yakıyordu. Bu boğucu sıcaklıktan, un ufak olmuş toprağın
yumuşacık, kavrulmuş tozuna basıp arada bir kayarak yürüyordu. Gölgesi giderek küçülüp ayaklarının
dibine düşerken, tepesindeki güneş de boğuyor, yakıyordu onu. Ter içinde kalmış, giysileri sırtına
yapışmıştı. Bereket çok geçmeden, ipilti de olsa, garbi yelini sezinledi. Artık yavaş yavaş ferahlamaya
başlıyordu. Şehrin sınırını, bağlarını bir hayli geçmişti. Yolun sol tarafındaki çimlerde yayılan
güvercinlere bir şahin delicesine pike yaptı. Her 100 biri telaşla bir tarafa uçuşurken İsmail irkildi,
durdu. Şahin, güvercinlerden birini pençelerinin arasına aldığı gibi havalandı, uçtu gitti. (s. 99-100)
Bir hışırtıyla “Çiz,” diye bir ses duydu, aşağıya baktı. Akıntı kenarında simsiyah bir yılanın ağzında bir
kurbağa vardı. Çimlerin arasında, suya dalıp kapmış, yutuyordu. Baktı, uzun bir süre. Ön bacakları
durmadan ha- 101 vayı sert dövüyor, ölüme karşı direniyordu kurbağa. Yılan yutkundu ve bacaklar
görünmez oldu. Bir yumruk gibi gerilen sarımsı ince gerdanından kayıyordu yavaş yavaş ve kalın
gövdesine inince düğüm de yitip gitmişti. İsmail hiç etkilenmemişti. “Şahinden sonra yılan da yemeğini
yedi, ben de başlayayım,” dedi ve iştahla yemek yemeye başladı. (s.100-101)
Arılar, yuvalarını alabildiğine stratejik bir yere yapmışlardı. Yeri tamamen gölgelikti ve hemen dibinde
akan bol soğuk sudan olsa gerek, oldukça da serindi, habire esiyordu. Yoksa o sıcakta, akıp suya
taşması kaçınılmaz olurdu. Kovuktaki bal, yoğunlaşıp, fullanmış, bereketini vermek istemezcesine
direnirken, taşmıştı. Arada bir, tek tek arılar kısa uçup tekrar kümeye konuyorlardı. Bu doğa harikası
nimeti doya doya yemek vardı şimdi. İsmail, lokmasını o akmış doğal bala bandırmıştı sanki, iştahla
çiğniyordu. Canı çekmişti, lakin uğraşacak değildi. Acemice yaklaşırsa eğer, arılar öfkelenir,
sokabilirlerdi, bunu çok iyi biliyordu. Yemeğini yemiş, bitirmişti artık. “Yolcu yolunda gerek,” der gibi
ayağa kalktı ve hızlı adımlarla yoluna kaldığı yerden devam etti...(s.102)
Yolun sağında, iki kaplumbağa takır takır, çiftleşmeye hazırlanıyorlardı. Sevdaya düşmüş kaplumbağa,
“Tak tak,” diye önündeki dişiyi iki kez dürttükten sonra üstüne çıkıp inledi, “Heh!...” diyen bir ses
tonuyla. İsmail, onlara ciddi ciddi bakıyordu yanlarından hızla geçip gitti. (s.103)
Hoş bir melodiyle uyum sağlayan ve bir ezgi gibi kulağın pasını silen çekirgelerin, cırcır böceklerin
ahenkli ses armonisini duymuyordu bile. Sadece, uzaktan gelen hüthütün hoş ötüşüne takılmış,
gidiyordu. Yamaçta yayılan koyunları görünce, “Çobannn,” deyip yamaca yöneldi. Sürüye yaklaşmıştı,
durdu. Elini gözlerine siper etti, etrafı tarıyordu. Fakat ortalıkta kimsecikler yoktu. “Çobansız sürü de
olmaz ki…” dedi kendi kendine, enikonu meraklanmış, kayalığa baktı: “Uyandırmayayım, kayalığın
arkasında kestiriyor, uyumuştur şimdi,” deyip karşı tepeciğe çıktı. Durup kayalığın arkasına bakınca,
gördüğü manzara hiç de düşündüğü gibi değildi. Tepecikten her şey net olarak görünüyordu. Çobanın
arkasına saklandığı o kayalık, ne onu, ne de onun yaptığı marifeti gözden gizlemeye yetmiyordu artık.
İİsmail, hicap duyuyor, alabildiğine utanıyordu. Güneşten kavrulmuş çehresi bir kat daha kızıla çaldı.
Başını eğip zoraki bir kikirdeme ile geri döndü ve tekrar yola koyulurken üç kez diliyle dişlerine
vurarak, “Nıç nıç nıç,” çekti. Çehresindeki tebessümün silinmesiyle, “Senden gelecek hayır Allah’tan
gelsin, iyi ki de beni görmedin,” derken ciddileşiyordu. Gittikçe adımlarını hızlandırıyor, “Yaşından
başından utan, be adam,” deyip kafasını iki yana sallayıp duruyordu. Yaşlı başlı, kır saçlı çobanın sırtı
dönüktü ve alabildiğine devingendi. Şapkası yere düşmüş ayırtında bile değildi belki. Şalvarını
dizlerine kadar indirmiş merkebin arkasından habire hızlı hızlı ileri geri tepiniyordu. İsmail, bu mevcut
manzaranın yabancısı değildi. Zira çiftliğin tavlalarında (At ahırı) defalarca genç marabaların
kısraklarla cima ettiğine tanık olmuşluğu vardı ve onlardan hep uzak durmayı yeğlemişti. Fakat bunu
ihtiyara hiç de yakıştıramıyordu. Demin gördüğü hemcins olan kaplumbağaların çiftleşirlerken uyumu
ve yaşlı çobanın merkeple olan uyumsuzluğu, paradoksu düşününce tekrar gayri ihtiyari kikirdeyerek
güldü.(s.104-105)
“Yoktur beyim, öğleden sonra zaten yakıt almaya gideceğim,” dedi. Dönüp pullukları indirdi ve gaza
yüklenerek işine kaldığı yerden devam etti. Traktörün ardından, “Bu pulluklar nasıl da toprağı
derinden deşiyor, yarıp harmanlıyor,” gibisinde bakıp dalmıştı bu kez. Havalanan leyleğe döndü,
gagasında bir yılan vardı, tekrar gülümsedi. Ve dönüp arabaya bindi, hareket ettiler (s.178)
Romandan seçilen bu örnekler, doğal hayatın nasıl sürdüğünü dile getiriyor.
Şahinin güvercini kapıp havalanması, yılanın kurbağıyı yutması, leyleğin yılanı
kapıp yükselmesi, arıların dağın yükseklerinde ağaç kovukların bal yapması,
kaplumbağaların çiftleşmesi, yaşlı bir kişinin eşekle ilişki… kanımca çok iyi
anlatılmış.,
Ragıp Zarakolu, İskan Tolun için ‘modern dengbej’ diyor. Kanımca İskan Tolun
bu nitelemeyi hakediyor.
Bir Eleştiri
‘Çepka Kürt düğünlerinin vazgeçilmezidir’ ( s.142) gibi cümlelerden, çeşitli
sahifelerde geçen Kürdçe sözcüklerden ( s, 134, 140, 204,229, 232…) olayların
bir Kürd köyünde geçtiğini görüyoruz. Ama bunlar, yazar iskan Tolun’un Kürd
sorununa değindiği anlamına gelmiyor.
Cemşit Ağa’nın oğlu Mehmet Ali, zaman zaman köylüleri toplayarak, onlara
bazı konular hakkında bilgi veriyor. Örneğin Yunan filozofu, matemetikçi ve
astronom Hypatia’dan da söz ediyor (MS 370-415) (s. 165-166) Bu arada,
1937-1938 Dersim katliamından, 1915 Ermeni tehcirinden vs. de söz ediyor.
Ama bunlar da yazarın Kürd sorununa değindiği anlamına gelmiyor. Örneğin,
Yavuz’un askerdeyken neden sürekli dayak yediği, falakaya yatırıldığı kan
işediği… (s.76) sorgulanmıyor. Mehmet Ali’nin köylülere anlattıkları konulardan
dolayı komünizm propagandası yapmaktan tutuklandığını görüyoruz. (. 257)
Senkronik, sosyal bilimlerin kavramıdır. İki tarihsel olayın bir arada ve aynı anda
gerçekleşmesi gibi bir anlama gelmektedir. Romanda kullanılması doğru
değildir. ‘İzci Rüstem ile gözgöze geldi ve senkronik makaraları koyverdiler.’ (s.
(176) (s. 181, 184, 232…) Ekolojist ise çevre bilimlerinin kavramıdır. (s.47)
Bir Öneri
İskan Tolun’un romanlar yazması güzel. Bu arada kendi hayatını yazması da
önemli olacak. Örneğin köyünü, ailesini, Mîhemetkê Rêzigundî bavik’ini
anlatabilir. Çocukluğunu, kendisine anlatılan masalları, degbejleri, Ezidileri,
Ezidilerin Müslümanlarla ilişkilerinin, metropollerdeki çalışmalarını, Almanya’ya
gidişini, Almanya’da çeşitli işlerde çalışmalarını, çocuklarını, torunlarını, kitap
okuma düşkünlüğünü, en çok hangi yazarları okuduğunu vs… etraflı bir şekilde
anlatılabilir. İskan Tolun’un, çeşitli romanlarında, üstü örtük bir şekilde, kendi
hayatıyla ilgili bazı anlatımlar var. Bütün bunları derli-toplu bir şekilde, etraflı
bir şekilde, fotoğraflardan da yararlanarak anlatabilir. Kanımca bu da çok
önemlidir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.