Şimdi yürü ya kulum deme sırası Doğu Kürdistan’a gelmiştir. Şimdiye kadar üvey evlat muamelesi gören ve son derece sakat bir yaklaşım gösterilen Doğu Kürdistan halkına ve partilerine nihayet gereken desteği vermek zamanı gelmiş, geçmektedir. Kürtlerin geçmişte Başur ve son yıllarda Rojava’ya verdiği desteğin bir benzerini çok daha güçlü tarzda Rojhılat halkı ve partilerine vereceğine dair en ufak bir kuşkumuz yoktur.
Basra körfezinde sular ısınmaktadır.
ABD; İran devletinin tehditlerini gerekçe göstererek savaş gemilerini Basra Körfezi’ne yönlendirmektedir.
ABD’nin bu hamlesi karşısında tahmin edileceği üzere tüm İranlı yetkililerden peş peşe hayli yüksek dozda tehditler savrulmaya başladı.
En son, İranlı bir generalin; Amerikalı askerlerin Basra körfezine girmekten korktukları, gerekirse gizli silahlarıyla Amerikan uçak gemilerini rahatlıkla Basra Körfezi’nin derin sularına gömeceklerini açıklaması, bana 2001 yılında Iraklı bir heyetle Musul’da yaptığımız görüşmeyi hatırlattı.
Görüşmeye Kani Yılmaz’ın da içinde yer aldığı bir grupla gitmiştik.
Amerika; kimyasal silah ve Kürtlere yapılan zulümleri gerekçe göstererek Irak’a saldırmak istiyordu. Irak heyetinin başında kuzey cephesinin komutan yardımcısı Tikrit’li bir general bulunuyordu. Kendisine büyük bir ciddiyet ve heyecanla ABD’nin elindeki bahaneyi almak istiyorlarsa, demokratik birtakım reformlara girişmek ve Kürtlerin temel haklarını vermekten başka seçeneklerinin olmadığını, yoksa Amerikan’ın Irak’ı işgal etmekte hayli kararlı olduğunu söylemiştik.
Bu tarz bir değerlendirmenin Irak heyeti üzerinde etkide bulunacağını sanırken Tikrit’li general boşuna nefes tüketiyorsunuz dercesine yerinden kalkarak bizi yemek masasına davet etmişti. Masaya oturmadan önce elini Kani Yılmaz’ın omuzuna koyarak,” tasalanmaya gerek yok, Amerikan askerlerini ateşte kızartarak televizyonda teşhir edeceğiz” dedikten sonra savaşı kazanacaklarından emin bir şekilde yemeğe koyulmuştu.
Kani Arapça biliyordu, generalin konuşmasını tercüme edince; şaka mı, yoksa gerçekten inanarak mı bu değerlendirmeyi yaptığı konusunda tereddüt geçirmiştik. Sonraki değerlendirmelerinde bunun şaka olmadığını, gerçekten inanarak söylediğini anlamıştık. ABD askerlerini cızbız yaparak televizyonda teşhir edeceğiz dediğine göre demek ki daha önce konuşularak planlanmış bir harekattan söz ediyordu.
Irak Amerikan işgaline karşı üç cephe tarzında savunma stratejisi yapmıştı. Kuzey-şimal cephesinin komutanı İzzet İbrahim - Saddam idam edildikten sonra onun yerine geçti-, bizimle görüşen general onun yardımcısıydı. O dönemler Irak komuta yapısına egemen olan savunma stratejisinin dayandığı temel düşünce, bir bakıma koyu bir cehaleti ifade eden Amerikan askerlerinin karada Irak ordusuyla baş edemeyeceği, askerlerinin kayıp vermesi halinde kaçmak zorunda kalacağı gibi bir argümana dayanıyordu. Fakat Amerikan işgali başladığında bunun boş ve kof bir kibirden başka bir anlam taşımadığını, Irak askerlerinin çil yavrusu gibi dağılan ve kaçacak delik arayan, pejmürde kılıklı görüntülerini televizyonlar yayımlamaya başlayınca bütün dünya öğrenmişti.
Saddam’ın kızı, yaptığı bir röportajda, Irak ordusunun elit birliklerinin Dicle nehrinin kenarında kaçtıklarını gördükten sonra devletin çöktüğüne inanmaya başladığını söylemişti.
O günlerde Irak devleti adına basın toplantıları düzenleyen ve Amerikan başkanının eğlenerek ‘adamım’ dediği bir sözcüleri vardı. Sözcü, Saddam Hüseyin’in yenilmezliğine körü körüne inanan bağnaz bir BAAS parti militanıydı. En son yaptığı basın toplantısında, televizyonlar, koalisyon güçlerinin Bağdat sokaklarındaki görüntülerini yayımlamasına rağmen, hala Irak ordusunun nasıl Amerikan askerlerini darmadağın ederek kovalamaya başladığını söylüyordu. Bağdat düştükten sonra Saddam dahil Irak devletinin siyasi, askeri birçok yöneticisi yakalandı, sorgulanarak idam edildiler. Amerikalılar, alay ettikleri basın sözcüsünü daha sonra yakalanmasına rağmen, tutuklamaya dahi değer bulmayarak serbest bırakmıştı.
Şimdi İranlı yetkililerin bol keseden atıp tutmalarını dinleyince, ister istemez BAAS yöneticileri ve palavracı basın sözcüsünün esprilere konu olan eğlenceli tehditleri geliyor akla.
Şüphesiz, İran İslam cumhuriyetinin, Irak devleti gibi ciddi bir direniş göstermeden işgale uğrayacağını ve kaçınılmaz olarak aynı akıbeti yaşayacağını söylemek için bu hatırlatmada bulunmuyorum.
Her şeyden önce, İran; Irak gibi, Birinci Dünya Savaşından sonra İngilizler tarafından oluşturulan suni bir devlet değildir. İran İslam Cumhuriyeti kadim bir tarihe ve kesintisiz devlet olma vasfını hiçbir zaman yitirmemiş bir geleneğe dayanmaktadır. Siyaseti kabadayılık sanan BAAS yöneticilerinin tersine, İran, siyaset sanatını dünyaya armağan edecek kadar yaratıcı, dinamik beyinlerin yetiştiği bir geçmişe sahiptir. Her ne kadar son dönemlerde, yozlaşmış şah ve molla düzeni tarafından önemli oranda dumura uğratılmış olsa da İran hala dünyanın en kadim gelenek ve kültürel mirasın korunduğu coğrafik bölgelerin başında gelmektedir.
İran; nüfus yoğunluğu ve coğrafik genişlik bakımından adeta zapt edilmesi mümkün olmayan bir yapıya sahiptir.
Ve en önemlisi, İran İslam cumhuriyeti, savunma stratejisini içerde değil, dışarda, Şii nüfusun bulunduğu her ülkede çok aktif bir şekilde gerçekleştirmektedir. İran; mevcut durumda, başta Suriye, Lübnan, Yemen ve Irak olmak üzere Ortadoğu’nun her karesinde direk, dolaylı savaş yürüten, problem çıkaran bölgesel bir güç olarak rol oynamaktadır.
Bu stratejik yaklaşımından dolayı, İran İslam Cumhuriyetine yapılacak herhangi bir saldırı kaçınılmaz olarak bölgesel bir savaşa yol açacaktır.
Amerika; başta körfez ülkeleri olmak üzere sünni Arap devletlerinin desteğini almadan herhangi bir müdahale imkanına sahip bulunmadığı için, yapılacak her saldırı, aynı zamanda mezhep savaşına dönüşme niteliği taşımaktadır.
İran, ABD savaşına başta İsrail olmak üzere pek çok gücün dahil olmak zorunda kalması, Ortadoğu’da meydana gelecek çatışmaların mahiyetinde herhangi bir değişiklik yaratmayacaktır. Arap baharı ve DAİŞ saldırıları biçiminde başlayan süreç evrilerek bundan sonra, ulusal, sınıfsal, etnik tüm çatışmaları kapsayacak tarzda, ancak daha çok mezhep savaşları kisvesi altında genişleyerek bölgesel bir hal alacaktır.
ABD; İran’a karşı Sünni Arap devletlerinin desteğini almadan başarı kazanma şansına sahip değildir.
İran İslam cumhuriyeti; savunma stratejisini Şii mezhebine ve onun yayılmacı, ideolojik direncine dayandırmadan Ortadoğu’da asla tutunamaz.
Savaşan güçlerin bu niteliğinden dolayı Ortadoğu’da meydana gelecek tüm savaşlar, bundan sonra mezhep savaşları kisvesi altında sürmek zorundadır.
ABD’nin İran müdahalesi, bin dört yüz yıldır sürmekte olan Sünni, Şii çelişkisini bir kez daha tutuşturarak adeta nihai hesaplaşmaya davetiye çıkarmaktadır. Cin bir kere şişeden çıktıktan sonra DAİŞ saldırıları biçiminde başlayan süreç, vekalet savaşları olmaktan çıkarak gerçek sahipleri tarafından yürütülen bölgesel bir çatışmaya dönüşecektir.
Amerika açısından İran, Ortadoğu’da, baş edilmesi en zor ülkelerin başında gelmektedir. Ancak, birçok çevrenin iddia ettiği gibi İran İslam Cumhuriyeti alt edilmesi mümkün olmayan bir devlet değildir. Şayet ABD; Irak ve Afganistan savaşlarından gerekli dersleri çıkararak ve İran İslam Cumhuriyetinin sahip olduğu zayıf ve güçlü yanlarını çok iyi hesaplayarak, buna göre hazırlandıktan sonra müdahalede bulunursa, eninde sonunda molla rejimini devirmek mümkündür. İran’ın güçlü yanları, aynı zamanda İslam Cumhuriyetinin en güçsüz, zayıf karnını teşkil etmektedir.
İran; ulusal, etnik ve mezhepsel çelişkilerin had safhada yaşandığı, ekonomik, sosyal, siyasal hiçbir sorunun çözüme kavuşmadığı bir devlet yapısına sahiptir.
En son uygulanan yaptırımlardan dolayı büyük ekonomik çöküntüler yaşayan İran İslam Cumhuriyetinin halkın tahammül sınırlarını bastırmada daha ne kadar ileri gidebileceği, eski kudretli yapısını sürdürüp sürdüremeyeceği artık tartışmalı bir aşamaya girmiştir.
İran İslam Cumhuriyeti; halkın direncini kırmada, kuşku yok ki, geçmişte olduğu gibi önümüzdeki dönemde de Irak savaşında ölen, yaralanan askerlerin aile ve akrabalarından derlediği ve her türlü yardımda bulunduğu, devletin tüm kilit kurumlarını emanet ettiği milyonlarca fanatik militandan oluşan polis, istihbarat ve ordu gücüne güvenmektedir. Şüphesiz, devletin tüm kılcal damarlarına nüfuz eden bu fanatik yapının gücünü küçümsemek doğru değildir. Ancak, artık İran İslam Cumhuriyetinin yozlaşan ve problem üretmekten başka bir anlam taşımayan ve en önemlisi ekonomik sıkıntı ve yaşamı çekilmez hale getiren kokuşmuş karakterinden dolayı bu bağnaz ve militan yapıda bile önemli oranda bir çözülmenin gerçekleştiği gözlemlenmektedir.
İran; siyaset sanatında olduğu gibi, ayaklanma geleneğini Ortadoğu ve dünyaya tanıştıran ülkelerin başında gelmektedir. Osmanlı imparatorluğu dahil Ortadoğu’da meydana gelen tüm halk ayaklanmalarının kökeni İran coğrafyasına dayanmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen hiçbir direnişin, İran bağlamından koparılarak anlaşılması mümkün değildir.
İran İslam Cumhuriyeti bünyesinde, mezhepsel bir saplantıya uğramasına rağmen, ayaklanma geleneği hala çok canlı ve sönmemiş bir biçimde devam etmektedir.
İran’a yönelik giderek dozajı arttırılan ekonomik ambargo ve yapılacak herhangi bir müdahale artık tahammül sınırlarında zorlanan İran halklarının yeniden, tarihte olduğu gibi çok görkemli bir tarzda ayağa kalkarak molla rejimini yerle yeksan etmesi için muazzam bir zemin sunmaktadır. İran’ın ayaklanmacı halkı dışardan başlatılan bir kıvılcım beklemektedir. İran’da, Irak gibi rejimin değişmesi için herhangi bir dış işgale gerek yoktur. Arapların tersine rejimi devirmek için İran halkı hazır tetikte beklemektedir. Yeter ki, molla rejimini temellerinden sarsacak bir müdahalede bulunulsun, gerisini İran halkları yerine getirecek her türlü ayaklanma deneyimi ve iradesine sahiptir.
Şayet İslam Cumhuriyetinin politikasında herhangi bir değişiklik görülmezse, ABD; her halükarda İran’a saldırmak zorundadır. Çünkü, kendisi saldırmazsa, sadece Ortadoğu’daki tüm güç ve dayanaklarını yitirerek bölgeyi terk etmek zorunda kalmayacak, aynı zamanda, İngiltere’nin ikinci dünya savaşından sonra kaybettiği liderlik vasfına benzer bir gerileme sürecine girecektir.
ABD’nin İran müdahalesi, başka hiçbir çözüm yolunun bulunmadığı zorunlu bir tercihtir. Amerika’nın İran İslam Cumhuriyetine karşı harekete geçmekte tereddüt geçirmesi ve gecikmesinin esas nedeni, Türkiye’den kaynaklanan bariyerlerin bir türlü aşılamamasıdır.
ABD’nin, İran’a saldırmadan önce, karşılaştığı handikap, çok ilginç tarzda, biri NATO içinde yer alan stratejik müttefik Türkiye, diğeri terör listesine aldığı PKK’den kaynaklanmaktadır. Birbirine düşman iki gücün- PKK ve Türk devletinin- adeta canlı kalkan gibi İran İslam Cumhuriyetini savunmaya kalkışmaları, ABD açısından zor, ancak mutlak anlamda çözülmesi gereken çelişkiler yumağını oluşturmaktadır.
Türkiye’nin, Kürt sorununun çözümünden duyduğu korku yüzünden, İran karşıtı cepheye kendisini yatırmayarak Rusya ile geliştirdiği ilişkiler, Amerika’nın onlarca yıldır hayata geçirmeye çalıştığı Ortadoğu stratejisine ağır bir darbe indirmiştir. Amerika hala Erdoğan’ın bir biçimde çark ederek İran karşıtı cepheye dahil olmak zorunda kalacağına dair inancını korumak istemektedir. Fakat Türk devletinin son yıllarda Amerika ve İsrail’in attığı her adımı boşa çıkarmak için yaptığı ataklar bu inancı giderek tüketmektedir. Türkiye’nin mevcut duruşu, İran karşıtı cephenin önünde muazzam bir bariyer oluşturmaktadır.
Türkiye’nin, ABD ve İsrail’in yaptığı her girişim ve hamleyi, olağanüstü bir gayretle boşa çıkarması, İran karşıtı koalisyonun geleceğini ve başarı şansını tehlikeye sokmakta, tartışmalı hale getirmektedir.
ABD; İran karşıtı cephenin başarı şansının, Türk devletinden kaynaklanan problemlerin aşılmasına bağlı olduğunu her geçen gün daha iyi görmektedir. Türk devletinin mevcut duruşunda herhangi bir değişiklik gözlenmezse, Amerika, önümüzdeki dönemde Ortadoğu politikasının başarısı açısından artık bir engel durumuna gelen Erdoğan faktörünü bir biçimde devreden çıkarmak zorunda kalacaktır.
İlginç bir tarzda, aynı durum, PKK cephesinde de görülmektedir. Cemil Bayık bir röportajında Amerikan’ın İran politikasını boşa çıkaran esas gücün PKK olduğunu ileri sürmekteydi. Savaşan iki gücün İran devletine, kendi sonlarını getirme pahasına, büyük bir gayretle kalkan olmalarını akıl ve izanla izah etmek mümkün değildir.
PKK aynı ölümcül hatayı Amerika’nın Irak müdahalesinden önce de yapmıştı. Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye teslim edilmesinin bu müdahale ile doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. Şimdi aynı hatayı İran müdahalesi öncesinde tekrarlamaktadır. Tıpkı Türk devleti gibi PKK İran İslam Cumhuriyetine barikat olmaya devam ederse geçmişte liderini, şimdi yönetimini ‘kurban vermekten’ asla kurtulamaz. Amerika ne Türk devleti ve ne de PKK’nin suyu yüzü hürmetine İran’a karşı koalisyon oluşturma hedefinden vazgeçmek lüksüne sahip değildir.
Türk devleti ve PKK’nin İran İslam Cumhuriyetini koruma ve kollama misyonu, birçok açıdan ABD’yi İran’ı vurmadan önce bu problemi aşmak zorunda bırakabilir. Türkiye ve PKK’nin mevcut duruşlarında herhangi bir değişiklik olmazsa Amerika’dan ağır bir darbe almaları, değişik yaptırımlara tabi tutulmaları sürpriz olmayacaktır.
Kuşku yok ki, ABD’nin dünya hegemonyası ilanihaye sürecek değildir. Geçmiş tüm imparatorluklar gibi bir gün O’na sıra gelecektir. Ancak bugün o gün değildir. Amerika’nın çöktüğü veya bu sürecin derinleşerek devam ettiği tezi abartılı bir yaklaşımdır. ABD’yi henüz Ortadoğu’da alt edecek bir güç yoktur. ABD, İran savaşının buna yol açacağını sanmak kadar yanlış bir tespit olamaz. Amerika’nın İran batağına saplanacağını iddia edenler hala Vietnam, Irak ve Afganistan işgallerini göz önünde bulundurarak bu sonuca varmaktadır. Bu yanlış bir beklentidir; çünkü, ABD hiçbir biçimde İran devletine karşı bu tarz bir müdahalede bulunmayacaktır.
Doğrudur, İran karada işgal edilmesi oldukça zor, geniş, engebeli bir coğrafik yapıya sahiptir. Ve böyle bir işgal gerçekleşirse muhalif olan kesimler dahi rejimin etrafında kenetlenerek savaşmak zorunda kalacaktır. ABD’nin bunu görmemesi, hesaplama yapmadan üstün körü saldırıda bulunmasını gerektirecek hiçbir neden yoktur.
ABD; İran devletine mutlaka saldırmak zorunda kalırsa, kara işgali biçiminde değil, Ortadoğu’nun birçok ülkesinde konumlandırdığı, Akdeniz, Hint okyanusunda üslenen onlarca noktadan hava unsurları ve füze sistemini devreye sokarak rahatlıkla rejimin tüm dayanaklarını, sanayi ve askeri tesislerin tümünü yerle bir edebilir. ABD’nin İran’ı işgal etmesine gerek yoktur. Uyguladığı sıkı ekonomik ambargoya ek olarak hava saldırıları sonucu İran devletini enkaza çevirerek onlarca yıl kendisini toparlamasına dahi izin vermeyecek şekilde viraneye dönmesini kim önleyebilir? İran’ın işgal edilmesi zordur, ancak rejimin küle dönmesini önleyecek hiçbir gücü yoktur. ABD zaten rejimi hava saldırıları sonucu çökerterek gerisinin muhalefet tarafından tamamlanmasını planlamaktadır. İran halkı; Farlars, Kürtler, Beluciler, Azeriler ve Araplar rejimi devirmek için her türlü kabiliyet ve ayaklanma geleneğine sahiptir. Yeter ki rejimi temelinden sarsacak bir dış müdahale yapılsın, gerisini İran halkları görkemli destanlar yazarak gerçekleştirecektir.
Amerika’nın İran müdahalesinden en çok yararlanacak halkların başında, Irak ve Suriye’de olduğu gibi yine Kürtler gelmektedir. Nüfusu Kürtlerden fazla olmasına rağmen devrimci bir gelenekten yoksun olan ve büyük çoğunluğu rejime payandalık yapan Azerilerin batıya güven veren bir yapıları yoktur. ABD; Kürt ve Fars halklarına dayanmak zorundadır ve bundan başka bir seçeneğe sahip değildir.
Şimdi yürü ya kulum deme sırası Doğu Kürdistan’a gelmiştir. Şimdiye kadar üvey evlat muamelesi gören ve son derece sakat bir yaklaşım gösterilen Doğu Kürdistan halkına ve partilerine nihayet gereken desteği vermek zamanı gelmiş, geçmektedir.
Kürtlerin geçmişte Başur ve son yıllarda Rojava’ya verdiği desteğin bir benzerini çok daha güçlü tarzda Rojhılat halkı ve partilerine vereceğine dair en ufak bir kuşkumuz yoktur.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.