Ercan İlgin: Cumhuriyetin 102 Yıllık Mirası Olarak Kürt Nefreti
"Dolayısıyla, Kürtlerin ezici çoğunluğu, tüm bir cumhuriyet döneminde yaşadıkları kitlesel katliamlara hatta jenosit uygulamalarına karşın kendi millet gerçekliğine sadık kalmayı tercih ettiler. Kürtlerin bu haklı inadı ise en başta bu farklı etnik kimliklerini dışarıda bırakarak Türklük şemsiyesinin altına girmiş olanları rahatsız etmektedir. Onları öfkelendiren şey de neden Kürtlerin de, kendileri gibi bu şemsiyenin altında toplanmamış olmasıdır. Zaten günümüzde Kürtlere karşı nefret söylemlerinde başı çekenler de esasen bu kesimden oluşmaktadır."

Bilindiği gibi günümüz Türk toplumunun önemli bir kesimi içerisinde var olan Kürt nefreti artık yaşamın tüm alanlarında kendisini giderek daha baskın ve daha saldırgan bir biçimde ortaya koymaktadır.
Önceleri, yoksulluktan kaynaklı olarak Türk illerinde çalışmaya giden Kürt tarım işçilerine ve yine aynı saiklerle Türk metropollerinde yaşam kavgası veren Kürt emekçilerine yönelik şiddet eylemlerinde ortaya çıkan bu Kürt nefreti, son yıllarda Türk toplumunda, çok farklı alanlarda kitlesel boyutta ve giderek dozunu arttıran bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Bu nefretin, kitlesel düzeyde en bariz dışavurumlarından biri Kürt futbol takımlarının Türk illerindeki deplasman müsabakalarında ortaya çıkmaktadır. Bu müsabakalarda, rakip takımın taraftarları, Kürt futbol takımlarını bir düşmanı karşılar gibi karşılamakta, Kürt nefretini, tribünlerinde hazırladıkları kareografik gösterilerle dışa vurmaktadırlar.
Yine bu gösterilerde, Kürtlerin yakın dönemde yaşadıkları insanlık dışı katliamların figürleri ve sembolleri sergilenmekte, Türk toplumunun ırkçı-şoven zihniyeti bir tribün şovuna dönüşmekte, bu tribün şovlarında, 1990’larda yaşanan ve Kürt toplumunda bir travmaya dönüşmüş olan acılarının kimi sembolleri, pervasızca, açık bir Kürt nefreti olarak sergilenmektedir.
Son günlerde iş bununla da kalmamakta olup, bu nefret söylemi, Türk futbol takımlarının birbirleriyle müsabakalarında da tribünlere yansımış bulunmaktadır. Bu yeni süreçte, bir kadın Kürt siyasetçisi olan Leyla Zana’ya yönelik cinsiyetçi iğrenç küfürler tribünlerde, bu takımların taraftarlarının esas sloganına dönüşmüş bulunmaktadır.
Diğer yandan, bir bütün olarak Kürt milletine yönelik bu nefret söyleminin bir başka adresi de sosyal medyadır. Bu mecrada, söz konusu bu Kürt nefreti, Türk toplumunun profesöründen iş insanına, akademisyeninden siyasetçisine değin oldukça geniş bir yelpazede, ırkçı-şoven histerilerle kendini ortaya koymaktadır.
Bunun en bariz biçimi, geçtiğimiz haftalarda, saygın bir Kürt lideri olan Mesud Barzani’nin, özünde kendi toprağı olan Cizre’yi ziyaretinde ortaya çıkmıştır. Onun bu ziyaretine karşı Türk toplumunun hatırı sayılır bir kesimi, adeta bir histeri nöbeti eşliğinde, onun şahsında tüm Kürtlere karşı aleni bir nefret söyleminde adeta birbirleriyle yarışmışlardır.
Evet, Sayın Barzani’ye yönelik bu nefret söyleminin, aslında tüm Kürtlere yönelik ırkçı-şoven bir hezeyan olduğu açıktır. Çünkü, son bir yılı aşkın süredir Türkiye’de devam eden “Barış Süreci”ne, Barzani liderliğindeki Güney Kürdistan yönetiminin çok açık bir biçimde destek verdiği ve yine bu süreçte onun bir nevi oyun kuruculardan biri olduğu herkesin malumudur. Dolayısıyla, Türk toplumundaki söz konusu bu kesimin nefreti PKK’ye değil, tersine onun şahsında bir bütün olarak Kürt milletine yöneliktir.
Bu gerçeklikten hareketle, öncelikle, Türk toplumunun Kürtlere yönelik bu ırkçı hezeyanının temel nedenine bakmamız gerekiyor. Bu da esasen, Türk devletinin 102 yıllık cumhuriyetinin kurucu paradigması olan Kemalist ideolojide yatmaktadır.
Çünkü Kemalizm’in temel hedefi, Türkiye’nin teritoryal sınırları içerisinde homojen bir Türk milleti yaratmaktı Kuruluşundan itibaren bu amaç Türk devletinin temel amacı olageldi. Bu doğrultuda, Anadolu’ya sonradan gelmiş olan çeşitli etnik kimliklere mahsus kişiler Türklük şemsiyesi altına girmekte bir beis görmedikleri gibi Türklük kimliğinin en coşkun savunucuları oldular. Fakat aynı şey Kürtler için söz konusu olmadı. Bunun tek nedeni de, Kürtlerin, Anadolu’ya sonradan gelmiş olan farklı etnik kimliklere sahip olanlara karşın, kendilerinin yaşadıkları coğrafyanın kadim bir milleti oldukları gerçeğiydi. Dolayısıyla, Kürtlerin ezici çoğunluğu, tüm bir cumhuriyet döneminde yaşadıkları kitlesel katliamlara hatta jenosit uygulamalarına karşın kendi millet gerçekliğine sadık kalmayı tercih ettiler.
Kürtlerin bu haklı inadı ise en başta bu farklı etnik kimliklerini dışarıda bırakarak Türklük şemsiyesinin altına girmiş olanları rahatsız etmektedir. Onları öfkelendiren şey de neden Kürtlerin de, kendileri gibi bu şemsiyenin altında toplanmamış olmasıdır. Zaten günümüzde Kürtlere karşı nefret söylemlerinde başı çekenler de esasen bu kesimden oluşmaktadır. Bu da, bu kesimler için özünde bir travmaya işaret etmektedir.
Bu gerçekliği kısaca vurguladıktan sonra, sözü bu ırkçı-şoven zihniyetin dışında kalan ama bu duruma dişe dokunur bir tepki göstermeyen Türk entelijensiyasının bu utanca karşı suskunluğuna getirmek istiyorum.
Bu noktada, bir suça karşı sesini çıkarmayan herkesin bu suçun dolaylı destekçisi olduğu gerçeğini vurgulayarak söze başlayalım. Yine bu gerçeklikten hareketle, bu nefret suçuna karşı ses çıkarmayan her kesimin de dolaylı olarak bunun destekçisi olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Çünkü onların bu sessizliği ve tepkisizliği utanç verici bir biçimde bu nefret suçuna dolaylı bir destek olarak algılanmalıdır.
Bu noktada bu utançtan payını alması gereken iki kesim varsa, bunlardan biri, muhafazakar ve İslamcı kesim diğeri ise liberal demokrat kesimdir.
Bu iki kesimin yanına bir üçüncüsü olarak Türk sosyalist hareketini eklemeye gerek yok. Çünkü onların zaten böyle bir dertleri olmadığı gibi yine bu kesimin kendi toplumunda bir kitle tabanı da bulunmamaktadır.
Dolayısıyla, Türk toplumunun bu iki kesiminden birincisiyle, yani muhafazakar ve İslamcı kesimle başlayacak olursak bu kesim, böylesi hayati bir konuda sınıfta kalmıştır. Çünkü, ırkçılığın ve şovenizmin en başta İslam dininin temel prensipleriyle bağdaşmadığı gerçeğini bilerek görmezden gelmektedirler. Kaldı ki, “Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” söylemi İslam dininin en temel diskurunu oluşturmaktadır.
Yine bu toplumun, ister sağda isterse de sol cenahta yer alsınlar liberal demokratlık iddiasındaki kesimleri sınıfta kalmıştır. Çünkü, demokrasinin temel prensibi farklılıkların eşitliği ve özgürlüğüdür. Oysa söz konusu Kürtlere karşı ırkçı-şoven temelde saldırganlık olunca bu kesim utanç verici bir biçimde susmayı ve bunu görmemeyi tercih etmektedir.
Yine, bu iki kesim, her şeyden önce, kendi toplumlarında içkin olarak var olan ve giderek güçlenen bu ırkçı ideolojinin, bir bumerang gibi, dönüp önce kendi milletini vurduğunu ve bunun da her şeyden önce kendi milletlerinin çöküşü anlamına geldiğini görebilecek ferasete sahip olmadıklarını bu tutumlarıyla ortaya koymuşlardır.
Sonuç olarak bu durum vahametini en yakıcı biçimiyle kendi toplumunu zehirleyen bir gerçeklik olarak ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, buna ilk başta tepki göstermesi gerekenler de Türk toplumunun, eğer varsa sağduyulu kesimine düşmektedir. Bu tepki de, bırakın ahlaki ve vicdani değerleri, esas olarak insani değerleri kapsamaktadır. Fakat, ne yazık ki bu kesimler bu gerçeğin ayırdına varamamaktadırlar.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Son güncellenme: 15:08:29






































































































































































































