Oslo Görüşmelerinde Türk ve PKK heyetleri üçüncü gözü nasıl baypas ettiler?

Oslo görüşmelerinde PKK heyetinin üçüncü göz konusundaki kararlı tutumu, Abdullah Öcalan’ın müzakere sürecine doğrudan dâhil olmasıyla birlikte giderek zayıfladı. Bu aşamadan sonra hem Türk heyeti hem de PKK heyeti, arabulucu üçüncü göz kurumdan bilgi saklamaya başladı ve kurumun sürece müdahil olma kapasitesi fiilen daraltıldı.

24 Aralık 2025 - 15:39
24 Aralık 2025 - 15:39
 0
Oslo Görüşmelerinde Türk ve PKK heyetleri üçüncü gözü nasıl baypas ettiler?

Kürt sorununa siyasal bir çözüm zemini oluşturmak, silahı devre dışı bırakmak ve çatışmayı sona erdirmek amacıyla, İsviçre’nin Cenevre kentinde faaliyet gösteren İnsani Diyalog Merkezi (Centre for Humanitarian Dialogue – HD), 2008 yılında Türk devleti ile PKK arasında kritik bir arabuluculuk rolü üstlendi. HD, bu süreçte yalnızca teknik bir kolaylaştırıcı olarak değil, aynı zamanda taraflar arasında güven tesis etmeyi hedefleyen uluslararası bir aktör olarak konumlandı.

HD’nin devreye girmesinden önce, Norveç’in eski başbakanlarından ve daha sonra 2014–2024 yılları arasında NATO Genel Sekreteri olarak görev yapan Jens Stoltenberg, Türk devleti ile PKK arasında bir arabuluculuk girişiminde bulunmuştu. Ancak Cenevre merkezli HD’nin sürece dâhil edilmesiyle birlikte Stoltenberg geri çekildi ve müzakereler esas olarak bu arabulucu kurumun koordinasyonunda yürütüldü. Görüşmelerin kamuoyunda “Oslo Görüşmeleri” olarak anılması ise toplantıların lojistik olarak Norveç’in başkenti Oslo’da gerçekleştirilmesinden kaynaklanıyor.

PKK ve ona yakın açık kaynaklar, yaklaşık üç yıl süren ve tarafların on bir kez bir araya geldiği Oslo Görüşmeleri’ne ilişkin tutanakların önemli bir bölümünü kamuoyuyla paylaştı. Başlangıçta üçüncü gözün varlığını ve aktif rolünü ısrarla savunan PKK heyeti, süreç içerisinde Abdullah Öcalan faktörünün belirleyici hâle gelmesiyle birlikte arabulucu kurumdan Türk devlet heyetiyle yaptığı görüşmelere dair bilgi saklamaya başlıyor. Bu durum HD’nin fiilen baypas edilmesine ve rolünün zayıflamasına yol açıyor.

Oysa çatışma çözümü literatüründe üçüncü taraf arabulucular, taraflar arasında iletişimi kolaylaştırma, müzakerelerde ortaya çıkan tıkanıklıkları aşma, güven artırıcı önlemleri denetleme ve varılan mutabakatlarda gözlemci veya hakem rolü üstlenme gibi kritik işlevlere sahiptir. Özellikle devletsiz ulusların örgütleri açısından, uluslararası meşruiyet ve güvenlik garantileri sağlayan üçüncü bir gözün varlığı hayati önem taşır.

Henüz resmi müzakere turlarına geçilmeden önce, 3 Temmuz 2008’de yapılan ön görüşmede Türk heyeti adına süreci yürüten Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yetkilileri, Cenevre merkezli arabulucu kurumu devre dışı bırakma yönünde girişimlerde bulunur. Bu kapsamda PKK heyetine doğrudan e‑posta adresleri ve telefon numaraları verilerek ikili ve kapalı bir iletişim hattı kurulmak istenir. Ancak PKK heyeti adına görüşmelere katılanlardan Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar, bu öneriyi reddederek üçüncü bir gözün sürecin her aşamasında bulunması gerektiğini vurgular.(1)

Türk heyetinin arabulucu kurumu devreden çıkarma yönündeki ikinci girişimi, 3 Eylül 2008’de gerçekleştirilen Oslo‑1 görüşmelerinde yeniden gündeme gelir. Türk tarafı, “Bu bizimle onlar (PKK) arasındaki bir sorundur ve bunu doğrudan onlarla tartışacağız”, “lobilerin bu sürece karışmasını istemiyoruz” diyerek HD’nin toplantılarda yer almasını istemezler. Arabulucu kurum bu krizi çözemeyince, PKK heyeti devreye girerek aracı kurum olmaksızın müzakere masasına oturmayacaklarını açıkça belirtir. Bunun üzerine Türk heyeti bu durumu kabul etmek zorunda kalır.(2)

Ancak PKK heyetinin üçüncü göz konusundaki bu kararlı tutumu, Abdullah Öcalan’ın sürece doğrudan dâhil olmasıyla birlikte giderek zayıflar. Bu aşamadan sonra hem Türk heyeti hem de PKK heyeti, arabulucu kurumdan bilgi saklamaya başlar ve HD’nin sürece müdahil olma kapasitesi fiilen daralır.

PKK heyetinin Abdullah Öcalan ile ilişkisi başlangıçta, arabulucu kuruma teslim edilen mektupların HD tarafından Türk heyetine iletilmesi ve buradan Öcalan’a ulaştırılması şeklinde yürütülür. Aynı şekilde Öcalan’dan gelen mektuplar Türk heyeti aracılığıyla HD’ye verilir, HD de bu mesajları PKK heyetine iletir.

12–14 Mart 2009 tarihlerinde gerçekleştirilen Oslo‑2 görüşmeleri öncesinde, toplantıların yapılacağı otele gelen Türk heyeti, müzakereler başlamadan önce PKK heyetinden Mustafa Karasu ile özel bir görüşme talep eder. Karasu’nun arkadaşlarıyla yaptığı değerlendirme sonucunda, Mustafa Karasu ve Sozdar Avesta’nın Türk heyetiyle özel bir görüşme yapmasına karar verilir. Bu görüşmede MİT yetkilisi Afet Güneş, “Abdullah Öcalan’ın sizlere selamları var. Sağlık durumu iyi. Sayın Öcalan bu görüşmelerden haberdar. İsterseniz mesajlarınızı kendisine iletebilir, onun size yazacaklarını da ulaştırabiliriz” şeklinde bir mesaj aktarır.

PKK heyeti bu bilgiyi arabulucu kurumla paylaşmaz. İşte bu noktadan itibaren, Oslo‑2 görüşmeleri sonrasında arabulucu kurumun rolü hem Türk heyeti hem de PKK heyeti tarafından baypas edilmeye başlanır. Oysa HD, müzakerelerin başarıya ulaşabilmesi için şeffaflık ve karşılıklı güvenin vazgeçilmez olduğunu sürecin başından beri taraflara açıkça ifade etmiştir.(3)

Arabulucu kurumun devre dışı bırakıldığı bir diğer kritik olay ise 19 Ekim 2009’da yaşanan ve kamuoyunda “Habur Olayı” olarak bilinen “Barış Grubu”nun Erbil’den Habur sınır kapısına geçiş sürecidir. Bu geçiş, Türk devleti, PKK ve Kürdistan Bölge Hükümeti tarafından üçlü mekanizma olarak organize edilir. PKK kaynaklarına göre “Barış Grubu” önerisi, 2009 yerel seçimleri öncesinde dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın talebi doğrultusunda, dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner tarafından Abdullah Öcalan’a iletilir. Öcalan, hukuki ve siyasal altyapının yetersiz olduğunu belirtmesine rağmen öneriyi kabul eder.

Arabulucu kurum, “Barış Grubu”nun geçişini basından öğrenmiş olmasına rağmen bunu önemli bir güven artırıcı adım olarak değerlendirir. Ancak geçişin kendi denetimi ve yetkisi altında gerçekleşmesini talep eder.(4) Ne Türk heyeti ne de PKK bu talebi kabul etmez. Oysa söz konusu geçiş uluslararası bir kurumun aracılığında ve resmi bir protokole bağlanmış olsaydı, Barış Grubu üyeleri muhtemelen tutuklanmayabilir ve onlarca yıl hapis cezasıyla karşı karşıya kalmayabilir ve siyasal sonucu da farklı olabilirdi.

Oslo Görüşmeleri süresince ne Türk devleti ne de PKK, bu sürecin Kürt sorununun çözümüne gerçek anlamda hizmet ettiğine ikna olmadılar.

Bu bağlamda Oslo Görüşmeleri değerlendirilirken, PKK’nin Abdullah Öcalan ile doğrudan diyalog kanallarını açma amacıyla üçüncü taraf arabuluculuğunu baypas etmesi yeterince tartışılmadı ve bu tercihin yanlışlığı üzerine bir değerlendirme yapılmadı. Oysa bu tercih tarihsel bir hata olarak görülmelidir.

Nitekim bu yaklaşımın günümüzde de farklı biçimlerde sürdüğü gözlemleniyor. İmralı heyetinde yer almış ve daha sonra yaşamını yitirmiş olan Sırrı Süreyya Önder’in, devletin Abdullah Öcalan ile başlattığı süreci değerlendirirken söylediği “Şu an çözersek iki tarafla çözeceğiz; bu fırsatı da kaçırırsak yetmiş iki taraf müdahil olacak” sözü, Öcalan ve DEM’in devletin Kürt sorununun uluslararasılaşmasından duyduğu endişeyi açık biçimde ortaya koyuyor.

Çatışma çözümü süreçlerinde şeffaflık, eşitlik ve aldatılmama ilkeleri esastır; bu ilkelerin sistematik biçimde ihlal edilmesi ise taraflardan birinin —bu aracı kurum olsa bile— sürecin hedefe ulaşmasını yapısal olarak engeller. Türk devletinin “yerli ve millî çözüm” söylemi, gerçekte uluslararası gözlem, garanti ve hakemlik mekanizmalarının devre dışı bırakılması anlamına geliyor. Türk devleti, Oslo Görüşmeleri’nde bunu önemli ölçüde başardı.


X:@cetin_ceko
-----------------------------
Kaynaklar:
(1) Amed Dicle, 20505-2015 Türkiye-PKK görüşmeleri, Mezopotamya yayınları, sayfa 67
(2) Age, sayfa 82-84
(3) Age, sayfa 103
(4) Age, sayfa 125

 


Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı toplam 2425 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 17:39:24