Tarihsel bir dönemin veya bir sosyal gerçekliğin değerlendirilmesinde o tarihsel zaman dilimi ve sosyal gerçekliğin dışına çıkararak farklı bir zaman diliminin kavramları ve politikalarıyla zamanı ve olaylarıyla okumanın doğru bir metodolojik yaklaşım olmadığı tarih biliminin ilkelerinde belirlenen bir olgudur. Bunun dışına taşan değerlendirmeler ancak sahip olunan ideolojik perspektiflerle açıklanabilir. Ki bu tür bir ideolojik perspektifin tarihsel realite olamayacağı yine tarih bilimine ait verilerle kavranılabilir. Bu nedenle tarihsel olayları ve gelişimlerini okurken mutlaka dönemsel koşulların dikkate alınmasında fayda vardır. Bu durumun bizi daha doğru analizlere götürebileceği gibi gelecek perspektifinin de daha sağlam temeller üzerinden kurulmasına katkı sunacağıdır.
Tarihsel veriler üzerinden okuma yapmanın dönemsel anlamlandırmanın ötesinde gerçekliğe cevap teşkil edebilecek verilere ulaştıracağı kesindir. Eğer tarih verileri doğru biçimde ortaya konulamazsa, elbette görünen üzerinden yapılan değerlendirmeler gerçeklik belirlenmesi yerine bizleri kısır döngülere sokacağıdır. Bu nedenle belli bir tarihsel dönemde her hangi bir toplumca takınılan tutum yargılanacaksa, yargılamanın savcı ve hâkiminin o dönemin koşulları olması zorunluluktur. Yüzyıl veya yüzyıllara sarkan sonraki koşullar üzerinden tarihsel tutuma sahip bakışla yüzyıllar öncesini değerlendirme elbette tarihe bakma da gerçekliğe denk düşen bir kavrama olmayacağından bakışta şaşılık oluşturacaktır.
Burada ele alınan konunun mihenk taşını oluşturan düşünce ve tarihsel anlatıların taşıdığı reel gerçeklik yerine daha çok düşünsel beslenme ve ideolojik anlayışlardan kaynaklanan ve tarihin metodolojik ilkelerinden sapan bazı belirlemelerin topluma gerçeklik olarak algılatılmak istenmesinin doğurduğu sıkıntılardır. Özellikle sosyal medya üzerinden uzun zamandır bazı Kürdler\'in beslendikleri düşünsel kaynakları temel alarak bu konuda yönlendirici paylaşımlar yapması konuya açıklık getirmenin zorunluluğunu doğurmuştur. Günümüz Kürd aydınları da dâhil olmak üzere egemen otoritelerin tedrisatından geçmenin getirdiği sıkıntıların etkisi altında kendi tarihlerini ele aldıklarını görmekteyiz. Bu durum zaman zaman tarihsel veri gerçekliği dışında egemen otoritenin istediği algısal bakışın dayatılması için gönüllü kalemşörlüğe yönelme izlenimi yaratmaktadır. Bu nedenle Kürd tarihinin doğru veriler üzerinden dönemsel koşullarla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor.
Öncelikle ortaya konulmak istenen bu mantığın altına gizlenmiş bilinçaltını görerek konuyu ele almanın gerekli olduğuna kaniyim. Kürd tarihinin 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreği arası değerlendirilirken, sol ideolojik bakış üzerinden konumlanmış solcu Kürdler o günlerde olmadığına göre, solcu Kürdler\'in tarihsel geçmişi temizdir. Bu nedenle Kürd ve Kürdistan konusunda lanetlenmesi gereken bir kesim varsa -ki vardır- bu sol değil muhafazakâr tutum takınmış özelde ise İslam algısı üzerinden konumlanmış Kürdlerdir. Bunların tarih savcılarına ve hâkimlerine teslim edilerek derdest edilmeleri gerekiyor. Çünkü bunlar önümüzde hep ayak bağı olmaktadırlar ve biz bunlardan mutlaka kurtulmalıyız denilmektedir.
O halde konuyu masaya yatıralım, biraz tarihsel veri ışığında sorunu tarihsel dönemler üzerinden tahlil edelim. Kullanılacak temel argümanlar Osmanlı tebaasını oluşturan Ermeniler ve Kürdler üzerinden çeşitli okumalarla hem benzerlik hem de farklılık tespiti yapalacaktır. Böylece sorunun gerçeklik payını yakalama imkânı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Önce tarihsel Ermeni aydınlaşmasının temel taşlarını döşeyerek konuyu ele alalım. Sonra Kürdler\'in durumuna odaklanarak somut verilere yönelelim.
Osmanlı tebaasındaki Ermeniler üzerinden konuyu ele almanın bizi doğru perspektiflere yönelteceği ve bunun üzerinden Kürdler\'in durumunu çözmede yapılacak karşılaştırmanın doğru sonuçlar üretmemize katkı sunacağına inanıyorum.
Ermeni aydınlanması
Tarihsel olarak neredeyse ortak bir kanaat halini alarak tarihçilerce kabul görmüş Ermeni aydınlanmasının dört aşamasını dikkate alalım ve konuyu irdeleyelim.
1520’lerde ilk Ermenice kitabın basılmasından 1620’lere Mateos I’in Eçmiyazin Katağikosu’na kadar süren “Erken kuluçka” dönemi. Eçmiatzin Katağigosluğu Ermeni kilise hiyerarşisinde teolojik düzlemden en yüksek makam olmasına rağmen siyasi ve iktisadi koşullar nedeniyle İstanbul Ermeni Patrikhanesi zaman zaman bu makamın üstüne çıkmıştır. Burada bizi ilgilendiren olgu Osmanlı ile Ermeni ilişkilerinin daha çok İstanbul Ermeni Patrikhanesi üzerinden inşa edilmiş olmasına dikkat çekmedir. Ki din üzerinden Ermeni toplumunun denetlemesi söz konusu olmuştur. Olgu ise alt hiyerarşi de yer alanın üst hiyerarşide yer alanın üstüne çıkarak siyasal üstünlük elde etmesinin yanında egemen erkçe toplumu denetleme aracı olarak kullanılmak istendiğinin ortaya çıkışıdır. 1630’larda başlayan ve Ermeni tüccarların küresel ölçekte gelişme gösterdikleri ve uluslararası ticarette yükselişlerini sembolize eden ve 1703 yılında İstanbul da kurulan Mıkhitarist Tarikatı’nın kuruluşuna kadar geçen ve “ticari yükseliş” olarak tanımlanabilecek süre. Burada bizi ilgilendiren olgu dünyaya bir şekilde dağılmış ve entegre olmuş bir toplumun bireyleri aracılığıyla eline geçirdiği İktisadi güçle kendi varoluşsal sorunlarını gündeme taşıyabilme niteliğine sahip olmaya başlamasıdır. Bu olanakla elde edilen hem dünyadaki toplumların sorunun merkezine taşınmasıdır, hem de Osmanlı üzerinde dünya ticareti ile elde edilen güçle tazyik oluşturma imkânının elde edilmesidir. 1700’lerden 1840’a kadar devam eden ve Ermeni literatüründe “yeniden doğuş” anlamına gelen “Veratzınunt” dönemi. Bu dönemde geçmişe ait kültürel ve dini mirasın canlandırılmasının yanında Avrupa da şekillenen yeni düşüncelerin ve fikirlerin oluşturduğu yeni bakış önemli etkiler oluşturmuştur. Burada bizi ilgilendiren olgu iki boyutludur. Birincisi varoluşsal bir endişe içinde olan ve diasporalık niteliği olan Ermeni toplumunun çare olarak geçmişle bağlar kurarak gelecek perpektifine girmiş olmasıdır. İkincisi ise erken dönemde Avrupa milliyetçi akımlarının fark edilerek bunlar üzerinden oluşturulmak istenen gelecek perspektifidir. 1840’lardan 1915’e kadar süren ve Ermeni literatüründe “Zartonk” olarak adlandırılan “uyanış ve sekülerleşme” dönemi. Dönemin en önemli unsuru milliyet fikrinin öne çıkması ve bunun üzerinde ikame edilecek düşünsel ve ideolojik bakış açısının oluşmasıdır. Burada bizi ilgilendiren olgu da iki boyutludur. Birincisi millet olma duygusunun oluşturduğu motivasyon -ki bu olgu aslında dünyaya dağılmış tüm toplumlarda vardır ancak belirginleşmemiş olabilir- etkisiyle harekete geçilmiş olmasıdır. İkincisi ise Sekülerleşme etkisiyle geleneksel dini otoriteye karşı alınan tutumdur. Yani Ermeni kilisesinin milletleşme önünde engel olduğuna ve bu nedenle dinsel otoriteyi dikkate almadan kendi başlarının çaresine bakılma zorunluluğunun hissedilmesidir. Not: bu yazı bir dosya olarak ele alınmış ve altı bölüm olarak devam edecektir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.