Ercan İlgin: Kürt Entelijensiyasının Milliyetçilikle İmtihanı – 2
Kemal Burkay’ın kökeni TİP’e dayanırken Öcalan’ın ki ise, Mahir Çayan’ın liderliğindeki DHKP-C geleneğine dayanmaktaydı. Sonrasında, Öcalan, 2010’larda, “Kırk yıldır Mahirlerin bayrağını taşıyorum” diyerek bu geleneğe bağlılığını bir kez daha vurgulayacaktı.

Kuzey Kürdistan’da 1970’li yıllar, milli uyanış bağlamında çok önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı yıllar olacaktı. Bu minvalde, 1975’ten başlayarak, üç yıl gibi kısa bir zaman diliminde, her biri Kürdistan’da hatırı sayılır bir kitle desteğine sahip Kürt örgütleri kurulacaktı. 1978 yılına gelindiğinde Kürt örgütlenmesi tamamlanmış oluyordu. Bunu, hemen akabinde bu örgütlerin bazıları içinde bölünmeler takip edecekti.
Tümü Marksist ideolojiyi rehber edinmiş olan bu örgütlerden Özgürlük Yolu, DDKD, KUK ve PKK Sovyet kampında yer alırken, Kawa anti-Sovyet çizgide Maoist çizgiyi benimseyecek, Rızgari hareketi ise bu iki kampın dışında yer alacaktı.
Yine bu örgütlerden Özgürlük Yolu, DDKD ve PKK partileşirken diğerleri örgüt düzeyinde kalacaklardı. Özgürlük Yolu TKSP (Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi), DDKD ise KİP (Kürdistan İşçi Partisi) adını tercih edeceklerdi. Partileşmeden önceki dönemde kamuoyunda Apocular olarak adlandırılan grubun lideri olan Öcalan ise, önce partisinin adını Emeğin Kurtuluşu olarak düşünecek sonrasında ise bundan vazgeçip PKK adında karar kılacaktı.
Bu örgütler içerisinde PKK ve Özgürlük Yolu’nu kuran kadroların, liderleri Abdullah Öcalan ve Kemal Burkay başta olmak büyük çoğunluğu, özünde Kemalist olan Türk Marksist hareketlerinden gelmekteydiler. Kemal Burkay’ın kökeni TİP’e dayanırken Öcalan’ınki ise, Mahir Çayan’ın liderliğindeki DHKP-C geleneğine dayanmaktaydı. Sonrasında, Öcalan, 2010’larda, “Kırk yıldır Mahirlerin bayrağını taşıyorum” diyerek bu geleneğe bağlılığını bir kez daha vurgulayacaktı.
Bu iki örgütün kendisini net bir biçimde Kürt milliyetçiliğinin karşısında konumlandırmış olmasının temelini de esasen bu olguda aramamız gerekiyor.
Fakat yine bu iki örgütten biri olan, Özgürlük Yolu-TKSP’nin, Kürt milliyetçiliğine karşı negatif tutumu teorik düzlemde kalırken, PKK ise, ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren tüm pratiğini diğer Kürt örgütlerine karşı savaş temelinde oluşturacaktı.
Bu doğrultuda, bu partinin lideri Öcalan, sonrasında, 1992 yılında kendisiyle söyleşi yapan Yalçın Küçük’e, kendisinin ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren esas hedefinin Kürt milliyetçiliğiyle savaşmak olduğunu ve yine son yirmi yılını esas olarak bu savaşı yürütmeye adadığını vurgulayacaktı.
Öcalan bu konuda şunları söyüyordu:
“… Bu ilkel-milliyetçilik için geçerlidir. KDP’ler biçiminde dayatılan ilkel milliyetçiliğin MİT ile birleşmiş KDP’cilik olduğunu biliyoruz. Daha 1970’lerde bazı Kürt dernekleri eliyle bu dayatılmak istendi. DDKD, KUK, Özgürlük Yolu vb. bir sürü Kürt grupçuğu eliyle ilkel milliyetçiliği egemen kılmak istiyor. Fakat Kürdistan devriminde ilkel milliyetçilik de teşhir ve tecrit edilmiştir. Yirmi yıldır bunlara karşı çok kapsamlı mücadele verildi. Bunların çok çeşitli fraksiyonları ortaya çıktı. Ama en temel güçleri yine de Barzani-Talabani’ydi.”
Onun nezdinde, 19. YY’ın sonlarında ortaya çıkan ilk Kürt aydınlanması da dahil olmak üzere, tüm Kürt örgütleri ve şahsiyetleri ilkel milliyetçi idiler. O kendisini, münhasıran Kürt milliyetçiliğiyle mücadele eden biri olarak tanımlıyordu. Bu konuda aynı söyleşide hedefinin ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor, “Zaten şu ilkel Kürt milliyetçiliği en büyük düşmanımdır” diyordu.
Onun hedefinde salt Kuzey Kürdistan’daki Kürt örgütleri değil, Kürdistan’ın diğer parçalarında mücadele yürüten Kürt partileri ve liderleri de vardı. Onunla, Türk medyası adına ilk söyleşiyi gerçekleştirmiş olan Mehmet Ali Birand, Öcalan’ın bu somut tutumu konusunda şunları söyleyecekti:
“Apo’nun diğer Kürt örgütlerine bakışı oldukça katı. Celal Talabani, Mesut Barzani ve öldürülene kadar da Kassımlu’yu genelde “kendi çıkarları için çalışan, kendi halklarını kişisel amaçlarına yönelik kullanan kişiler” olarak görüyor. Haklarında özel konuşmalarında son derece sert şekilde eleştiriyor. Nitekim PKK yayınlarında da “satılmışlar” diye kelimeler kullanılıyor.”
Bunu kısaca ele aldıktan sonra, yine PKK dışındaki Kürt örgütlerine dönelim:
Yukarıda da vurguladığımız gibi bu Kürt örgütlerinin tümü Marksist ideoloji temelinde oluşmuşlardı. Keza, o dönemde uluslararası Marksist hareketler içerisinde var olan Sovyet-Çin kutuplaşması tüm dünyada olduğu gibi söz konusu bu Kürt örgütlerinde de tam bir zıtlaşma yaratmış bulunmaktaydı. Bu nedenle Sovyet yanlısı Kürt hareketleriyle anti-Sovyet kampta yer alan Kürt hareketleri arasında bırakın bir ittifakı, dostane bir ilişkiden bile söz etmek mümkün değildi.
Bu durum, söz konusu Kürt örgütleri arasında milli temelde bir ittifakı imkansız kılmakla kalmıyor, aynı zamanda bu örgütlerin, özünde şoven bir zihniyete sahip olan Türk Marksist hareketiyle bir doku uyuşmasını da yaratıyordu. Bunun en tipik örneklerinde biri de, dönemin Sovyet çizgisinde yer alan DDKD-KİP ve Özgürlük Yolu-TKSP örgütlerinin, özünde Kemalist ideolojinin savunucusu olan TKP, TİP ve TSİP gibi şoven partilerle mütemadiyen ittifak içinde bulunuyor olmalarıydı.
Sonrasında, 1979 yılına gelindiğinde ise, bu iki Kürt partisi, KUK’la birlikte, Kürdistan’da “UDG- Ulusal Demokratik Güçbirliği”ni kuracaklardı. Bu meyanda, UDG’nin kuruluşu, Sovyet çizgisindeki bu üç Kürt örgütünün kendi içlerindeki bir birliği esas almaları bakımından olumlu bir gelişmeydi. Fakat ne yazık ki bu birlik kısa sürecek ve 12 Eylül darbesiyle birlikte dağılacaktı.
Bu noktada, tekrar o dönemin Kürt örgütlerinin siyasi tercihlerine baktığımız zaman şunu görebiliriz: Yukarıdaki satırlarda da vurguladığımız gibi tümü Marksist ideolojiyi rehber edinen bu örgütler içerisinde Sovyet yanlısı olan kesimlerin bir hedefi vardı. O da, o dönemde Sovyetler Birliği’nin tartışmasız liderliği etrafında oluşmuş olan “Uluslararası Sosyalist Sistem”e dahil olmaktı. Bu bağlamda, Sovyet rejiminin ise Türkiye’de kendisine göbekten bağlı TKP’yi tek muhatap almış olması bu örgütler için esas handikabı oluşturmaktaydı.
Fakat, buna mukabil, anti-Sovyet yani Maoist çizgide yer alan Kawa hareketinin bu ideolojik tercihini belirleyen esas etken ise, Sovyetler Birliği’nin, kuruluşundan itibaren izlediği anti-Kürt nizama karşı tepkiydi.
Sovyet Rusya’nın, Stalin döneminde, kendi nüfuz alanı içinde bulunan bölgelerde yaşayan Kürtlere karşı jenoside varan insanlık dışı tehcir uygulamalarından başlayarak, 1946 yılında Mehabad merkezli kurulan Kürt Cumhuriyeti’ne değin geçen süreçteki anti-Kürt çizgisi bu kesim tarafından dikkate alınmaktaydı. Yine, Sovyet rejiminin, Güney Kürdistan’ın özgürlük mücadelesine karşı, Baas rejiminin en büyük destekçisi olduğu herkesin bildiği bir bariz gerçeklikti.
Keza, 1975 yılında, Güney Kürdistan’da kurulan YNK-Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin, Celal Talabani başta olmak üzere kurucu liderlerinin çoğunun Maoist ideoloji savunuyor olmalarının temelinde de bu olgu yatmaktaydı. Fakat Talabani’nin YNK’si kurulduğu günden itibaren bu çizgisini geri planda tutacak ve pragmatik bir siyaset izleyecekti. Onlar, o dönemde Suriye’deki Sovyet yanlısı Baas rejimiyle iyi ilişkiler kurmayı ve ondan destek almayı hedeflemekleydiler.
Nitekim, bu örgütün o dönemde Baas rejimiyle yakınlaşma çabası muhatabında da karşılık bulacaktı. Bu minvalde, Baas rejiminin merkezi yayın organı olan El-Baas gazetesi, Celal Talabani’nin liderliğinde kurulan YNK’nin kuruluşunu, “Irak Kürt Hareketi Devrimcilerin Yönetimine Geçti” başlığıyla duyuracaktı.
Sonuçta bu örgüt, bu pragmatik siyaseti sayesinde, kuruluşundan itibaren Suriye rejiminin her türlü askeri ve lojistik desteğini alacaktı.
Devam edecek…
Son güncellenme: 19:22:49