İsmail Beşikci’nin Fahri Doktora Töreninde Yaptığı Konuşma\n\n \n\nİfade Özgürlüğü Yoksa, Kısıtlıysa, Akademik Özgürlük Hiçbir Şey Değildir.
İfade Özgürlüğü Yoksa, Kısıtlıysa, Akademik Özgürlük Hiçbir Şey Değildir.
Fahri Doktora unvanı verilmesinden dolayı Boğaziçi Üniversitesi’ne teşekkür…
Bu tören bana Şubat 1967’yi hatırlattı. Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki tez savunmasını hatırlattı. O zaman, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Sosyoloji asistanıydım. Doktora, Ankara’daki, İstanbul’daki üniversitelerde yapılıyordu. Ben de Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeki hocalarla ilişkiliydim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki doktora programına dahil değildim, ama, Fakültedeki hocalar, tez çalışmama ilgi gösteriyorlardı. SBF’de, Prof. Dr. İbrahim Yasa, Prof. Fehmi Yavuz, ODTÜ’den, Prof. Dr. Mübeccel Kıray, Göçebe Alikan Aşireti çalışmasıyla yakından ilgilenmişlerdi. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin istemiyle, jüri de bu hocalarla kuruldu.
İbrahim Bey ve Fehmi Bey 1990’larda vefat etti. Mübeccel Hanım 6-7 yıl önce, 2007’de vefat etti. Bu hocaları sevgiyle anıyorum.
Tez, Şubat 1967’de kabul edilmişti. 1969’da, Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar, Göçebe Alikan Aşireti adıyla yayımlanmıştı. 25 yıl sonra, 1992’de, kitap yeniden yayımlandı. 1992’de yapılan ikinci baskının önsözü kanımca önemlidir. Önsözde, değerli hocalara sevgi ifade edilerek, 1967’deki düşüncelerimi korumadığım, düşüncelerimde köklü değişimler olduğu belirtiliyordu. Arada, 12 Mart rejimi, Diyarbakır ve Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yargılamalar yaşanmıştı. Resmi ideoloji kurumunu fark etmiş, kurumun bilincine varmıştım. Bundan sonraki çalışmalar, resmi ideoloji kurumunun eleştirisi çerçevesinde gelişti.
Bilimsel üretimin temel koşulu, o siyasal sistemde, ifade özgürlüğünün kurumlaşmış olmasıdır. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri üniversitenin, bilimi üretmenin temel koşuludur.
Bu konuya girmeden önce, Robert Kolej’le ilgili küçük bir anımı dile getirmek istiyorum. 1969’da, bana posta aracılığıyla bir dergi gelmişti. “Robert Kolej Türk Folklor Kulübü” tarafından yayımlanan, “Türk Folklor Dergisi”. Bu dergideki Türk sözcüğünden dolayı dergiye eleştirel bir mektup göndermiştim. Türk ifadesinin bugün Türkiye’de yaşayan herkesi kapsamadığını, bütün halkların kültürlerini kapsayıcı bir terim bulmak gerektiğini belirtmiştim. Bu mektup daha sonraki sayıda yayımlanmıştı ama Türk Folkloru Dergisi ifadesi değişmedi.
O dönemde Robert Kolej’de mühendislik fakültesinde öğrenci olan ve bu dergiyi yayınlayanlardan biri Talat İnanç, törende bu salonda, aramızda. Talat Bey’in dediğine göre bu mektup üzerine kulüpte epey tartışmalar olmuş.
Bilim, sınırsız ifade özgürlüğüne gerek duyan bir düşün yöntemidir. Hakaret, ayrımcılık elbette ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilemez.
İfade özgürlüğü bilimi üretmenin temel koşuludur. Sosyal bilimler için bu çok daha önemlidir. İfade özgürlüğü yoksa, kısıtlıysa, akademik özgürlüğün, üniversite muhtariyetinin, üniversite özerkliğinin hiçbir değeri yoktur. İfade özgürlüğü elbette tüm toplumla ilgilidir, anayasada yer almalıdır, kurumlaşmalıdır.
Bilimi üretmede ifade özgürlüğü esastır ama Türkiye’de üniversitenin ifade özgürlüğü diye bir sorunu yoktur. Bu yönden Türkiye’de üniversitenin eleştirisi gerekir.
1950’lerde, 60’larda, 70’lerde kitaplarla, yazılarla ilgili dava olduğu zaman mahkemeler üniversitelerden “bilirkişi raporu” isterdi. Üniversitelerin ceza hukuku, anayasa hukuku, sosyoloji, tarih, antropoloji, ekonomi, siyaset bilimleri gibi bölümlerinden bir üye veya birkaç üyeyi bilirkişi tayin eder, yazının veya kitabın suç oluşturup oluşturmadığı konusunda bilirkişi raporu isterdi. Profesörler, ilgili kitabı veya yazıyı içinde suç unsurları var mı yok mu diye okurlar, “suç unsuruna rastlanmıştır/rastlanmamıştır” şeklinde raporlar yazarlardı.
Bir kitabı veya yazıyı içinde suç var mı yok mu diye okumak düşün özgürlüğüne, ifade özgürlüğüne, bilim yöntemine aykırı bir tutumdur. Bir profesör, bir öğretim üyesi herhangi bir kitabı veya yazıyı istediği gibi eleştirebilir fakat bir kitabı veya yazıyı içinde suç var mı yok mu saikiyle okumak bilim yöntemi anlayışına aykırıdır. Fakat bu, 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde sistematik bir tutumdur. Bu konuda raporlar yazmış onlarca profesörden, ordinaryüs profesörden söz etmek mümkündür. Kendilerine sağcı deneneler de, solcu denenler de, liberal, Marksist denenler de bu doğrultuda raporlar yazmışlardır. Bu tutum üniversitede bilim zihniyetinin gelişmediğinin önemli bir göstergesidir.
Türk siyasal sisteminde resmi ideoloji çok önemli bir kurumdur. Resmi ideoloji herhangi bir ideoloji değildir. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Türk siyasal sisteminin en önemli kurumudur. Düşün hayatını, bilimi, sanatı yöneten, yönlendiren resmi ideolojidir. Düşüncede suç aramak resmi ideolojinin bir gereği olarak belirmektedir. Üniversite Türkiye’de resmi ideolojiyi savunan ve kollayan kurumların başında gelmektedir.
İki hocam vardı. İkisi de özel sohbetlerinde başka bir hocadan şikayet ederlerdi: “Beni iki defa doçentlikten döndürdü, üçüncü olarak başka bir üniversiteye başvurarak doçentlik aldım.” Öbür hoca da “beni bir kere doçentlikten döndürdü, başka bir üniversiteye başvurarak doçentlik aldım.”
1950’lerin başlarından söz ediliyor. Şikayet edilen hoca ise düşüncede suç arayan bir hoca.
Hocalar, doktora tezlerini, doçentlik tezlerini “yetersiz” diye reddedebiliyorlar. Bu da bilimde yetkinliğin bir kriteri olabilir ama düşüncede suç arandığı, resmi ideolojinin inkarcı ve imhacı direktiflerine uyulduğu zaman bilim anlayışı kökten çökmüş olmaktadır.
Bugün bir coğrafya profesörü “dünya düzdür, dönmüyor” dese bu profesör sadece kınanır, ayıplanır. “Profesör olmuş neler söylüyor” denir, “bu adam nasıl profesör olmuş “ denir ama bu sözlerinden dolayı idari ve cezai yaptırımla cezalandırılmaz sadece kamuoyu tarafından kınanır. Ama “dünya düzdür, dönmüyor” demekle “Kürtler Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur” demek aynı şeydir. İkisi de olgular tarafından reddedilen görüşlerdir. Ama ikinci görüş, yanlışlığına rağmen üniversite tarafından ısrarla tekrarlanıyor, yeniden, yeniden üretiliyor. Resmi ideoloji böyle bir kategoridir. Resmi ideolojiye aykırı düşünceler ürettiğiniz zaman devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olmaktadır.
Boğaziçi Üniversitesi, Robert Kolej 1863’te kurulmuştur. Bu yıl 150. yıldönümünü kutlamaktadır. Darülfünun da 1863’te kurulmuştur. Darülfünun’un en eski fakültesi kanımca hukuk fakültesidir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne bu yönden bakmakta yarar vardır.
1982’de Hukuk Fakültesi Ne Yaptı?
Hukuk Fakültesi 1982 yılında “bilime, adalete, hukuka katkılarından dolayı” Genelkurmay Başkanı aynı zamanda devlet başkanı Kenan Evren’e fahri doktora unvanı verdi. Hukuk Fakültesi bu tasarrufunu İstanbul Üniversitesi’ne bildirdi.
İstanbul Üniversitesi senatosu bu kararla ilgili olarak şöyle bir girişimde bulundu. “Genelkurmay Başkanı ve Devlet Başkanı Kenan Evren için doktora unvanı çok azdır. Sayın Evren’in bilime, hukuka, adalete katkıları çok büyüktür. Bu bakımdan sayın devlet başkanımız Kenan Evren’e profesörlük vermek gerekir. Biz İstanbul Üniversitesi senatosu olarak devlet başkanımıza profesörlük unvanı veriyoruz”
O dönemde Türkiye’de 28 üniversite vardı. İstanbul Üniversitesi’nin bu tasarrufundan sonra öbür üniversiteler de Kenan Evren’e profesörlük vermek için yarışa girdiler. Her üniversite farklı bir dalda Kenan Evren’e profesör unvanı vermek istiyordu. İstanbul Üniversitesi Kenan Evren’e Anayasa hukuku profesörü unvanı vermişti.
İstanbul Üniversitesi bu tasarrufunu YÖK’e bildirdi. YÖK, öbür üniversitelerin de Kenan Evren’e profesörlük vermek için yarışa geçmesi üzerine şöyle bir karar aldı: “Devlet başkanımızın Trabzon’dan Van’a, Van’dan Antalya’ya, Antalya’dan Sivas’a … dolaşması yorucu olur, zahmet verir. Bu bakımdan biz YÖK olarak bütün Türk üniversiteleri adına devlet başkanımız Kenan Evren’e profesör unvanı veriyoruz”
Bu süreçte, bilim anlayışının, bilim zihniyetinin, bilim ahlakının kırıntısı bile yoktur. Daha sonraki yıllarda anlaşılmıştır ki Kenan Evren’e doktora unvanı verilmesi bizzat kendisinden gelen bir teklif üzerine gerçekleşmiştir. “İstanbul Üniversitesi bana fahri doktora unvanı versin ama bu teklifin benden geldiği bilinmesin.”
Kenan Evren’in orgeneral, genelkurmay başkanı, devlet başkanı gibi unvanlarının yanında bir de “hukuk fahri doktorası” gibi bir unvana sahip olmak istemesi, dikkate değer bir konudur.
12 Eylül rejiminin üniversite ile ilgili en önemli tasarrufu YÖK’tür. Yüksek Öğrenim Kurumu YÖK, Türk düşüncesi tarafından, Türk üniversitesi tarafından, Türk basını tarafından çok eleştirilir. Hâlbuki Türkiye’de gerçek bir üniversite olsaydı YÖK olmazdı.
Hatta şunu söylemek daha önemlidir. Türkiye’de gerçek bir üniversite olsaydı askeri darbeler de olmazdı. Çünkü Türkiye’de askeri darbeleri destekleyen, teşvik eden kurumların başında üniversite gelmektedir. Üniversite kurumsal olarak askeri darbelerin gerek hazırlanışına, gerek gerçekleşmesine büyük destek vermektedir. Darbe gerçekleştikten sonra da bu destek daha yoğun bir şekilde sürdürülmektedir.
27 Mayıs 1960 askeri darbesini hatırlayalım. Darbenin sabahında Milli Birlik Komitesi Başkanı, devlet ve hükmet başkanı Orgeneral Cemal Gürsel, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden bazı hocaları Ankara’ya davet etmiştir. Hocalar darbe sabahı uçakla Ankara’ya getirilmişlerdir. Onlara yeni, “demokratik” bir anayasa yapmaları direktifi verilmiştir. Ordinaryüs Profesör Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında anayasa komisyonu oluşturulmuştur. Komisyonda Ordinaryüs Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidededoğlu, Prof Dr. Hüseyin Nail Kubalı, Prof. Dr. Ragıp Sarıca, Prof. Dr. Naci Şensoy, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. İsmet Giritli gibi hocalar vardır. Anakara Üniversitesi’nden de bu komisyona Prof. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. İlhan Arsel, Prof. Bahri Savcı katılmışlardır.
Bu anayasa nasıl bir toplumsal ortamda yapılmaktadır? Bu ortama dikkat çekmek önemlidir. Milli Birlik Komitesi başkanı, devlet ve hükümet başkanı Orgeneral Cemal Gürsel, darbeden birkaç ay sonra Diyarbakır’da halka yaptığı bir konuşmada Kürtlerin gözünün içine baka baka şunu söylemiştir: “Size Kürt diyenin yüzüne tükürün.” Herkesin Türk kabul edildiği, Kürt diye bir halkın, Kürtçe diye bir dilin olmadığının, Kürdün hakaret içeren bir sözcük olduğunun vurgulandığı bir ortam… Böyle bir ortamda “demokratik” denen bir anayasa nasıl yapılabilir? Kürtleri dışlayan, sadece Türkler için yapılan bir anayasa nasıl demokratik olur? Türk olmayanlar, örneğin Kürdler de ancak kendi kimliklerinden koptukları, kendi özlerinden yabancılaştıkları oranda Türklerle eşit kabul edilecek ve anayasada yazılan haklardan ve özgürlüklerden böyle yararlanabilecektir. Mehmet Şerif Fırat tarafından yazılan ve Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını inkar eden, Kürtlerin aslının Türk olduğunu, Kürtçenin aslının Türkçe olduğunu ispat etmeye çalışan Doğu İlleri ve Varto Tarihi kitabının Milli Birlik Komitesi başkanı ve devlet ve hükümet başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in önsözüyle Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yeniden bastırıldığı, üniversitelerde ve liselerde ücretsiz dağıtıldığı gözlerden ırak tutulamaz. Milli Birlik Komitesi 38 subaydan oluşuyordu. Milli Birlik Komitesi’nin genç subaylarından yüzbaşı Muzaffer Özdağ, darbeden birkaç ay sonra, Siirt taraflarında bir geziye çıkmıştır, bir köylünün elinde bir dilekçe vardır. Köylü dilekçede yoksul olduğunu, çiftçi olduğunu, toprak istediğini söylemektedir. Bu dilekçeyi Yüzbaşı Muzaffer Özdağ’a vermeye çalışmaktadır. Köylü Yüzbaşı Muzaffer Özdağ’a kadar ulaşır, dilekçeyi verir. Muzaffer Özdağ köylüden ne istediğini anlatmasını ister. Köylü Kürtçe ile derdini anlatmaya çalışır. Muzaffer Özdağ köylüyü dinlemez. Türkçe konuşmasını ister. Köylü Türkçe bilmemektedir, konuşamaz. Yüzbaşı Muzaffer Özdağ dilekçeyi yırtar, buruşturur, top yapar, köylünün yüzüne fırlatır.
Böyle bir ortamda “demokratik” bir anayasa yapılabilir mi? Bu ilişkiler üniversitenin, profesörlerin Kürtlerini, Kürt dilinin inkarına ve imhasına aynen katıldığı anlamına gelmektedir. Bu ilişkilerde bilim zihniyeti, bilim ahlakı yoktur. Siyasal otoriteden gelen direktiflere uyarak inkar ve imhaya aynen katılarak bilim üretilemez.
Profesörler, kendi konularında çok malumatlı olabilirler ama bu bilim değildir. Bilimde doğruluğun tek ölçütü vardır o da olgulardır. Öne sürdüğünüz önermeler olgular tarafından doğrulanıyorsa orada bilimsel bir doğruluk vardır. İnkar ve imha ise olgunun görmezden gelindiği, yok sayıldığı, çarpıtıldığı bir durumu ifade eder. Bu inkardan bilim çıkmaz. Bu ancak resmi ideolojiye hizmet olur. Resmi ideolojinin bilimi, sanat hayatını yönettiği bir ortamda bilim zihniyeti zaten çok ağır bir yara almıştır.
1924 anayasasının 3. Maddesi, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyordu. Milli Birik Komitesi’nin direktifiyle profesörler tarafından yazılan 1961 anayasasında 4. Madde “egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir” ifadesi yer almaktadır. Buradaki Türk elbette etnik Türk’tür. Kürtlerde milli hareket geliştiği zaman “Türk derken, Türkiye’de yaşayan herkesi bu kavramla ifade etmeye çalışıyoruz. Kürtler, Araplar, Çerkesler herkes Türk kavramının içindedir” şeklinde bir anlayış dile getirilmektedir. Bu, resmi ideolojinin ikiyüzlü, riyakar tutumuyla ilgilidir. Kürtlerin kafasını bulandırmak, Kürt milli hareketini sulandırmak için böyle ikiyüzlü bir tutum sergilenmektedir.
Naci Kutlay’ın “21. Yüzyıla Girerken Kürtler” (Peri Yayınları, İkinci baskı, Ocak, 2011) kitabında çok ilgi çekici bir bilgi var. 27 Mayıs’la birlikte Türk olan siyasi suçlular hemen serbest bırakırlılar ama Kürt siyasi tutukluları için böyle bir süreç yaşanmaz. O zaman 49’lar Harbiye’de, Harbiye zindanlarında, hücrelerdedir. 27 Mayıs ile birlikte Kürt siyasal tutukluları hücrelerden çıkarılarak koğuşlara konur. Kürt tutuklular yeni anayasa yapımını, bu konuyla ilgili gelişmeleri bu koğuşlarda ilgiyle izlemeye çalışırlar. 49’lardan bazı arkadaşlar Anayasa Komisyonu’nda iki genç üyeye (Prof. Dr. Zafer Tunaya, Prof. Dr. İsmet Giritli) ulaşmaya çalışırlar, onlara Kürtlerin haklarından söz ederler. Komisyonda, anayasa yapımında Kürtlerin haklarından söz edilmesini isterler. 49’lardan arkadaşlar bu iki öğretim üyesine ulaşabilmişler mi, düşüncelerini iletebilmişler mi belli değil (s. 549 ) ama belli olan bir durum var. Bu olayla ilgili olarak basına yansıyan bazı haberler Milli Birlik Komitesi’nin kulağına gider. Milli Birlik Komitesi başkanı, Devlet ve hükmet başkanı Cemal Gürsel, Anayasa Komisyonu Başkanı Ordinaryüs Prof. Sıddık Sami Onar’ı arayarak, iki hocanın anayasa komisyonundaki görevine son verilmesini ister. Bu iki hocanın anayasa komisyonundaki görevine son verilir.
1990’lardaki gelişmelerden biliyoruz. Prof. Dr. İsmet Giritli’nin Kürt karşıtı bir tutumu vardır. Kürtler, Kürtçe söz konusu olduğu zaman hep resmi ideolojinin bilgilerini dile getiriyordu. Prof Dr. Tarık Zafer Tunaya daha ılımlıdır. Özel sohbetlerinde Kürtçeden, Kürtlerin haklarından söz edebiliyordu. Değerli arkadaşım Yılmaz Öztürk’le Tarık Zafer hocayı birkaç defa ziyaret etmiştik. Hoca Kemalizm’in Kürt, Kürtçe inkarını yanlış buluyordu. Hocanın bu konuyla ilgili bir yazısı olmadı ama özel sohbetlerinde bu görüşlerini açıklamıştı.
27 Mayıs’ın temel nedenine gelince: 14 Mayıs 1958’de Irak’ta bir askeri darbe meydana geldi. Albay Abdülkerim Kasım yönetimindeki askerler Kral 2. Faysal’ı ve başbakan Nuri Said’i devirdi. Kral ailesi ve başbakan ailesi Bağdat’ta linç edildi. Darbe lideri Abdülkerim Kasım, Sovyetler Birliği’nde mülteci olarak yaşayan Mele Mustafa Barzani’yi ve peşmergeleri Irak’a, Bağdat’a davet etti. Mele Mustafa Barzani ve peşmergeler döndüler. Onlar 1947’de, Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin yıkılması üzerine Sovyetler Birliği’ne sığınmışlardı, 500’ün üzerinde peşmerge…
Mele Mustafa Barzani’nin ve peşmergelerin Irak’a dönmesiyle Kürdistan Demokrat Partisi’nin legalleşmesiyle birlikte Irak’ta yeni bir anayasa yapıldı. Anayasa “Irak halkı Araplardan ve Kürtlerden oluşur” diyordu. Kürtlerin, Kürtçenin inkar edildiği, yoğun Türkleştirme programlarının uygulandığı Türkiye’de bu çok yeni bir durumdur. İşte 27 Mayıs’ın temel nedeni buydu. Bu anlayışın kuzeyi etkilemesine engel olmak…
Ama Türk siyasal kültürü bu nedeni her zaman gizlemiştir. Darbenin nedeni olarak öğrenci olayları, işçi olayları, kamu düzeninin bozulması, bozulan kamu düzenini, hükümetin yeniden kuramaması, irtica gibi nedenler gösterilmiştir. Bunlar da şüphesiz önemli nedenlerdir ama 27 Mayıs’ı tetikleyen esas unsur Kürtlere ilişkin olarak Irak’ta meydana gelen değişmelerdir.
Darbenin sabahında 485 Kürdün Sivas’da kampa alınması, 55’inin sürgün edilmesi bunlarla ilgilidir. Bu Kürtler arasında şeyhler, aşiret reisleri, geniş toprak sahipleri de vardır. O zamanki anlayış Demokrat Parti’ye bu kategorilerin destek verdiği, aynı zamanda bu kategorilerin Kürtlüğü desteklediğidir.
Abdülkerim Kasım Türkiye’nin, İran’ın, Suriye’nin de desteğiyle, Mele Mustafa Barzani’ye, Kürtlere verdiği sözü tutmadı. 11 Eylül 1961’de başladı, 1970’e kadar sürdü. 11 Mart 1970’de Kürdistan Demokrat Partisi başkanı Mele Mustafa Barzani ile Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin arasında Kürt bölgesinin özerkliği konusunda bir anlaşma yapıldı. 12 Mart 1971 darbesinin temel nedeni de budur. Bu özerkliğin kuzeydeki Kürtleri etkilemesine engel olmak… Bunun için çeşitli önlemler alındı.
12 Eylül 1980’in, 28 Şubat 1997’nin Kürt-Kürdistan sorunuyla bağlantılı olarak çok önemli nedenleri vardır.
İfade Özgürlüğü, Akademik Özgürlük
İfade özgürlüğü yoksa akademik özgürlüğün hiçbir değeri yoktur. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri kurumlaşmamışsa, üniversite muhtariyetinin, üniversite özerkliğinin, bilimsel özerkliğin içbir değeri yoktur. Bu ilişkiler Prof. Dr. Atila Yayla olayında bütün açıklığıyla yaşanmıştır.
Atila hoca İzmir Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, yani hükümet eden partinin gençlik kolunda bir konuşma yapar. Avrupa Birliği ve Türkiye konulu bir konuşma. Konuşmada Mustafa Kemal Atatürk için “bu adam”, “her yerde bu adamın heykelleri” gibi sözcükler geçer. Bu konuşma basında mübalağalı bir şekilde yer alır. Savcılık bu konuşmayı ihbar kabul eder, soruşturma açar. Ankara’da Gazi Üniversitesi rektörlüğü bu haberi ihbar kabul eder, idari soruşturma açar, hocaya derse girme, ders verme yasağı getirilir. Adli soruşturma sonunda dava açılır. Dava mahkumiyetle sonuçlanır. Siyaset bilimleri profesörü Atila Yayla… Burada akademik özgürlüğün hiçbir değeri yoktur. İfade özgürlüğü yoksa akademik özgürlük elbette hiçbir şey değildir. Fakat üniversitenin ifade özgürlüğü diye bir sorunu yoktur. Üniversite ifade özgürlüğünü, insan hakları kurumlarının, insan hakları savunucularının işi saymaktadır.
İnsan hakları kurumları, insan hakları savunucuları ifade özgürlüğünü elbette yoğun bir şekilde savunmaktadır. Ama ifade özgürlüğü en başta üniversite tarafından savunulmalıdır. Üniversitenin ifade özgürlüğünü savunmaması, Türk düşün hayatının çok önemli bir açmazıdır.
Bu durumu rektör adaylarının öğretim üyelerine yayınladıkları kitapçıklarda, broşürlerde izlemek mümkündür. Bugün Türkiye’de 180 civarında üniversite vardır. Rektör adaylarının hiçbirinin broşüründe “Bilim ortamı ancak ifade özgürlüğünün, özgür eleştirinin dinamik bir şekilde işlemesiyle oluşur. Ülkede ifade özgürlüğünün gelişmesi, kurumlaşması için yoğun çalışmalar yapacağım. Bu konuyla ilgili olarak, hükümetle, cumhurbaşkanıyla, TBMM ile sürekli olarak konuşacağım. Bu konuyla ilgili olarak baskı grupları oluşturmaya çalışacağım” şeklinde bir ifade yoktur.
Türk üniversitesi hiçbir zaman bilimi yüce bir değer olarak savunmamıştır. Her zaman resmi ideolojinin çıkarlarını savunmuştur. Buna “bilim” demiştir. Bu, özellikle sosyal bilimlerde böyledir. Hukuk gibi normatif bilimlerde de böyledir. Değer savunmak, çıkar savunmak çok farklı olan iki süreçtir. Değer her şeyden önce evrenseldir. Çıkar ise resmi ideolojinin çıkarıdır. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu belirtmek gerekir. İnkar, imha resmi ideolojinin çıkarları doğrultusunda işlemektedir.
Boğaziçi Üniversitesi’nin “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri” konferansıyla her yıl tekrarlanan “Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı”yla Ekümenik Patrik Bartholomeos’a, İsmail Beşikçi’ye Fahri Doktora unvanı vermesiyle, bu ilişkilerde ezber bozucu bir niteliği vardır.