Bremen Seyahati: Kürd PEN Bremen Kongresi

'' Tarihsel deneyimler bize göstermektedir ki bilimsel ilerleme, kültürel uyanış ve sanatsal üretim çoğu zaman millî burjuvazinin öncülüğünde kurumsallaşmıştır. Avrupa’daki Rönesans hareketleri ve modernleşme süreçleri, bu sınıfın ekonomik gücünü kültür ve bilime aktarmasıyla mümkün olmuştur. Ne var ki, Kürd toplumunda bu tarihsel işlevi üstlenmesi gereken sınıf son derece zayıf kalmıştır. Millî burjuvazinin yokluğu, sanat akademilerinin, kültür kurumlarının ve bilimsel enstitülerin kökleşmesini engellemiştir.''

11 Eylül 2025 - 15:51
11 Eylül 2025 - 15:51
 0
Bremen Seyahati: Kürd PEN Bremen Kongresi

Haziran ayında, Kürd PEN yönetim kurulu üyesi Salih Kevirbirî’nin telefon ve yazılı mesajlarla ilettiği davet, bizler için sıradan bir etkinlik çağrısından çok daha fazlasını ifade ediyordu. 6-7 Eylül tarihlerinde Bremen’de düzenlenecek olan PEN Kongresi’ne yalnızca ülke içinden Kürd edebiyatının ve düşünce dünyasının yazar ve aydınları değil, aynı zamanda diasporadan da çok sayıda yazarın katılımının olacağı söylendi. Kongreye, Kuzey Kürdistan’da Kürdoloji biliminin öncü kurucu ismi Dr. İsmail Beşikçi onur konuğu, ben ise katılımcı olarak davet edilmiştik. Bu daveti kabul ederek hazırlıklarımızı yaptık ve 4 Eylül’de Bremen’e doğru yola çıktık.

Seyahat öncesinde Prof. Dr. Hüseyin Bektaş’tan gelen mesaj, yolculuğumuza başka bir anlam katmıştı. Kendisiyle daha önce Mezopotamya Tıp Kongreleri sırasında tanışmış ve WhatsApp üzerinden zaman zaman yazışmıştık. Prof. Dr. Hüseyin Bektaş’ın öncülüğünü yaptığı bu kongrelerin en büyüğü geçtiğimiz yıl Hewlêr’de yapılmış, Kürdistan’ın dört parçasından 1300’ü aşkın doktoru bir araya getirmişti. Kürdistan Başkanı Mesud Barzani’nin de katıldığı ve konuşma yaptığı bu büyük buluşmanın koordinatörlüğünü üstlenen Prof. Dr. Hüseyin Bektaş yalnızca bir hekim değil, aynı zamanda millî duruşuyla tanınan bir Kürd aydınıydı. Onun daveti, akademi ve entelektüel dayanışma fikrinin sahici bir pratiğe dönüşmesiydi.

Bremen’e vardığımızda Prof. Hüseyin Bektaş’ın eşi Naciya Hanım bizi havaalanında karşıladı. Heyetimiz Dr. İsmail Beşikçi, İbrahim Gürbüz ve Nihat Gültekin’den oluşuyordu. Bizi otele götürdükten sonra Naciya Hanım evine gitti. Akşama doğru Prof. Dr. Hüseyin Bektaş bizi otelden alıp evine götürdü. Naciya, kendi elleriyle hazırladığı geleneksel Kürd yemeklerinden oluşan sofrada bir araya geldik. Bu akşam yemeği sadece bir ikram değil; diasporada, sürgünün ortasında bile Kürd misafirperverliğinin ve kolektif hafızasının ete kemiğe büründüğü bir ortamdı.

Bu akşamki soframıza değerli iki konuk daha katıldı: Hak ve Özgürlükler Partisi eski Genel Başkanı Sertaç Bucak ve Nazım Tursun. Ancak Sertaç Bucak kısa süreliğine aramızda bulunabildi; ertesi gün Diyarbakır’a döneceğini söylediği için vedalaşıp ayrıldı. Onun ardından sohbet Serhat Bucak’a yöneldi. İsmail Beşikçi’nin 1980’li yıllarda avukatlığını üstlenen Serhat Bucak’ın adı anıldığında içimizde derin bir merak uyandı. Yılların yükünü taşıyan bu direnişçi avukatla karşılaşmayı hem biz hem de Beşikçi arzuluyordu. Prof. Dr. Hüseyin Bektaş, Serhat Bucak’la iletişim kurdu, ona bizden bahsetti.

Kısa süre sonra, yürümekte zorlanmasına rağmen bastonuna yaslanarak eve geldi. Kapıdan içeri adım attığında yılların hasreti tek bir sarılışta eridi. İsmail Beşikçi ile Serhat Bucak’ın birbirlerine kucak açmaları kelimelerle anlatılamayacak bir atmosfer yarattı; sanki o an tarihin kendisi bir kez daha ete kemiğe bürünmüştü.

Beşikçi’nin devlet güvenlik mahkemelerinde yaptığı o unutulmaz savunmaların yanında, Bucak’ın “aslan gibi kükreyen” sesi hâlâ belleğimizde çınlıyordu. Onun mahkeme salonlarında gösterdiği cesur duruş, sıradan bir avukatın rolünü çoktan aşmıştı. Çoğu insanın yargı önünde ezildiği o karanlık dönemlerde Bucak dimdik durur, özgüveniyle ve gür sesiyle adaletin susmayan yankısı olurdu. Benim de 1980’lerdeki avukatım olan Bucak’ın, hâkimlerin ve savcıların otoriter bakışları karşısında “aslan gibi kükreyen” sesi hâlâ kulaklarımda.

Gece boyunca sohbetler derinleşti; geçmişin anıları yeniden gün yüzüne çıktı. Beşikçi ile Bucak arasında yıllar öncesinden kalan dava salonlarının kokusu, zincirlerin sesi, bir halkın direnişinin yankıları yeniden canlandı. Sohbetin her satırında Bucak’ın özünde taşıdığı Kürdistani kimlik ve Kürdlerin bağımsızlığına duyduğu sarsılmaz inanç apaçık görünüyordu. Dışarıdan kimi zaman “Türkiyeci” çizgide görünse de onun kalbi daima Kürd ulusal davası için atıyordu.

O gece tanık olduğumuz yalnızca bir avukat ile bir müvekkilin buluşması değildi; bu, tarihin direnişçi figürlerinin yeniden yan yana gelişiydi. Gözlerindeki parıltı, sözlerindeki cesaret, Kürd halkının belleğinde unutulmaz bir iz bırakan o günlerin hâlâ canlı olduğunun göstergesiydi. Bir süre sonra Serhat Bucak vedalaşarak ayrıldı; geride ise hafızamıza kazınmış, kolay kolay silinmeyecek bir buluşmanın derin yankıları kaldı.

Yemek esnasındaki sohbet, geleceğe dair umut verici bir fikre odaklanmıştı: İsmail Beşikci Kürdoloji Akademisi ve Kürd Ulusal Bilimler Akademisi’nin kuruluş süreçleri. Bugün Amerika’dan Rusya’ya pek çok ulusun sahip olduğu sosyal ve pozitif bilimler akademilerinin Kürdler için de hayati bir ihtiyaç olduğu açıktı. Sosyal bilimlerden mühendisliğe, tıptan teknolojik araştırmalara kadar geniş bir alanda Kürd toplumunun bilimsel üretime duyduğu ihtiyaç tartışılmazdı. İsmail Beşikci Vakfı’nın öncülüğünde sürdürülen İsmail Beşikci Kürdoloji Akademisi’nin yanı sıra Prof. Dr. Hüseyin Bektaş’ın öncülüğünü yaptığı ve aralarında Dr. İsmail Beşikçi, Dr. Başak Berzenci, Prof. Dr. Gazi Zebari, Prof. Dr. Marina Taloyan ve Prof. Dr. İlhan Kızılhan gibi isimlerin bulunması, projenin uluslararası düzeydeki önemini gözler önüne seriyordu.

Prof. Dr. Hüseyin Bektaş’a, 35 yıldır sürdürdüğüm Kürd kültür, sanat ve bilim kurumlaşması çalışmalarındaki tecrübelerimi ve son olarak Kürdistan’ın güneyinde kuruluşunu gerçekleştirmeye çalıştığımız İsmail Beşikci Kürdoloji Akademisi deneyimimizi paylaştım. Hükûmet tarafından tahsis edilen bir arsa üzerine inşa edilecek olan binamızın, ileride Kürd Ulusal Bilimler Akademisi için de bir başlangıç olabileceğini söyledim. İsmail Beşikci Kürdoloji Akademisi bünyesinde kendilerine bir ofis tahsis edebileceğimizi, buradan hareketle bu çalışmanın başlatılabileceğini önerdim. Bu önerimin dayanışma ve iş birliğinin her iki girişimi de güçlendireceğini ifade ettim. Sosyal bilimlerde sürdürdüğümüz tarih, coğrafya, etnografya ve kültür çalışmalarıyla pozitif bilimlerde tıp, ziraat ve mühendislik alanındaki çabaların birbirini tamamlayabileceğini dile getirdim.

Bremen yolculuğu yalnızca bir konferans katılımı değil, aynı zamanda bir ufuk açılışıydı. Kürdlerin sömürgecilik koşullarında parçalanmış toplumsal varlığına rağmen, diaspora ile ülke içindeki aydınların omuz omuza verdiği bu tür girişimler, gelecekte ulusal bilimler akademisinin hayata geçirilmesinin mümkün ve gerekli olduğunu ortaya koyuyordu. Bu adımlar, Kürd toplumunun yalnızca politik özgürlüğü değil, aynı zamanda bilimsel özgüveni için de vazgeçilmezdir.

Tam bu noktada önemli bir gerçeği dile getirmek gerekir. Tarihsel deneyimler bize göstermektedir ki bilimsel ilerleme, kültürel uyanış ve sanatsal üretim çoğu zaman millî burjuvazinin öncülüğünde kurumsallaşmıştır. Avrupa’daki Rönesans hareketleri ve modernleşme süreçleri, bu sınıfın ekonomik gücünü kültür ve bilime aktarmasıyla mümkün olmuştur. Ne var ki, Kürd toplumunda bu tarihsel işlevi üstlenmesi gereken sınıf son derece zayıf kalmıştır. Millî burjuvazinin yokluğu, sanat akademilerinin, kültür kurumlarının ve bilimsel enstitülerin kökleşmesini engellemiştir.

Bu durumun nedenleri yalnızca içsel faktörlerle açıklanamaz; esasen sömürgeci güçlerin Kürdistan’da sermaye birikimine izin vermemesi, millî burjuvazinin sağlıklı bir şekilde oluşumunu baştan engellemiştir. Bugün çok büyük servetlere sahip Kürd iş insanlarının varlığı inkâr edilemez; ancak ne yazık ki bu zenginlik, ulusal varoluşu besleyecek bilimsel ve kültürel kurumlara yönelmemektedir. Oysa bir toplumun özgürleşebilmesi iki temel dayanağa bağlıdır: Birincisi siyasal ve diplomatik örgütlenme, ikincisi ise sanat, kültür ve bilimin kurumsal temellerinin inşa edilmesidir. Eğer bir ulus bu ikinci ayağı ihmal ederse, aydınlanma süreci sekteye uğrar ve uzun vadede tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Bu bağlamda, Prof. Hüseyin Bektaş’ın öncülüğünde gelişen Kürd Ulusal Bilimler Akademisi girişimi ile İsmail Beşikci Vakfı’nın yürüttüğü Kürdoloji Akademisi çalışmaları, Kürd toplumu için yaşamsal bir önem taşımaktadır. İlki, tıp ve mühendislik başta olmak üzere pozitif bilimlerde kurumsallaşmayı hedeflerken; ikincisi, tarih, coğrafya, antropoloji, arkeoloji, edebiyat ve kültür alanlarında çalışmalar yürütmeyi amaçlamaktadır. Bu iki girişim, birbirini tamamlayan iki damar olarak, Kürd toplumunun aydınlanmasının temelini oluşturabilir.

Bugün ihtiyaç duyulan şey, Kürd iş insanlarının ve Güney Kürdistan hükûmetinin bu kurumların ete kemiğe bürünmesi için aktif ve kararlı bir destek sunmasıdır. Aksi takdirde genç kuşaklar, geçmişte olduğu gibi marjinal sol hareketler ya da dinî fanatik örgütlerin etkisine kapılarak Ortadoğu’nun karanlık dehlizlerinde yok olup gideceklerdir. Kürd toplumunun geleceği tam da bu kurumların inşasına bağlıdır; ulusal onur ve varoluş ancak bilimsel ve kültürel kurumsallaşma ile güvence altına alınabilir.

5 Eylül günü Bremen’in kalbine doğru atılan adımlarımız, yalnızca bir şehir gezisinin değil, aynı zamanda tarihin izlerini sürmenin de kapısını araladı. Prof. Hüseyin Bektaş’ın yakın dostu Nazım Tursun, elli yıla yakın tecrübesi ve şehre sinmiş birikimiyle adeta profesyonel bir rehber edasıyla bizi şehrin damarlarında dolaştırdı.

Bremen’in merkezine vardığımızda, taş sokaklarda yürürken bir yandan Orta Çağ’ın ihtişamlı mimarisini, diğer yandan II. Dünya Savaşı’nın kara gölgelerini hissettik. Naziler döneminde bombaların harabeye çevirdiği mahallelerin yıkıntı hatıralarıyla, savaşın elini değdiremediği bölgelerin dimdik ayakta duran görkemi yan yana duruyordu. Kiliseler, senato binası ve belediye binaları; her biri geçmişin farklı bir yüzünü sergileyen sessiz tanıklar gibiydi.

Nazım Tursun, yalnızca sokakların taşlarını değil, aynı zamanda belleğin derinliklerinde saklı olan hikâyeleri de önümüze serdi. Onun sesinde Bremen, yalnızca bir turistik merkez değil; tarih ile günümüzün diyalog kurduğu canlı bir sahneye dönüştü. Bizim açımızdan bu gezi, sıradan bir turistik dolaşmanın ötesinde, kültürle tarihin iç içe geçtiği bir deneyim oldu.

Nazım Tursun yalnızca şehrin sokaklarını değil, aynı zamanda Kürd kültürünün ufuklarını da aralayan bir isim. Elli yıldır Bremen’de yaşayan Tursun, Kürd sanatı ve müziği üzerine kapsamlı bir kitap çalışmasını bitirme aşamasında. Onun anlatımındaki derinlik, bu eserin sadece akademik bir katkı değil, aynı zamanda Kürd kültürü açısından ufuk açıcı bir başvuru kaynağı olacağını düşündürüyor. Bir şehri gezmekten öte, bir kültür atlasında dolaşıyormuşçasına hem mekânın hem de düşüncenin zenginliğini yaşadık.

Kürd PEN’in yönetim kurulu seçiminin yapıldığı son oturum, dönüş yolculuğumuzla çakıştığı için ne yazık ki katılamadık. Ancak daha sonra seçimlerin tamamlandığını ve eşbaşkanlığa Yahudi Kürdü Mîran Abraham’ın seçildiğini öğrendik. Bu haber bizi gerçekten çok mutlu etti. İsmail Beşikçi ve İsmail Beşikçi Vakfı olarak kendisini kutlayan bir mesaj da ilettik. Dilerim Kürd PEN, onun öncülüğünde çok başarılı çalışmalar ortaya koyar ve Kürt ulusuna ışık olur.

İlk olarak, Kürdistan’ın sömürgeleştirilme tarihini kronolojik bir çerçevede özetledi. 1900’lerin başında Kürdistan’ın nasıl bölünüp parçalandığını; Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan ve Filistin’in mandalar hâlinde kurulup daha sonra devlete dönüştüğünü, bu süreçte 22 Arap devletinin ortaya çıktığını hatırlattı. Ancak aynı dönemde Kürdlere bırakın bir devlet, bir manda dahi verilmediğini anlattı. Bu, Kürd tarihinin en ağır kırılma noktasıydı. 1920’li yıllarda uluslararası güçler bir nizam kurduklarını, ancak kurulan bu nizamda Kürdlere bir statü verilmediğini ifade etti.

İkinci olarak, yüzyıldır Türk siyasal sisteminin Kürd dili ve kültürü üzerinde yürüttüğü asimilasyon politikasını anlattı. Bu politikanın yalnızca idarî değil, aynı zamanda şiddet, işkence, infaz ve toplu kıyımlarla yürütüldüğünü belirtti. Ancak özellikle PKK ve onun çizgisindeki siyasal partilerin, HEP’ten DEP’e, oradan DEM’e kadar hayatın her alanında Kürdçeyi esas almadıklarını; hatta PKK’ye Doğu, Batı ve Güney Kürdistan’dan katılanların Türkçe öğrenmek zorunda bırakılmasının ve cezaevlerinde de bunun bir uygulama hâline gelmesinin aslında Türk sömürgeciliğinin dil kırımı politikasına gönüllü bir katkı anlamına geldiğini vurguladı. Bu nedenle PKK’nin ve DEM’in Kürdçeye yeterince değer vermeyen, asimilasyon sürecine dolaylı hizmet eden politikalarının sert biçimde eleştirilmesi gerektiğini belirtti. Kürd yazarlarının, dil meselesinde bu gönüllü ihmali ısrarla sorgulaması gerektiğinin altını çizdi.

Üçüncü vurgu, Kürdlerin geleceğine ilişkin ittifak stratejilerine dairdi. Beşikçi, Orta Doğu’daki Türk, Arap ve Fars devletlerinin ve diğer İslam devletlerinin hem İsrail’in varlığını hem de bir Kürdistan devletinin oluşumunu istemediklerini; her seferinde Kürdleri soykırımla karşı karşıya bıraktıklarını dile getirdi. Bu nedenle Kürdlerle İsrail’in düşmanlarının ortak olduğuna dikkat çekerek, Kürdlerin Amerika ve İsrail ile stratejik bir ittifak geliştirmesi gerektiğini savundu. Ona göre bu ittifak, Kürdlerin geleceği ve varoluşu için kritik önemdeydi.

Dördüncü olarak: Beşikçi konuşmasını Kürdlerin yaşadığı soykırımlara bağladı. Dersim’den Ağrı’ya, Zîlan’dan Koçgiri’ye, Sason’dan Enfal ve Halepçe’ye kadar bütün bu büyük trajedilerin temel nedeninin “devletsizlik” olduğunu söyledi. Eğer Kürdler bir devlete sahip olmazlarsa, bu tür soykırımların tekrarlanacağını; dahası kendi mezarlarını bile koruyamayacaklarını vurguladı.

İsmail Beşikçi’nin bu dört eksende dile getirdiği konuşma yalnızca bir tarih anlatısı değil; Kürdlerin geleceğine dair uyarılarla ve stratejik önerilerle dolu, sarsıcı ve ufuk açıcı bir çağrı niteliğindeydi.

İsmail Beşikçi’nin çarpıcı konuşmasının ardından bu kez söz, Kürd PEN Başkanı Ömer Fidan’a verildi. Onun konuşması da dikkat çekici vurgularla doluydu. Özellikle üzerinde durduğu nokta, “dil soykırımı” kavramıydı. Yüzyıldır süregelen devletin asimilasyon politikalarının son yıllarda farklı bir biçime büründüğünü, artık devletin bu politikaları doğrudan değil, “Kürdlerin eliyle” hayata geçirmek istediğini ifade etti. Bu yaklaşımı şu sözlerle somutlaştırdı: “Biz devlet olarak, Kürdçe istiyoruz; ama asıl Kürdler istemiyor” söylemi üzerinden meseleyi tersyüz etmektedir. Fidan, bu nedenle Kürdlerin öncelikle Kürdçe konuşma ve yazma konusunda seferber olmaları gerektiğini; ağırlık merkezini dil mücadelesine yoğunlaştırmaları gerektiğini güçlü bir biçimde vurguladı. Ana dilde eğitim talebini de bu bağlamda bir temel hak ve varlık meselesi olarak ortaya koydu.

Ömer Fidan’ın konuşmasının bir diğer ilginç boyutu ise, Kürdistan’ın coğrafi parçalanmasını ifade etme biçimine yönelik önerisiydi. Alışılagelmiş “Kürdistan’ın parçaları” tanımları yerine “Çar Aliyê Kurdistanê”, yani “Kürdistan’ın dört yanı” kavramını kullanmanın daha doğru olduğunu savundu. Bu öneri yalnızca dilsel bir tercih değil; aynı zamanda Kürdistan’ın parçalayıcı terminolojisinden uzaklaştırarak bütünlüğü ve ulusal birliği vurgulamayı hedefliyordu. Bu yaklaşım benim de çok ilgimi çekti; yazılarımda ve makalelerimde benzer şekilde kullandığım ifadelerle örtüşen bir kavrayış olduğunu düşündüm.

Fidan’ın konuşmasının bir diğer çarpıcı yönü ise gazeteci-yazar Nedim Turfent’in tutuklanmasına dair uluslararası PEN örgütlerinin tavrıydı. Dünyada aralarında Kürd PEN’in de olduğu 43 PEN merkezi bu tutuklamayı protesto eden mesajlar göndermişken, yalnızca Türk PEN tutumunu farklılaştırmıştı. Türk PEN’in yayımladığı açıklama büyük harflerle, kalın siyah puntolarla ve altı çizilerek “Gazeteci-yazar Nedim Turfent’i desteklemiyoruz” ifadesini içeriyordu. Bu durum ibret verici bir tablo ortaya koyuyordu. Bana, İsmail Beşikçi’nin altmış yıla yakın bir süredir kullandığı “Türk düşüncesi” kavramını hatırlattı. Beşikçi, onlarca kitabında bu kavramı açımlamış; Türk üniversitelerinden Türk basınına, Türk yargısından Türk odalarına ve tüm kurumlara kadar bir koronun, Kürdlüğün yok edilmesi ve hakların gasp edilmesi için seferber olduğunu yazmıştı. Şimdi Türk yazarlarının da bu koronun aktif bir üyesi olduklarını, bu açıklamalarıyla açıkça ilan ettikleri görülüyordu.

7 Eylül günü, yani Bremen seyahatimizin son gününü Prof. Dr. Hüseyin Bektaş ve değerli eşi Naciya Bektaş ile birlikte geçirdik. Sabah kahvaltısından sonra, evlerinin hemen karşısında bulunan Bremen Eyaleti’nin en önemli müzelerinden birinin yer aldığı alana doğru yürüdük. Orada, Naciya Hanım bize müzenin karşısındaki meydanı gösterdi. Meydanda bir tabela vardı: Üzerinde “Jîna Mahsa Amini” yazıyordu. Naciya Hanım, bu tabelanın buraya nasıl konulduğunun hikâyesini bizimle paylaştı.

Bir sendikacı ve sosyal projelere gönül vermiş bir Kürd kadını olarak Naciya Bektaş, Jîna Mahsa Amini’nin vahşice katledilmesinin ardından araştırmalar yaparken bu meydanın isimsiz olduğunu fark etmiş. Ardından müze yönetimine başvurmuş ve meydanın “Jîna Mahsa Amini” adını taşımasını talep etmiş. Yaklaşık bir yıl süren bu süreçte kurulda tartışmalar yaşanmış; fakat Naciya Hanım ısrarla ve kararlılıkla bu ismin önemini savunmuş. Sonunda onun dirayetli mücadelesiyle kurul oy birliğiyle bu ismin kabul edilmesine karar vermiş. Böylece Bremen’de bir meydana, bir Kürd kadının adı verilmiş oldu. Bu, Karakoçanlı bir Kürd kadının tek başına verdiği onurlu bir mücadelenin zaferiydi. Böylesi bir başarı öyküsü yalnızca yerel değil, evrensel bir anlam taşıyordu.

Böyle değerli bir aileyle tanışmış olmak bizim için de büyük bir mutluluktu. Prof. Dr. Hüseyin Bektaş’ın bilim alanındaki mücadelesi, millî duruşu ve akademik çabaları; Naciya Bektaş’ın sosyal duyarlılığı ve insan hakları eksenli girişimleri, takdire şayan bir bütünlük sergiliyordu. Onların en önemli özelliği, siyaset üstü duruşları ve bugüne dek yaptıkları tüm çalışmaların ulusal bir çerçevede olmasıydı. Bu, günümüz koşullarında Kürd toplumu için çok kıymetliydi.

Ne yazık ki Kürd siyaseti, özellikle sol siyaset, kendi yanlış politikaları yüzünden çok değerli imkânları heba etmişti. Yedi dil bilen gençler dağlara sürülmüş, heba edilmiş; Kürdistan’ın en parlak doktorları, en parlak aydınları aynı akıbete uğramıştı. Sonuçta ise hiçbir şey talep etmeyen, en temel kolektif hakları dahi gündeme getiremeyen bir noktaya gelinmişti. Bu tablo, ulusal çerçevede üretim yapan bağımsız ve ilkeli ailelerin değerini daha da artırıyordu.

Bu anlamda bizleri ağırlayan, misafir eden ve gezdiren Prof. Dr. Hüseyin Bektaş ve değerli eşi Naciya Bektaş’a şükran borçluyuz. Ayrıca bir gezintide bize eşlik eden komşuları Avukat Naif Kaya, eşi Berna Kaya ve arkadaşı Nazım Tursun da bu yolculuğun güzelliğini pekiştiren dostlarımız oldular. Onlarla yaptığımız sohbetler, bu seyahatin hatırasına ayrı bir zenginlik kattı.

Bremen seyahati boyunca edindiğimiz bu dostlukların gelecekte de gelişerek süreceğine inanıyorum. Çünkü böylesi aileler; ulusal değerleri omuzlayan, kendi alanlarında özveriyle çalışan, siyasetin günlük çekişmelerinin ötesinde duran şahsiyetler, Kürd toplumunun aydınlanma yolundaki en kıymetli dayanaklarıdır. Ve umarım bu tür ailelerin sayısı dünyanın dört bir yanında her geçen gün artar.

Kürd PEN’in yönetim kurulu seçiminin yapıldığı son oturum, dönüş yolculuğumuzla çakıştığı için ne yazık ki katılamadık. Ancak daha sonra seçimlerin tamamlandığını ve eşbaşkanlığa, Çağımızın Sokratesi İsmail Beşikci kitabımın ingilizce basımını gerçekleştiren Şanedar Yayınevi’nin yöneticisi Yahudi Kürdü Mîran Abraham ile Rojvîn Perîşan’ın seçildiğini öğrendik. Bu haber bizi gerçekten çok mutlu etti. İsmail Beşikçi ve İsmail Beşikçi Vakfı olarak kendilerini kutlayan bir mesaj da ilettik. Dilerim, Kürd PEN onların öncülüğünde çok başarılı çalışmalar ortaya koyar ve Kürd ulusuna ışık olur.

                                                                                                             

 

 

Bu yazı toplam 841 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 17:52:05