26 Kasım günü, Akademiya Kurdî’de, Akademiya Kürdî Başkanı Dr. Fettah Botanî’nin ve Yekîtiya Nivîskaran Başkanı Kek Mem Botani’nin de katıldığı bir konferans gerçekleşti.
27 Kasım’da Barzan’da, ve Duhok Üniversitesi’nde incelemeler gerçekleşti. Duhok Üniversitesi’ndeki toplantıya, Rektör, Prof. Dr. Mosleh Duhoky ve üniversitenin hocaları katıldı. Üniversitenin bünyesinde, İsmail Beşikci Sosyal Bilimler Enstitüsü kurma projesi üzerine konuşmalar yapıldı. Benzer bir konuda, Duhok Valiliği’nde, Vali Fettah Etrûşî’nin ve Duhok’tan pek çok aydının ve basın mensubunun katıldığı bir toplantı gerçekleşti.
23 Kasım Günü, Hewlêr’de, Şıwan Perwer Vakfı tarafından düzenlenen Başkan Mesut Barzani’nin de katıldığı ve Kültür Bakanı Halit Doski’nin açış konuşmasını yaptığı, Madame Mitterand’la ilgili bir anma toplantısı da gerçekleşmişti. Vakıf olarak bu toplantıya da katıldık. Bütün bu etkinliklerde Barzani Vakfı bizimle birlikteydi.
Bu etkinliklere ilişkin olarak da bir yazı hazırlanacak. Burada 28 Kasım günü Şengal’e yapılan ziyaretten söz etmek istiyorum.
Erken bir saatte, asayişten korumalar eşliğinde, Duhok’tan ayıldık. Konvoy halinde gidiyorduk. Konvoyda bizden başka arkadaşlar da vardı.
Duhok’dan ayrıldıktan sonra, sınırı takip ederek Şengal’e vardık. Irak-Suriye sınırı… Sınırın her iki tarafında da Kürdler yaşıyor. Aynı topraklar, aynı bitki örtüsü, aynı köy yapıları… Köyler bölünmüş, aşiretler bölünmüş, aileler bölünmüş. Sınır boyunda ilerlerken bu tarihsel geçmişi düşünüyorsunuz. Dikenli teller, mayın tarlaları, gözetleme kuleleri, casus uçakları… Kürtleri birbirlerinden tecrit etmek için, tecridi yaygınlaştırmak ve derinleştirmek için etkili bir şekilde yaşama geçirilmiş.
Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması… Birinci Dünya Savaşı sonları… 1920’ler, Milletler Cemiyeti dönemi… Dönemin iki emperyalist gücü, Büyük Britanya ve Fransa, Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu/Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu/Yeni İran Şahlığı, birbirleriyle organize bir şekilde bu sürecin yaşanmasını sağladılar.
Birinci Dünya savaşı sonunda, Araplar da bölündü, ama Araplar, daha sonraki yıllarda ayrı ayrı devletler olarak ortaya çıktılar. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Asuri-Süryani halkının, İran, Irak, Türkiye arasında kalarak, bölünerek bir trajedi yaşamasını da belirtmek gerekir.
Kürdistan’ın ve Kürtlerin bölünmesi, parçalanması, paylaşılması… Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir etki yaratıyor. Bu süreci pekiştirmek için Kürdistan üzerinde egemen olan devletler bin bir türlü entrika geliştirmiş, katliam, sürgün, soykırım, yakılmış yıkılmış evler köyler, asimilasyon… Sınırda ilerlerken bunları düşünüyorsunuz. Zaman ve mekan içinde bu süreçlerin bilincine varmak önemlidir. Eğer, “devlet istemiyoruz, bayrakla, marşla sorunumuz yoktur” derseniz, bu entrikaların anti-Kürt gelişmelerin bilincine varamazsınız. Böyle konular zihninize hiç çarpmaz. Bu anti-Kürt sürecin devam ettiği de açıkça görülüyor. 1930’larda dönemin Adalet Bakanı Ord. Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt “Türkiye’de, Türk olmayanların, kendini Türk hissetmeyenlerin tek bir hakkı vardır, o da Türklere hizmetçilik yapma hakkıdır” diyordu. 2015 Kasım’ını, Silvan’ı hatırlayalım. Silvan’da özel tim duvarlara ne yazıyordu? Halbuki Kürdistan’a, Kürd toplumunun geçmişine bakmak çok önemlidir.
Fuat Önen, bir konuşmasında dünyada iki-üç milyon nüfusa sahip devletlerden söz ederek şöyle diyordu: “Kürtlerin iki yüz yıldır özgürlük ve vatan için verdikleri mücadelede gerçekleşen şehit sayısı, bu devletlerin nüfusundan daha fazladır.” Kürdistan’ın, Kürtlerin neden bir statü sahibi olmadıklarının incelenmesi elbette çok önemlidir. Dünya uluslar ailesine katılmak, dünya uluslar ailesinin eşit bir üyesi olmaya çalışmak elbette ihmal edilemez. Nüfusu ancak binlerle ifade edilebilen devletlerin Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da 50 milyonun üstündeki Kürdün geleceğinin belirlenmesinde rol sahibi olmalarına izin verilmemelidir. Bu çerçevede yüksek Kürt bilincinin oluşturulması önemlidir.
Şengal’de, Şêx Şerfettin’de, Qasım Şeso ve oğlu Nasır’la karşılaştık. Baba oğul peşmerge kıyafeti içindeydiler. Nasır Şeso’nun gömleğinin sol cebinin üstünde yer alan demir levhada Kürdistan Army yazıyordu.
Kürdistan Army sözleri zihnimde çeşitli duyguların, düşüncelerin uçuşmasını getirdi. Peşmerge güçlerinin birleştirilmesi ve güçlü bir Kürdistan ordusunun yaratılması önemlidir. Siyasal partilere bağlı ordularla hiçbir şey olmaz. Siyasal partilere bağlı ordularla demokrasi olmaz, özgürlük olmaz. Bu Irak’a güç verir, Kürtlere değil. Güçlü bir Kürt ordusu Kürdistan ordusu yaratılması kaçınılmaz olmalıdır. Kaldı ki IŞİD yenilse ve Kürdistan topraklarından tamamen çıkarılsa bile Kürdistan başka tehditlerle de karşı karşıyadır. Şii milisler, Heşti Şabi, Kürtlere, Kürdistan’a saldırabilir. Peşmerge güçlerinden Dr. Süleyman Çürükkaya son yazılarında sık sık bu tehlikelere işaret etmektedir. Peşmerge güçlerinin birleştirilmesi, güçlü bir Kürdistan ordusu yaratılması bu bakımdan çok önemlidir.
Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi iki önemli görevle karşı karşıyadır. 2014 Haziranından yani IŞİD’den önce Kürdistan Bölgesel Yönetimi Güney Kürdistan’ın, Başur’un % 65 kadarını denetim altında tutuyordu. Hewlêr, Duhok, Süleymaniye… Geriye kalan topraklar Kürdistan’dan koparılmış alanlardı. Bağdat’taki merkezi hükümet, anayasanın 140. Maddesinin gereklerini yerine getirmiyordu.
IŞİD, Şengal’le birlikte Kürdistan’dan koparılan diğer alanlara da saldırdı. Peşmerge kısa zamanda IŞİD’i, Kürdistan’dan koparılan alanlardan çıkardı. Kerkük, Hanekin gibi alanlar peşmergenin denetimi altına girdi. Koalisyon güçlerinin askeri desteği ve hava desteği bu süreçte peşmergeye yardımcı oldu. IŞİD’le savaş sürecinde Başur’un % 90’a varan bölümü Kürdistan Bölgesel Yönetiminin denetimine girdi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi buralarda fiili olarak denetim kurdu. 12 Kasım 2015’te Şengal’in IŞİD işgalinden kurtarılmasından sonra bu oran % 95-96’ya yükseldi. Kürdistan’dan koparılan bu alanların en kısa zamanda Kürdistan’a katılması için çalışmalar yapılması Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin önündeki önemli bir görevdir.
Şengal elbette Kürdistan’a katılmalıdır. Kürdistan içinde özerk bir yapıya sahip olmalıdır.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ve başkan Mesut Barzani’nin önündeki ikinci önemli bir görev de en kısa zamanda Kürdistan’a katılması istenen alanlar da dahil olmak üzere bir referanduma gidip bağımsız Kürdistan’ın yolunun açılmasıdır.
Şunu idrak etmek önemlidir: Devleti olmayan halklar her zaman soykırımlarla karşılaşır. Soykırımlar genel olarak devletsiz haklara karşı gündeme gelir.
20. yüzyılda Osmanlı devleti, Alman devleti gibi devletler soykırım yapmışlardır. Bunlar büyük devletlerdir. Ama yüzyılın sonunda, küçük devletlerin de soykırım yaptığını gördük. Irak’ta 1980’lerde Kürtlere karşı gelişen süreç tam anlamıyla soykırımdır.
1995’te Yugoslavya’da, Serebrenica’da Sırplar tarafından Boşnaklara karşı geliştirilen operasyonlar soykırımdır. 1990’ların ortalarında Afrika’da, Ruanda’da Hutuların Tutsilere karşı geliştirdiği operasyonlar soykırımdır.
Bugün her halk kendinden daha zayıf gördüğü halklara, özellikle silahsız savunmasız halklara soykırım yapabilir. Bu bakımdan devletleşmek ve ağır silahlara sahip olmak, caydırıcı bir güç oluşturmak önemlidir.
Bugün, Başur’da uygulanan hükümet modeli kanımca demokratik bir model değildir. Bütün siyasal partilerin parlamentodaki güçleri oranında hükümette yer alması sakıncalıdır. Demokrasilerde, muhalefet önemlidir. Muhalefet parlamento içinde olmalıdır. Bütün siyasal partilerin hükümete katılması, muhalefetin hükümete taşınması, yönetime taşınması anlamına gelmektedir. Bu da sakınca oluşturur, hükümet çalışmalarını aksatır.
Bugünkü koşullarda Kürdistan Demokrat Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği stratejik bir anlaşma yapmalıdır. Geçmişte zaten var olan bu anlaşma günümüzün koşullarına göre yenilenmelidir. Siyasal partilerin çıkarları değil, Kürdistan’ın çıkarları ön plana alınmalıdır. Bütün bunların gerçekleşebilmesi için peşmerge güçlerinin birleştirilmesi, peşmergenin Kürdistan’ın genel çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesi önemlidir.
Kürdistan Army sözleri insanda şöyle bir düşünce de uyandırıyor: Kürtlerin İngilizce, Almanca, Rusça vs. öğrenmeleriyle Türkçe öğrenmeleri arasında çok büyük farklar vardır. Anadili Kürtçe olan bir Kürt İngilizce öğrendiği zaman diline ikinci bir dil daha katar. Kürdçe artı İngilizce olur. Yeni bir dil daha öğrenirse diline ikinci bir dil daha katar. Kürdçe artı İngilizce artı Almanca vs. olur. Ama Kürdlerin Türkçe öğrenmelerinin çok farklı bir sonucu vardır. Kürtlere Türkçeyi öğreten devlettir. Türkçe, Kürdçeyi unutturmak için öğretilir. Türkçe öğretiminde temel politika budur. Türkçe öğrenen Kürd, diline ikinci bir dil daha katamaz. Örneğin Kürdçe artı Türkçe olmaz. Türkçe öğrenen Kürtçeyi unutur. Dil hakları ve anadilinde eğitime ilişkin akademik literatürde buna “eksiltici öğretim” denmektedir. Bu genel olarak böyle. Bu süreçte birçok Kürt aile Kürtçeyi zaten gündeme getirmez. Bütün bunlara rağmen Kürdistan Army ifadesinin Kürtçesi yazılsa çok daha iyi olur.
Qasım Şeso ve oğluyla Şêx Şerfettin’de misafirhanede karşılaştık. Savaşta, baba oğulun aynı mevzide olması, savaşın kızıştığı anlarda oğulun babanın önüne yatarak babasını korumaya çalışması insanın duygularını yükseltiyor. Misafirhaneden Şêx Şerfettin’e, kutsal mekana gittik. Şêx Şerfettin, Ezidilerin Laleş’ten sonra gelen ikinci kutsal mekanı oluyor. İslam tarihinde Mekke Medine ne ise, Ezidilerin tarihinde de Laleş, Şêx Şerfettin öyledir. Bu kutsal mekan, savaş sırasında zarar görmüş, bazı bölümleri yıkılmış. Çevrede inşaat var.
Bu kutsal mekana ayakkabı çıkarılarak giriliyor. Bu mekanın avlusunda Ezidi bir din adamı, orada olmamızdan dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirerek boynuma beyaz bir tülbent bağladı. Tülbentin bir kenarının ucunda taş bağlı olduğunu, bu taşın bana uğur getireceğini söyledi.
Şêx Şerfettin’de Haydar Şeso ile de karşılaştık. O da konuşmasında, bizim vakıf olarak orada bulunmamızdan duyduğu memnuniyeti açıkladı.
Şêx Şerfettin’den sonra, Şengal Dağı’nı dolanarak Şengal şehrine vardık. Şengal Dağı, elips biçiminde bir dağ. Dağın etrafını dolanmak için 70 km. katediyorsunuz. Denizden yüksekliği 1700 m. civarında. Dağda seyrek de olsa meşe ağaçları var. Dağın bazı yerlerinde incir ve nar ağaçlarının olduğu söyleniyor. Şengal Dağı’nda su kaynakları az. Savaş sırasında Şengal’e sığınan pek çok insan, kadınlar, çocuklar susuzluktan öldüler.
Şengal Dağı Ezidilerce kutsal kabul ediliyor. “Çeşitli zamanlarda gerçekleşen saldırılardan Şengal Dağı’na sığınarak kurtulduk” deniyor.
Şengal Dağı’nda Saddam Hüseyin rejimi sırasında üç yüz kadar köy varmış. Saddam Hüseyin rejimi bu köyleri yakarak, yıkarak toplu köyler oluşturmuş. Bugün otuz civarında toplu köy var. Bu toplu köylerden kuzeyde olan bazıları henüz kurtarılmamış, IŞİD’İn işgali altında. Peşmerge buraların tamamını kurtarmak için emir bekliyor.
Şengal Dağı’nı dolandıkça birçok toplu mezara da rastladık. Henüz bulunamamış toplu mezarlar olduğu da vurgulanıyor.
Şengal savaş sırasında yakılmış, yıkılmış, yerle bir edilmiş bir şehir. 12 Kasım günü şehre ilk giren peşmerge güçlerinden Dr. Süleyman Çürükkaya’nın izlenimlerini bir önceki yazıda dile getirmeye çalışmıştım.
Kaymakamlık binası da yıkılmış. Kaymakam Miheme Xelîl, bir çadırda faaliyetini sürdürüyor. Kaymakam Miheme Xelîl de peşmerge kıyafeti içindeydi. Bu beni biraz şaşırttı. Kısa bir zaman içinde başkan Mesut Barzani’nin de, Kemal Kerkukî gibi siyaset ve devlet adamlarının da peşmerge kıyafetiyle dolaştıklarını idrak ettim.
Miheme Xelîl Şengal’de bulunmamızdan duyduğu memnuniyeti dile getirerek boynuma kırmızı bir pûşî bağladı. Çadırdaki toplantıya generaller, genç subaylar da katıldı. General Sîme Boselî, konuşmaları dikkatle, ilgiyle dinliyordu.
Şengal’in, Kobane’nin gösterdiği bir durum var: Şehirleri, kalaşnikof silahlarla korumak mümkün değildir. Dağda kalaşnikof silahlarla savaş yürütülebilir ama şehirler bu silahlarla korunamaz. Şehirleri korumak için ağır silahlar lazımdır. Ağır silahların caydırıcı bir etkisi vardır. Şehri, içindeki insanlarla birlikte korumak da esas olmalıdır. Şehirde yaşayanları mülteci yapmak anlamlı değildir. Savaş planları, şehri, içinde yaşayan insanlarla birlikte kurtarma ilkesine göre yapılmak durumundadır. Bu çerçevede dost güçlerin, düşman güçlerin saptanması, dost güçlerin yardımlarının alınması elbette önemlidir.
Şengal, Ağustos 2014’te Kürdistan’dan koparılmış alanlardan biriydi, Irak hükümetinin koruması altındaydı. Ama Irak hükümeti Şengal’i korumadı. Peşmergeye ağır silahlar vermedi, peşmergenin ağır silahlar edinmesini engelledi. Irak hükümetinin bu tutumu sorgulanmalıdır.
IŞİD’in Şengal’e ağır silahlarıyla saldırısı karşısında peşmerge yetersiz kaldı. Peşmergenin Ağustos 2014’ün ilk günlerindeki bu tutumu bazı gözlemciler tarafından eleştiriliyor. Kanımca bu eleştirilerde haklılık payı çoktur. Peşmerge en azından savaşarak çekilmeliydi. Ezidiler, korumasız bırakılmamalıydı. Peşmergenin IŞİD saldırısından önce “sizi artık biz koruyacağız” diyerek Ezidi halkın elindeki silahları toplaması da elbette yanlıştır. Ağustos’un ilk günlerinde PYD’ye bağlı YPG ve HPG güçlerinin, bir kısım Ezidilerin korunmasında dikkate değer bir rol oynadığı, belirtilmesi gereken bir süreçtir. Ama o günlerde PKK medyasının “peşmerge kaçıyor, Şengal’i biz kurtardık” diye sevinç çığlıkları atması yanlıştır. Bunlar talihsiz yayınlardır. Anlaşmazlık içinde olduğun, hasım saydığın bir gücün, üçüncü bir düşman tarafından ezilmeye çalışılmasını alkışlamak, dünyada geri kalmış, geri bırakılmış bütün halklarda görülen bir davranıştır. Kürdlerin bunca mücadeleye rağmen, Kürdistan’ın genel çıkarları etrafında toplanamaması, her zaman kendi örgütsel çıkarlarını ön planda tutmaya çalışması anlaşılır bir durum değildir.
Kaymakamlıktaki toplantıdan sonra, arabalarla konvoy halinde Şengal Dağı’na çıktık. Kıvrıla kıvrıla zirveye kadar ulaştık. Zirveden etrafa bakış… Manzara oldukça güzel. Zirveden iniş başladı. Şêx Şerfettin’e kadar kıvrıla kıvrıla indik. İnişte pek çok kamp içinden geçtik. Bu yazının başında, Kürtlerin, Kürdistan’ın bölünmesinden, parçalanmasından, paylaşılmasından söz edilmiştir. 1920’ler… Bu, Kürdistan’ın üçüncü paylaşımıdır. Bu ne demek? Bu Kürtlerin büyük bir zaaf yaşadığını gösterir. Hasım güçler, düşman güçler onun bu zaafından yararlanarak onu böyle bölüyor, parçalıyor, paylaşıyor ve onları kendi çıkarları doğrultusunda seferber ediyor.
Bu zaafların bilincine varmak, bu zaaflardan arınmak önemli olmalıdır. Kürdistan’ın genel çıkarları etrafında birlik oluşturmak, örgütsel çıkarları geri planda tutmak önemli olmalıdır. “Kürdistan’ın genel çıkarlarını ben temsil ediyorum. Herkes benim etrafımda toplansın” söylemi yanlıştır. Bu anlayış, Kürdistan üzerinde, Kürdler üzerinde egemenlik kuran devletleri güçlendirir. Bu anlayışın Kürtlere, Kürdistan’a bir hayrı olmaz. Kürdler örgütsel anlaşmazlıklarında birbirlerine taviz vermelidir. Kürtlerin birbirlerine verdikleri taviz sonuçta Kürdistan’ı büyütür. Kürdler birbirlerine taviz vermedikleri durumlarda Kürtler hasım güçlere taviz vermektedirler ki bu da çoğu zaman onur kırıcı oluyor. Bütün bunlar yüksek bir Kürt bincinin oluşumu sürecinde aşılabilecek sorunlardır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.