10 Mart mutabakatından kim ne anlıyor ve neyi hedefliyor?
Ankara’nın hem SDG’nin tamamen tasfiyesini hem de 10 Mart mutabakatının uygulanmasını aynı anda talep etmesi, Suriye’de siyasi çözümü engellemeye yönelik politikasını açıkça ortaya koyuyor.

ABD’nin arabuluculuğunda Suriye Geçiş Hükümeti ve HTŞ lideri Ahmed el-Şara ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) komutanı Mazlum Abdi arasında 10 Mart’ta Şam’da bir mutabakat imzalandı. Bu mutabakat, Suriye’nin yeniden yapılanmasında Kürtlerin siyasal statüsü ve kurumlarının entegrasyonunu gündeme getirdi.
Çerçeve niteliğindeki sekiz maddelik metin, Rojava Özerk Yönetimi’nin belirli koşullarla merkezi yapıya entegrasyonunu öngörse de ayrıntı içermediği için tarafların beklentilerindeki ayrışmaları, yorumlarındaki belirsizlikleri ve siyasi ajandalarındaki çelişki ve farklılıkları görünür hale getirdi.
Bu mutabakat, yalnızca Şam ile SDG arasında potansiyel bir “geçiş süreci” perspektifi sunmakla kalmadı; aynı zamanda bölgesel ve uluslararası güçlerin uzun süredir yürüttükleri nüfuz mücadelesini de keskinleştirdi ve formatladı. Bu aktörler arasında en tepkisel ve en dikkat çekeni hiç kuşkusuz Türkiye oldu.
Mutabakatın hazırlık sürecine dahil edilmeyen Ankara, anlaşmanın imzalanmasından üç gün sonra Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’dan oluşan üst düzey bir heyeti “çalışma ziyareti” için Şam’a gönderdi. Bu aceleci diplomatik girişim, Türkiye’nin özellikle Kürt meselesi ekseninde Suriye’deki gelişmeler üzerindeki etkisini kaybetme kaygısını açıkça ortaya koyuyordu. Ankara, Suriye’nin geleceğine ilişkin herhangi bir yol haritasının kendisi olmadan şekillenmesini stratejik bir kayıp olarak görüyor. Bu ziyaret özünde, 10 Mart mutabakatının Ankara’da yarattığı tedirginliğin somut bir dışavurumuydu.
Bu yaklaşım, 2013 sonrası dönemde ve bugün PKK lideri Abdullah Öcalan ile başlatılan sürecin esas mantığını da yansıtıyor. Nihai hedef; Suriye’nin yeniden yapılanmasında Kürtlerin ulusal ve demokratik taleplerinin önünü kesmek.
Türkiye açısından SDG ve Rojava’da inşa edilen özerk yapı, ulusal güvenlik bağlamında ciddi bir stratejik tehdit olarak değerlendiriliyor. Bu çerçevede, SDG’nin silahlı varlığının tasfiye edilmesi ve özerk yönetim kurumlarının ortadan kaldırılması savunuluyor. Amaç ise Suriye’de Güney Kürdistan benzeri bir siyasal statünün ortaya çıkmasını önlemektir.
10 Mart mutabakatı, Türkiye’nin söyleminde dikkat çekici bir dönüşüme neden oldu. Ankara, bir yandan SDG’nin kendini feshetmesini ve özerk yapının tümüyle ortadan kaldırılmasını isterken, diğer yandan SDG’nin 10 Mart mutabakatına uyması ve entegrasyon sürecine dahil olması gerektiğini dillendirmeye başladı.
Ankara’nın çelişkisini şekillendiren iki temel neden var. Birinci neden, bölgesel oyunun dışında kalmama çabasıdır. Türkiye, Washington’un başlattığı bu sürece doğrudan karşı çıkmanın maliyetini hesaplamakta; bu nedenle mutabakatı tamamen reddetmeden, kendi perspektifine uygun biçimde yeniden yorumlamaktadır.
İkinci neden, Ankara’nın Suriye politikasının temel belirleyicisinin “güvenlik”ten ziyade Kürtlerin bölgesel düzeyde statü kazanmasını engelleme stratejisi olmasıdır.
Bu nedenle Ankara yalnızca SDG’yi değil, Rojava’daki Kürdistanlı tüm siyasal güçlerin elde ettikleri uluslararası meşruiyeti ve ilişkiyi ortadan kaldırmaya, Suriye'de olası bir ademi merkeziyetçi modelin kurumsallaşmasını da engellemeye çalışıyor.
ABD açısından 10 Mart mutabakatı, SDG’nin tasfiyesi anlamına gelmiyor. Aksine, yönetilebilir ve kontrollü bir geçiş sürecinin başlatılması olarak görülüyor. Washington’ın önceliklerinden ilki, Türkiye’nin SDG üzerindeki askeri baskısını azaltmaktır. İkinci olarak, IŞİD tehdidine karşı SDG’nin sahadaki askeri kapasitesinin korunmasını amaçlamaktadır. Üçüncü olarak ise, Şam ile Kürtler arasında kurumsal ve sürdürülebilir bir müzakere zemininin oluşturulmasını hedeflemektedir.
ABD içinde Tom Barrack gibi bazı profillerin ve çevrelerin Suriye’nin gelecekteki idari yapısına dair çelişkili mesajlar vermesine karşın, Kongre düzeyinde hâkim yaklaşım, ademi merkeziyetçi bir modelin ülkenin uzun vadeli istikrarı için daha uygun olduğu yönündedir. Dolayısıyla Washington, şu aşamada Kürtleri geleceğin Suriye’sinde temel ve vazgeçilmez bir aktör olarak görmeye devam ediyor.
Şam yönetimi ise mutabakata Rojava özerk yönetimini ortadan kaldırma hedefinin bir aracı olarak yaklaşıyor. ABD ve Fransa’nın baskılarının farkında olan Şam, SDG’nin bazı organlarının devlet yapısına entegrasyonuna “ilkesel” olarak evet derken bile esas beklentisini saklamıyor.
Şam yönetimi, petrol sahaları üzerindeki denetimini yeniden tesis etmeyi hedefliyor. Ayrıca tahıl ambarları niteliğindeki tarım bölgelerinin ve hava limanlarının kontrolünü almak istiyor. Bununla birlikte, stratejik önem taşıyan SDG’nin kontrolündeki sınır kapılarını tekrar kendi otoritesi altına sokmayı amaçlıyor. Kısaca ülkenin işleyişi açısından Rojava özerk yönetiminin denetimindeki kritik öneme sahip altyapının merkezi idareye devir edilmesini öncelik olarak görüyor.
Ankara’dan farklı olarak Şam, uluslararası baskılar ve meşruiyet arayışı nedeniyle süreci isteksiz ve zamana yayarak, özerk yönetimi aşındırmayı amaçlayan ve kademeli ilerleyen bir müzakere hattı izliyor. Ayrıca ideolojik yapısı gereği, yetki ve güç paylaşımına dayalı ademi merkeziyetçi, çoğulcu ve seküler bir Suriye tahayyülüne mesafeli duruyor.
10 Mart mutabakatı, Suriye’de Kürtlerin geleceğini kesin olarak belirlemese de yeni bir siyasi dengeyi ortaya çıkardı. Bu durum, Washington ve Paris’in Kürtleri Suriye’nin yeniden inşasında vazgeçilmez bir aktör olarak gördüklerini gösteriyor.
Türkiye’nin Suriye politikasındaki temel açmaz, SDG ve özerk yönetim karşıtı yaklaşımının artık sahadaki gerçekliklerle ve uluslararası dinamiklerle örtüşmemesidir. Hem SDG’nin tamamen tasfiyesini hem de mutabakatın uygulanmasını eşzamanlı olarak talep etmek, Ankara’nın kendi Kürt meselesini çözemediği için bölgesel düzeyde de çözümü engellemeye çalışan bir politika izlediğini gösteriyor.
Bu tablo, yalnızca Türkiye’nin Suriye politikasındaki çelişkileri açığa çıkarmakla kalmıyor; aynı zamanda Kürt sorununun ulusal sınırları aşarak bölgesel bir siyasi meseleye dönüştüğünü de ortaya koyuyor. Ankara bu gerçekliği kabul etmediği sürece, Suriye’de şekillenen yeni dengeler içinde etkili bir aktör olma kapasitesi zayıflayacak; adil ve kalıcı bir çözüm ihtimali ise giderek daha da uzaklaşacaktır.
X: @cetin_ceko
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Son güncellenme: 16:47:45




























































































































































































