İSkan Tolun II

19 Kasım 2020 - 04:08
19 Kasım 2020 - 04:08
 0
İSkan Tolun II

İskan Tolun’un, (Babıali Kitaplığı, Eylül 2020, İstanbul, 260 s.)

romanını bir çırpıda okudum. Olaylar, 1950’lerde, Gaziantep kırsalında

geçmektedir. 1950’ler, tarımın makinalaşmaya başladığı, nüfusun kırlardan

şehirlere aktığı yıllar. Bu dönmede, geleneksel toprak ağalığı sistemi de yavaş

yavaş çözülmeye başlamıştır. Sof Dağı, olayların geçtiği alanda, sık sık gündeme

gelmektedir.

Hüso Emmi’in ve Emine Teyze’nin çocukları Yavuz, çürük raporu verilerek

askerlikten dönmüştür. Askerliğe başlamadan önce halim-selim bir delikanlı ,

olan Yavuz, askerlik dönüşünde vurucu, kırıcı, saldırgan bir kişi olmuştur. Köyde

herkesle dalaşmaktadır. Bu durumdan Hüso ailesi çok üzgündür ama çaresizdir.

Hüso ailesi yoksul bir ailedir. Kıt-kanaat hayata tutunmaya çalışan bir ailedir.

Bekir’in ve Halime’nin 12 yaşlarında Esma isminde bir kızları vardır. Yavuz bu

kıza aşıktır ve uygun bir zamanda Esma’yı kaçırmayı tasarlamaktadır.

Köyde her iki aile komşudur. Evleri birbirine çok yakındır.

Bekir ailesi de yoksul bir ailedir. Bekir, kendi bağında-bahçesinde çalışmaktadır.

Aile, bağında-bahçesinde yetiştirdiği ürünlerle yaşamını sürdürmektedir. Bekir

her sabah, erkenden buralara giderek çalışmaya başlamakta, kızı Esma da ona

yemek götürmektedir. Yavuz, günlerce aileyi gözetleyerek ilişkileri anlamaya

gayret etmiştir. Bekir’in ne zaman bağına gittiğini, kızı Esma’nın ona ne zaman

yemek götürdüğünü iyice öğrenmiştir.

Bekir, bir sabah erkenden bağına doğru hareket etmiştir. Yavuz, kızının, ona

yemek götürmek için, evden çıkışını beklemektedir. Bir süre sonra, Esma evden

yemek çıkınıyla çıkmıştır. Yavuz hemen onun peşine düşer. Köyden epey

uzaklaşınca, birdenbire Esma'yı yakalar ve ağzını kapatarak onu ormanın

içlerine doğru sürükler.

Yavuz, 12 yaşındaki Esma’ya tecavüz eder. Dereye su almaya giderken, Esma’yı

kaçmasın diye ellerinden ve ayaklarından ağaca bağlar. Bu arada bir yılan gelir

ve Esma’nın beline dolanır, Esma’yı boğar. Yavuz’un yaptıkları, Esma’nın ölümü

köyde hemen duyulur. Köy halkı olay yerine akın eder. Bu arada jandarma timi

de olay yerine gelmiştir. Jandarma olay yerinde kaçan Yavuz’u yakalar. Köy halkı

Yavuz’a büyük öfke duymaktadır onu darbelemeye çalışmaktadır, linç etmek

için yoğun bir hareket içindedir. Jandarma, Yavuz’u gözaltına alarak bu linçe

engel olmuştur. Bu gelişmeler üzerine, Hüso Emmi bütün eşyalarını iki eşeğe

yükleyerek köyden ayrılmıştır.

Romanın önemli karakterlerinden biri de Karcı Mustafa’dır. Karcı Mustafa asker

olarak Kore’ye gönderilir. Bir daha kendisinde haber alınamaz. Karcı

Mustafa’nın Gülizarla evliliğinden İsmail doğar. İsmail’in doğumu babasının

Kore’ye gönderilmesinden çok kısa bir zaman sonra gerçekleşir. Karcı Mustafa

oğlunun doğumunda hazır bulunamaz.

İsmail, çocukluğundan itibaren Çemşit Ağa’nın çobanı olarak yaşam

sürmektedir. Önce kuzu çabanı olarak, daha sonraları de büyükbaş hayvanların

çobanı olarak yaşamaktadır. Annesi Gülizar, İsmail’e haber vermeden, bir

çerçiyle kaçmıştır. İsmail bu süreçten sonra Cemşit Ağa’ya daha çok

yaklaşmıştır. Cemşit Ağa da İsmail’in kendi çocuğu gibi sevmektedir.

Cemşit Ağa-Gülperi evliliğinden doğan Ayşecik de romanın önemli

karakterlerindendir. Zamanla, İsmail ile Ayşecik arasında duygusal bağlar gelişir.

Sonunda evlenirler… Cemşit Ağa’nın Hıdır ve Mehmet Ali isminde iki oğlu da

vardır. Mehmet Ali Ankara’da üniversitede, tarih bölümünde okumaktadır. İzci

Rüstem, Anuş Teyze adları da romanda, olayların gelişimi sürecinde sık sık

anılmaktadır.

Romanın kurgusu kanımca çok sağlamdır. Romanın akıcı bir dili vardı. Anlatımı

da hoştur.

Modern Dengbej

Romanda çok güçlü doğa tasvirleri vardır. Sof Dağı çevresinde, sular, ormanlar,

arılar, kuşlar, çiçekler… etraflı bir şekilde anlatılıyor.

Güneş ışıkları keskin mi keskin, yaktıkça yakıyordu. Bu boğucu sıcaklıktan, un ufak olmuş toprağın

yumuşacık, kavrulmuş tozuna basıp arada bir kayarak yürüyordu. Gölgesi giderek küçülüp ayaklarının

dibine düşerken, tepesindeki güneş de boğuyor, yakıyordu onu. Ter içinde kalmış, giysileri sırtına

yapışmıştı. Bereket çok geçmeden, ipilti de olsa, garbi yelini sezinledi. Artık yavaş yavaş ferahlamaya

başlıyordu. Şehrin sınırını, bağlarını bir hayli geçmişti. Yolun sol tarafındaki çimlerde yayılan

güvercinlere bir şahin delicesine pike yaptı. Her 100 biri telaşla bir tarafa uçuşurken İsmail irkildi,

durdu. Şahin, güvercinlerden birini pençelerinin arasına aldığı gibi havalandı, uçtu gitti. (s. 99-100)

Bir hışırtıyla “Çiz,” diye bir ses duydu, aşağıya baktı. Akıntı kenarında simsiyah bir yılanın ağzında bir

kurbağa vardı. Çimlerin arasında, suya dalıp kapmış, yutuyordu. Baktı, uzun bir süre. Ön bacakları

durmadan ha- 101 vayı sert dövüyor, ölüme karşı direniyordu kurbağa. Yılan yutkundu ve bacaklar

görünmez oldu. Bir yumruk gibi gerilen sarımsı ince gerdanından kayıyordu yavaş yavaş ve kalın

gövdesine inince düğüm de yitip gitmişti. İsmail hiç etkilenmemişti. “Şahinden sonra yılan da yemeğini

yedi, ben de başlayayım,” dedi ve iştahla yemek yemeye başladı. (s.100-101)

Arılar, yuvalarını alabildiğine stratejik bir yere yapmışlardı. Yeri tamamen gölgelikti ve hemen dibinde

akan bol soğuk sudan olsa gerek, oldukça da serindi, habire esiyordu. Yoksa o sıcakta, akıp suya

taşması kaçınılmaz olurdu. Kovuktaki bal, yoğunlaşıp, fullanmış, bereketini vermek istemezcesine

direnirken, taşmıştı. Arada bir, tek tek arılar kısa uçup tekrar kümeye konuyorlardı. Bu doğa harikası

nimeti doya doya yemek vardı şimdi. İsmail, lokmasını o akmış doğal bala bandırmıştı sanki, iştahla

çiğniyordu. Canı çekmişti, lakin uğraşacak değildi. Acemice yaklaşırsa eğer, arılar öfkelenir,

sokabilirlerdi, bunu çok iyi biliyordu. Yemeğini yemiş, bitirmişti artık. “Yolcu yolunda gerek,” der gibi

ayağa kalktı ve hızlı adımlarla yoluna kaldığı yerden devam etti...(s.102)

Yolun sağında, iki kaplumbağa takır takır, çiftleşmeye hazırlanıyorlardı. Sevdaya düşmüş kaplumbağa,

“Tak tak,” diye önündeki dişiyi iki kez dürttükten sonra üstüne çıkıp inledi, “Heh!...” diyen bir ses

tonuyla. İsmail, onlara ciddi ciddi bakıyordu yanlarından hızla geçip gitti. (s.103)

Hoş bir melodiyle uyum sağlayan ve bir ezgi gibi kulağın pasını silen çekirgelerin, cırcır böceklerin

ahenkli ses armonisini duymuyordu bile. Sadece, uzaktan gelen hüthütün hoş ötüşüne takılmış,

gidiyordu. Yamaçta yayılan koyunları görünce, “Çobannn,” deyip yamaca yöneldi. Sürüye yaklaşmıştı,

durdu. Elini gözlerine siper etti, etrafı tarıyordu. Fakat ortalıkta kimsecikler yoktu. “Çobansız sürü de

olmaz ki…” dedi kendi kendine, enikonu meraklanmış, kayalığa baktı: “Uyandırmayayım, kayalığın

arkasında kestiriyor, uyumuştur şimdi,” deyip karşı tepeciğe çıktı. Durup kayalığın arkasına bakınca,

gördüğü manzara hiç de düşündüğü gibi değildi. Tepecikten her şey net olarak görünüyordu. Çobanın

arkasına saklandığı o kayalık, ne onu, ne de onun yaptığı marifeti gözden gizlemeye yetmiyordu artık.

İİsmail, hicap duyuyor, alabildiğine utanıyordu. Güneşten kavrulmuş çehresi bir kat daha kızıla çaldı.

Başını eğip zoraki bir kikirdeme ile geri döndü ve tekrar yola koyulurken üç kez diliyle dişlerine

vurarak, “Nıç nıç nıç,” çekti. Çehresindeki tebessümün silinmesiyle, “Senden gelecek hayır Allah’tan

gelsin, iyi ki de beni görmedin,” derken ciddileşiyordu. Gittikçe adımlarını hızlandırıyor, “Yaşından

başından utan, be adam,” deyip kafasını iki yana sallayıp duruyordu. Yaşlı başlı, kır saçlı çobanın sırtı

dönüktü ve alabildiğine devingendi. Şapkası yere düşmüş ayırtında bile değildi belki. Şalvarını

dizlerine kadar indirmiş merkebin arkasından habire hızlı hızlı ileri geri tepiniyordu. İsmail, bu mevcut

manzaranın yabancısı değildi. Zira çiftliğin tavlalarında (At ahırı) defalarca genç marabaların

kısraklarla cima ettiğine tanık olmuşluğu vardı ve onlardan hep uzak durmayı yeğlemişti. Fakat bunu

ihtiyara hiç de yakıştıramıyordu. Demin gördüğü hemcins olan kaplumbağaların çiftleşirlerken uyumu

ve yaşlı çobanın merkeple olan uyumsuzluğu, paradoksu düşününce tekrar gayri ihtiyari kikirdeyerek

güldü.(s.104-105)

“Yoktur beyim, öğleden sonra zaten yakıt almaya gideceğim,” dedi. Dönüp pullukları indirdi ve gaza

yüklenerek işine kaldığı yerden devam etti. Traktörün ardından, “Bu pulluklar nasıl da toprağı

derinden deşiyor, yarıp harmanlıyor,” gibisinde bakıp dalmıştı bu kez. Havalanan leyleğe döndü,

gagasında bir yılan vardı, tekrar gülümsedi. Ve dönüp arabaya bindi, hareket ettiler (s.178)

Romandan seçilen bu örnekler, doğal hayatın nasıl sürdüğünü dile getiriyor.

Şahinin güvercini kapıp havalanması, yılanın kurbağıyı yutması, leyleğin yılanı

kapıp yükselmesi, arıların dağın yükseklerinde ağaç kovukların bal yapması,

kaplumbağaların çiftleşmesi, yaşlı bir kişinin eşekle ilişki… kanımca çok iyi

anlatılmış.,

Ragıp Zarakolu, İskan Tolun için ‘modern dengbej’ diyor. Kanımca İskan Tolun

bu nitelemeyi hakediyor.

Bir Eleştiri

‘Çepka Kürt düğünlerinin vazgeçilmezidir’ ( s.142) gibi cümlelerden, çeşitli

sahifelerde geçen Kürdçe sözcüklerden ( s, 134, 140, 204,229, 232…) olayların

bir Kürd köyünde geçtiğini görüyoruz. Ama bunlar, yazar iskan Tolun’un Kürd

sorununa değindiği anlamına gelmiyor.

Cemşit Ağa’nın oğlu Mehmet Ali, zaman zaman köylüleri toplayarak, onlara

bazı konular hakkında bilgi veriyor. Örneğin Yunan filozofu, matemetikçi ve

astronom Hypatia’dan da söz ediyor (MS 370-415) (s. 165-166) Bu arada,

1937-1938 Dersim katliamından, 1915 Ermeni tehcirinden vs. de söz ediyor.

Ama bunlar da yazarın Kürd sorununa değindiği anlamına gelmiyor. Örneğin,

Yavuz’un askerdeyken neden sürekli dayak yediği, falakaya yatırıldığı kan

işediği… (s.76) sorgulanmıyor. Mehmet Ali’nin köylülere anlattıkları konulardan

dolayı komünizm propagandası yapmaktan tutuklandığını görüyoruz. (. 257)

Senkronik, sosyal bilimlerin kavramıdır. İki tarihsel olayın bir arada ve aynı anda

gerçekleşmesi gibi bir anlama gelmektedir. Romanda kullanılması doğru

değildir. ‘İzci Rüstem ile gözgöze geldi ve senkronik makaraları koyverdiler.’ (s.

(176) (s. 181, 184, 232…) Ekolojist ise çevre bilimlerinin kavramıdır. (s.47)

Bir Öneri

İskan Tolun’un romanlar yazması güzel. Bu arada kendi hayatını yazması da

önemli olacak. Örneğin köyünü, ailesini, Mîhemetkê Rêzigundî bavik’ini

anlatabilir. Çocukluğunu, kendisine anlatılan masalları, degbejleri, Ezidileri,

Ezidilerin Müslümanlarla ilişkilerinin, metropollerdeki çalışmalarını, Almanya’ya

gidişini, Almanya’da çeşitli işlerde çalışmalarını, çocuklarını, torunlarını, kitap

okuma düşkünlüğünü, en çok hangi yazarları okuduğunu vs… etraflı bir şekilde

anlatılabilir. İskan Tolun’un, çeşitli romanlarında, üstü örtük bir şekilde, kendi

hayatıyla ilgili bazı anlatımlar var. Bütün bunları derli-toplu bir şekilde, etraflı

bir şekilde, fotoğraflardan da yararlanarak anlatabilir. Kanımca bu da çok

önemlidir.

Ev nûçe toplam 9611 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 18:45:19