Önceliği Olmayan Ulusların Geleceği Olamaz-III
Bugün Kürd toplumunda konformizm, giderek derinleşen bir hastalık, zihinsel ve siyasal bir çürüme olarak yer edinmektedir. Bu hastalık yalnızca bireyleri değil, ulusal ve toplumsal bütünlüğü de tehdit eden bir salgın niteliği kazanmıştır. Ulusal davayı gölgeleyecek her tür konformist tutum, Kürd ulusunun özgürlük ve bağımsızlık ufkunu karartan bir sis perdesine dönüşmektedir.

Kürd Akademisi ve Ana Akım Kürd Siyasetinin İçine Düştüğü Sefalet
Kürd akademisinin ağırlıklı kesimi, Kürd ulusunun birincil önceliği olan ulusal kurtuluş, bağımsızlık veya belirli bir statü talebi yerine; sömürgeci devletin demokratikleşmesini veya Kürd toplumunun sömürgeci devlete entegrasyonunu önceleyen teoriler üretmesi, Kürdlerin geleceği açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Böyle bir yaklaşım, ulusun ayakta kalmasını zorlaştırır ve uzun vadede varlığını tehlikeye atar.
Son otuz yılda gelişen Kürd akademisi, büyük oranda ana akım Kürd siyasal hareketinin etkisiyle biçimlenmiş, onun izlediği yönelimlerle birlikte bir ivme kazanmıştır. Ancak bu siyasal hareketin sürekli değişen öncelikleri, zikzaklarla örülü stratejileri ve nihayetinde “Türkiyelileşme” sürecine eklemlenmesi, Kürd akademik çevrelerinin büyük bir kesiminde de aynı dalgalanmaları üretmiştir. Böylelikle akademik camianın önemli bir kesimi, giderek “Türkiyeci” ya da “Türkiyepêrest” bir söyleme yönelmiştir. Bu tercihin rastlantısal değil, bilinçli bir yönelim olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü “Türkiye’nin birliği”, “Türkiye’nin demokratikleşmesi”, “Demokratik Modernite”, “Demokratik Ulus”, “Ortak Vatan” gibi söylemler, onların konformist alanlarına zarar vermemekte, aksine bu alanı güvence altına almaktadır.
Ne yazık ki bu konformist yaklaşım, Kürd ve Kürdistan meselesini dolaylı ve tali konular üzerinden tartışmaya açarak, asıl can alıcı noktaları perdelemiş ve ulusal kurtuluş düşüncesini arka plana itmiştir. Oysa bu çevreler, akademik sorumluluklarının gereği olarak, en azından doğrudan düşünce beyanından kaçınarak tarafsız bir mesafe alabilirdi; böylelikle hem kendi güvenliklerini muhafaza eder hem de Kürdistan’ın kolonyal statüsünü, ulusal kurtuluş mücadelesinin asli önceliğini gölgelemeksizin tartışma dışında bırakabilirdi. Ancak seçtikleri yol, bunun tam aksine, hakikatin çıplak parıltısını örten bir sis perdesi işlevi görmüştür. Kürd meselesi; feminizm, ekolojik toplum ya da “demokratik ulus/demokratik Türkiye” gibi içi boşaltılmış ve sistemin diline tercüme edilmiş kavramlarla eklemlenerek, sömürgeci söylemin dar parantezine hapsedilmiştir. Böylelikle ulusal meselenin kökleri, ikincil tartışmaların toz bulutu altında görünmez kılınmış; kurtuluşun yolu, bilinçli bir şekilde tali yollara sapılarak karartılmıştır.
Bu, yalnızca bir entelektüel savrulma değil, aynı zamanda tarihsel ve ulusal sorumluluk bilincinin inkârıdır. Kürd ulusunun kolonyal gerçekliği bilerek göz ardı edilmiş; Kürd davası, konformist bir akademik konumun korunması uğruna sömürgeci söyleme kurban edilmiştir. İşte bu durum, yalnızca bir teorik tercihin değil, aynı zamanda trajik bir zihinsel teslimiyetin de işaretidir. Kürd ve Kürdistan meselesine doğrudan yüzleşmek yerine, kıyısından köşesinden ve etrafından dolaşarak yaklaşılmış; böylece Kürd ulusu, Türkiye coğrafyasında yalnızca bir “etnik grup” ya da sıradan bir “milliyet” derekesine indirgenmiştir.
Konformist Kürd akademisyen ve aydınlarını “entelektüel” olarak nitelendirmek uygun değildir. Çünkü entelektüel, yalnızca bilgi üreten ya da akademik bir unvana sahip olan kişi değildir. Entelektüel, etik sorumluluğu ve vicdani duruşu ile tanımlanır: Egemen iktidarlara, merkezi otoritelere, resmî ideolojiye ve hegemonik söylemlere boyun eğmeyen; onların adamı olmayan, onlardan talimat almayan, hakikati ağır bedelleri ve riskleri göze alarak dile getiren ve bu hakikatin arkasında ısrarla duran aydındır.
Bu ölçütlerden bakıldığında, konformist Kürd akademisyenlerini bu kategoriye dâhil etmek mümkün değildir. Zira entelektüelin asli vasfı, hakikati eğip bükmeden, statükonun hoşuna gidecek biçimlere indirgemenin ötesine geçebilmesidir. Oysa bazı konformist akademisyenler, süreç içerisinde siyasal sisteme entegre olmuş, iktidarın söylemlerini yeniden üretmiş ve hatta “caş kalem” konumuna düşmüştür. Bu durum yalnızca bireysel bir tercih değil, aynı zamanda düşünsel alanın yozlaşmasına yol açan, gittikçe yaygınlaşma tehlikesi arz eden bir olgudur.
Eğer bu eğilim deşifre edilmez, teşhir edilmez ve eleştirel bakış açısıyla sorgulanmazsa, söz konusu hastalık daha geniş aydın çevrelerini kuşatabilir. Bu nedenle entelektüelin etik sorumluluğu yalnızca iktidara karşı değil, aynı zamanda kendi toplumsal çevresi içerisindeki konformizme, teslimiyete ve işbirlikçiliğe karşı da tavır almayı gerektirir. Aksi hâlde “aydın” adıyla anılanlar, aydınlığın değil, karanlığın taşıyıcıları hâline gelir. Dolayısıyla bu olgu dikkatle izlenmeli, eleştirel bir bilinçle sürekli sorgulanmalı ve entelektüel etikle bağdaşmayan tavırlar görünür kılınmalıdır.
Tam da bu konformist yaklaşımlarından ötürüdür ki “Türkiyeci” Kürd akademisyenler, İsmail Beşikçi’nin çizgisini; resmî ideoloji karşısındaki ödünsüz duruşunu, hakikate olan sarsılmaz bağlılığını ve entelektüel cesaretini örnek almamışlardır. Aksine, pısırık bir tavırla bireysel çıkarlarını ulusal önceliklerin önüne koymuş, Kürd ulusunun kolonyal gerçekliğini ve Kürdistan realitesini görmezden gelen bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Bu tutum, olgusal körlükten değil, bilakis bilinçli bir tercihten kaynaklanmaktadır. Doğal olarak, bu anlayışın vardığı nihai durak, Kürd ulusal mücadelesinin asli rotasını bulanıklaştırarak onu “Türkiyelileşme” akımının mecrasına eklemlemek olmuştur.
İsmail Beşikçi, altmış yılı aşkın bir süre boyunca Kürd ulusunun varlığını, dilini ve özgürlüğünü savunan; hakikati dile getirme cesaretiyle abideleşmiş bir simadır. Ancak onun eserlerinin yeterince okunmaması ve üzerine derinlikli akademik çalışmaların yapılmaması, yalnızca bireysel ilgisizlikle açıklanamaz. Bu durum; devletin sistematik baskısı, Türk üniversitelerinin Beşikçi’yi görünmez kılma siyaseti, Kürd hareketinin dönemsel ambargoları, entelektüel çevrelerdeki konformizm ve toplumda okuma kültürünün zayıflığı gibi katmanlı nedenlerden beslenmektedir. Dolayısıyla Beşikçi’yi çalışmak, yalnızca entelektüel bir tercih değil, aynı zamanda fişlenme riskini göze almak anlamına gelmiştir. Bunun sonucunda, bireysel vicdanlarda kabul gören hakikat kamusal alana güçlü biçimde taşınamamış; akademik tezler, kalıcı entelektüel üretimler ve ulusal öncelik bilinci etrafında şekillenememiştir.
Öte yandan, birçok Kürd akademisyenin Beşikçi yerine Türk sol çevrelerinden aydınlar üzerine çalışmalar kaleme alması, konformizmin akademiye nasıl sızdığını açıkça göstermektedir. Beşikçi üzerine çalışmak, doğrudan kolonyal hakikate temas etmek anlamına geldiğinden bu alan “mayınlı bir tarla” olarak görülmüş ve ulusal statü talebi ikincil başlıkların gölgesinde bırakılmıştır. Demokrasi, eşit yurttaşlık, insan hakları, ekoloji ya da feminizm gibi konular ön plana çıkarılırken, Kürd ulusunun asli meselesi bulanıklaştırılmış; Beşikçi’nin entelektüel mirası yalnızlaştırılmıştır. Bu tablo, yalnızca bireysel kariyer kaygılarının değil, zihinsel kuşatmanın da sonucudur.
Günümüze Yansıyan Tarihsel Süreklilik
20.ci yüzyılın başında yapılan tarihi yanlışlık, günümüzde de belirli biçimlerde varlığını sürdürmektedir. Kuzey Kürdistan’da ana akım Kürd hareketinin belirli özneleri, onların etkisi altındaki siyasetçiler ve aydınlar, tıpkı 1900’lerin başındaki Osmanlıcı Kürd siyasetçi ve aydınları gibi bağımsızlık ya da statü talebini geri plana itmekte; bunun yerine Türkiye’nin bütünlüğünü ve demokratikleşmesini merkeze almaktadırlar. Bu anlayış, “Kürdlere devlet gerekmez” veya “Türkiye demokratikleşirse Kürdler de özgürleşir” söylemleriyle ifadesini bulmaktadır.
Bu gayrimillî anlayış, Kürdlerin ulusal çıkarlarını öncelik değil tali bir meseleye indirgemekte ve tarihsel deneyimlerin gösterdiği en büyük yanlışı günümüzde yeniden üretmektedir. Zira Osmanlı’nın dağılma sürecinde bağımsızlık yerine imparatorluğun bütünlüğünü savunan Kürd siyasetçi ve aydınlarının tercihleri, ulusal özgürlük ihtimalini tarihin karanlık koridorlarına gömmüştü. Bugün de benzer bir zihniyet, Kürd halkının statü arayışını gölgeleme ve ulusal özgürleşme mücadelesini kesintiye uğratma tehlikesini barındırmaktadır.
Bu olgu yalnızca akademik çevrelerde değil, aynı zamanda genel Kürd siyaseti dışında legal Kürd siyasal partisi DEM’in yönetici kadrolarının özellikle Türk soluna bulaşmış bir kesiminde de gözlemlenebilmektedir.
Kuşkusuz burada istisna tutulması gereken büyük bir kesim vardır: Bu partiye oy veren, maddî ve manevî destek sunan, fedakârlıkla bu mücadeleyi sürdüren, inanç ve adanmışlıkla çaba gösteren insanlar hariç tutulmalıdır. Onların samimiyeti ve fedakârlığı tartışmasızdır.
Ancak özellikle parti yönetim organları içinde legal zeminde siyasal hesap güdenler; milletvekilliği, belediye başkanlığı, meclis üyeliği gibi mevkilere göz dikenler, ekonomik ve siyasal çıkar peşinde koşanlar, konformizmin temsilcileri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu çevreler, ne yazık ki bireysel çıkarlarını ulusun kolektif çıkarlarının önüne koymuş; kendi kariyer ve konforlarını ulusal davanın önüne geçirmişlerdir. Bu durum yalnızca bireysel bir zafiyet değil, aynı zamanda toplumsal bir yozlaşmanın da göstergesidir. Konformizm bataklığı her geçen gün legal Kürd siyasal hareketi içerisinde daha da derinleşmekte ve toplumu adım adım içine çekerek hareketi “Türkiyelileştirme” sürecine sürüklemekte, nihayetinde de kaçınılmaz bir Türkleştirme eğilimine mahkûm etmektedir. Böylelikle ulusal kurtuluş mücadelesinin asli ekseni, yani bağımsızlık ve özgürlük öncelikleri bulanıklaştırılmakta; Kürdistan’ın kolonyal gerçekliği ise kalın bir perdeyle örtülmektedir.
Bugün Kürd toplumunda konformizm, giderek derinleşen bir hastalık, zihinsel ve siyasal bir çürüme olarak yer edinmektedir. Bu hastalık yalnızca bireyleri değil, ulusal ve toplumsal bütünlüğü de tehdit eden bir salgın niteliği kazanmıştır. Ulusal davayı gölgeleyecek her tür konformist tutum, Kürd ulusunun özgürlük ve bağımsızlık ufkunu karartan bir sis perdesine dönüşmektedir.
Bu yaklaşım, sömürgeci devletlerin çizdiği sınırların fiilen meşrulaştırılması anlamına gelmiş; Kürdlerin geleceği üzerinde bir tür ipotek işlevi görmüştür. Dolayısıyla Osmanlı’dan günümüze uzanan bu siyasal rota, Kürdlerin ulusal statü mücadelesini zayıflatan, asli taleplerin yerini ikincil söylemlere bırakan bir sürekliliğe işaret etmektedir.
Son güncellenme: 19:59:15