Tarihsel Süreç içinde Kürdlük Bilincinin Gelişim Seyri - 2

Bu çalışma; Kürd kimliğinin tarihsel, siyasal ve ideolojik kuşatmalar altında maruz kaldığı çok katmanlı asimilasyon süreçlerini ve bu süreçlerin devlet ve egemen ideolojilerle olan ilişkisini eleştirel bir perspektifle analiz etmektedir.

6 Ağustos 2025 - 11:45
6 Ağustos 2025 - 11:45
 0
Tarihsel Süreç içinde Kürdlük Bilincinin Gelişim Seyri - 2
image from https://www.kurd.org/

Birinci Çember: Türk Siyasal Sisteminin ve Eğitim Sisteminin Cenderesi

19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin merkezîleşme politikaları, Kürd mirliklerinin özerk yapısını tasfiye ederek Kürdistan’ın ilhakını hedeflemiş, Kürd mirleri ve aydınları sürgün edilmiştir. Bu sömürgeci yaklaşım, II. Mahmud döneminden başlayıp İttihat ve Terakki Fırkası döneminde sistematik hâle gelmiştir. 1911 Selanik Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda Ermenilere, Süryanilere ve Rumlara soykırım, Kürdlere ise asimilasyon uygulanmıştır. 1916’da gerçekleştirilen Büyük Kürd Tehciri ile yüz binlerce Kürd sürgün edilmiş, demografik yapı kasten değiştirilmiştir.

Kemalist dönemde Türk resmî ideolojisi, asimilasyon politikalarını özellikle eğitim sistemi aracılığıyla kurumsallaştırmış ve yaygınlaştırmıştır. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi temelinde şekillenen bu yaklaşım yalnızca Kürd dilini ve kimliğini bastırmakla kalmamış, aynı zamanda Türklüğü üstün ve evrensel bir kimlik olarak inşa etmeyi hedeflemiştir. Bu bağlamda kurulan Yatılı Bölge Okulları (YBO) ve diğer eğitim kurumları binlerce Kürd çocuğunun ana dillerinden koparılması ve Kemalist ideolojiyle şekillendirilmesi için işlev görmüştür. Bu okullarda Kürdçe konuşmak yasaklanmış, çocuklar sistemli bir biçimde kendi kültürel kimliklerinden uzaklaştırılmıştır. Türk eğitim sistemi, Türk sanat, kültür kurumları, Türk üniversiteleri Kürdlerin Türkleştirilmesi ve Kürd dilinin unutturulması için binlerce planı ve projeyi uygulamaya koymuşlardır. Uygulanan dil yasakları, ihbar sistemleri, Kürdleri aşağılayan sanatsal (sinema ve tiyatro etkinlikleri) ve kültürel içerikler ve Türklüğü yücelten ders kitapları, bireyin benliğinde sistematik bir kimlik erozyonu yaratmıştır. Ayrıca Sıdıka Avar gibi devlet destekli “pedagoglar” aracılığıyla köylerden toplanan çocuklar, ideolojik olarak yeniden biçimlendirilmiş; bu süreç, bireysel değil kitlesel bir dönüştürme hamlesi olarak yürütülmüştür. Türk eğitim sistemi, böylece Kürd kimliğini görünmezleştirerek Türk ulus inşasına hizmet eden başlıca araçlardan biri hâline gelmiştir. Bizler ve bizden önceki jenerasyon Türk eğitim sistemi içinde çok yoğun asimilasyon prosesleri içinde şekillendirilmeye çalışıldık.

         Türkiye’de Kürd kimliğine yönelik yürütülen sistematik bastırma ve yönlendirme politikalarının, devletin ideolojik ve kültürel aygıtlarının çok katmanlı bir yapı içinde nasıl işlediğini anlatmak başlı başına bir kitap konusudur. Bu bağlamda 1970 yılına kadar olan dönem, Kürd bireylerinin Türk resmî ideolojisinin başta eğitim ve öğrenim kurumları olmak üzere tüm kurumsal yapıları tarafından kuşatıldığı yüz yılı aşkın bir süreyle eğitim sistemiyle baskı, şiddet, işkence ve soykırımlarla Kürdlerin Türkleştirilmeye çalışıldığı bu süreci birinci çember olarak kavramsallaştırılabiliriz. Bu ideolojik çemberin temel hedefi, Kürd bireyleri devlet denetimindeki eğitim kurumları, dil politikaları ve kültürel araçlar aracılığıyla asimilasyona tabi tutarak Türkleştirmektir. Bu süreçte eğitim sadece bilgi aktarımı değil, aynı zamanda kimlik inşasının merkezî bir aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle okul kitaplarında “Kürd” sözcüğü ya tamamen yok sayılmakta ya da tarih dışılaştırılarak bir coğrafi not, folklorik bir detay ya da “dağ Türk’ü” şeklinde sunulmaktadır. Böylece Kürdlük hem tarihsel hem de ontolojik düzlemde görünmez kılınarak meşruiyetsizleştirilmektedir.  Son olarak biz ve bizden önceki kuşağın 1960’lı yılların son çeyreğinde ve 1970’li yılların başında bu çemberin içinden kurtulmayı başardığını söyleyebiliriz. Bu ilk çemberin dışına çıkmayı başaranlar özellikle üniversiteye devam eden gençler ve entelektüel arayış içinde olanlar bu kez ikinci bir çemberin içine düşmüşlerdir.

İkinci Çember: Türk Sol-Sosyalist ve İslamcı Hareketlerin Ablukası

1970-1990 arası dönemi kapsayan bu ikinci çember, görünürde muhalif gibi görünen ama devletin ideolojik kontrolüne tabi olan iki ana hattı barındırır: Türk sol-sosyalist hareketleri ve Türk İslamcı hareketleri.[1] Devlet, bu iki ideolojik alanı da denetim altına alarak birinci çemberden sıyrılan Kürd gençlerini bu defa bu ideolojik araçlar üzerinden yeniden denetime almış ve yönlendirmiştir.

Bu bağlamda Türk sol-sosyalist hareketleri, her ne kadar antiemperyalist, sınıf temelli ve devrimci bir söylemle ortaya çıkmış gibi görünse de Kürd kimliği söz konusu olduğunda ya sessiz kalmış ya da resmî ideolojinin sınırlarını aşamayan bir tutum sergilemiştir. Bu hareketlerin büyük çoğunluğu, “önce sınıf mücadelesi” yaklaşımıyla Kürd kimliğini ikincilleştirmiş, böylece devlete karşı görünürde muhalif olsalar da asimilasyonun ikinci çemberine hizmet etmişlerdir.

Benzer şekilde Türk İslamcı hareketleri de Kürd kimliğini özgün, meşru ve tarihsel bir toplumsal gerçeklik olarak tanımamış; bunun yerine “İslam kardeşliği” söylemini merkeze alarak etnik farklılıkların görünmezleştirilmesini ve dolayısıyla asimilasyonunu ideolojik olarak meşrulaştırmıştır. Bu yaklaşım, ümmetçi söylemin eşitlikçi bir birlik vaadine rağmen Türk-Sünni kimliğini normatif merkez olarak konumlandırarak Kürdlüğü ikincil ve bastırılması gereken bir aidiyet biçimi olarak yeniden üretmiştir. Said-i Kürdî’nin eserlerinin devlete yakın çevrelerce tahrif edilmesi, sansürlenmesi veya değiştirilerek yayımlanması, Kürd İslamcılığını kontrol altına alma çabasının bir göstergesidir. Fethullah Gülen gibi isimler aracılığıyla dine getirilen yorumlar ise Kürd İslamcılığını devletin resmî ideolojisine uyarlamayı hedeflemiştir. Bu yolla Kürdlerin din üzerinden kendi kimliklerini ifade etme imkânı sınırlandırılmış, bağımsız duruşları engellenmiştir.

Marksist klasiklerin Türkçeye çevrilme süreci de bu çerçevede dikkatle incelenmelidir. Marksist klasikler ve Lenin’in eserleri gibi temel metinler yalnızca çevrilmekle kalmamış, aynı zamanda içerik düzeyinde çeşitli müdahalelerle “terbiye edilerek” devletin ideolojik sınırlarına uygun hâle getirilmiştir. Bu yönüyle görünüşte solcu ya da İslamcı kimliklerle anılan bazı yapılar, özünde Kemalist devlet ideolojisinin hegemonik formasyonuna hizmet eden araçlara dönüştürülmüştür.

Bu iki akımı yani Türk solu ve Türk İslamcılarının büyük bir kesimini ikinci çemberin eğitmenleri, gardiyanları ya da jandarmaları olarak tanımlayabiliriz. Özellikle 1970’li yıllarda bu işlevi üstlenen figürlerin başında, Abdullah Öcalan’ın siyasal formasyonunu belirleyen isimler olan Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük gibi siyasetçi ve akademisyenler gelmektedir. Bu aktörler, Kürd hareketinin bağımsız ideolojik gelişimini sınırlayan hegemonik söylemlerin üreticisi ve taşıyıcısı olmuşlardır. Günümüzde ise benzer bir işlev, DEM Parti bünyesinde etkili olan bazı siyasal kadrolar tarafından sürdürülmekte; bu kadrolar, Kürd siyasal alanı üzerinde dolaylı bir vesayet mekanizması kurarak yapısal yönlendirme işlevi görmektedir.

Sonuç olarak 1970 sonrası dönemde Türk solunun önemli bir kesimi ile İslamcı çevrelerin büyük bir bölümü, görünürde muhalif pozisyonlar işgal etseler de öz itibarıyla Kemalist paradigmanın dışına çıkmamışlardır.[2] Bu bağlamda birinci çemberden yani doğrudan resmî ideolojik aygıtların kuşatmasından kurtulan Kürd bireyler, ikinci çemberde bu sözde muhalif ideolojik yapılarla karşılaşmış; onların eğitiminden, yayınlarından ve söylemlerinden geçerek yeniden kontrol altına alınmışlardır.

Kürd gençlerinin ikinci çember olarak tanımlanabilecek bir ideolojik kuşatma içinde, Türk sol-sosyalist çevreler tarafından “proleter enternasyonalizmi” ve “yüce komünizm davası” söylemleri aracılığıyla Kürd ulusal bilincinden uzaklaştırıldığını söylemek mümkündür. Bu söylem, Kürd ulusunun kolektif hak ve taleplerini belirsiz bir geleceğe yani Türkiye’de gerçekleşmesi öngörülen devrim sonrasına erteleme stratejisiyle işlev görmektedir. Böylece Kürd meselesi, özgül ve öncelikli bir ulusal sorun olarak değil, genel devrimci mücadelenin ikincil bir parçası olarak konumlandırılmaktaydı.

Benzer bir biçimde Türk-İslamcı çevrelerin de Kürd gençliği üzerindeki ideolojik etkisi, ulusal bilincin bastırılmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Bu çevreler, dini duyguları araçsallaştırarak Kürd gençlerini “ümmetin bölünmemesi”, “İslam kardeşliği” ve “İslam enternasyonalizmi” gibi söylemlerle kuşatma altına almış; böylece Kürd ulusal uyanışını engellemeyi hedeflemişlerdir. Bu ideolojik çerçeve, Kürd kimliğini bastırmak için milliyetçi değil, dinsel bir birlik anlayışını öne çıkararak asimilasyon politikalarının farklı bir biçimde sürdürülmesine hizmet etmiştir. Böylece Kürd meselesi, bu sefer de “ümmet” içinde eritilerek görünmez kılınmış ve kolektif talepler, dinsel birliğin bekası uğruna ertelenmiştir.

1970’li yıllarda kırsaldan kente göçün hız kazandığı bir dönemde üniversitelere yönelen Kürd gençleri iki temel ideolojik blokla karşı karşıya kalmıştır: Bir yanda Türk sol-sosyalist hareketleri ve onların dergileri, yayın organları ve öğrenci örgütlenmeleri; diğer yanda ise Türk İslamcı çevreler, onların kamusal söylemi ve şiddet mekanizmaları. Binlerce, hatta yüz binlerce genç bu iki eksenin etkisi altına girmiştir. Bu gençlerden biri olarak benim deneyimim de ikinci çemberin etkilerini doğrudan yaşadığımın bir tanıklığıdır. Bu bağlamda ikinci çemberin de ötesine geçebilen Kürd gençleri ve Kürd devrimcileri kendilerini çok daha çetin ve karmaşık bir ideolojik evrenin içinde, yani üçüncü çemberde bulmuşlardır.

Bu iki akım, binlerce Kürd gencinin asimile edilmesinde ve binlercesinin de işkencelerde, zindanlarda ve çatışmalarda öldürülmesinde rol almışlardır. Kürd beyaz soykırımı ikinci çerçevenin içinde de devam ettirilmiştir.

İkinci Çember-Ara Dönem: Türk Marksistlerinin Kürd Hareketi Üzerinde Epistemolojik Vesayeti

Türkiye’de modern ulus-devlet formunun inşası sürecinde Kürd kimliği sadece fiziksel değil, aynı zamanda epistemolojik ve ideolojik düzeyde sistematik bir görünmezleştirme politikasına tabi tutulmuştur.

İkinci çemberin iki asli unsuru olan Türk sol-sosyalist ve Türk İslamcı hareketlerin etkisinden örgütsel olarak sıyrılabilmeyi başaran bazı Kürd aydınları ve gençleri, 1970’li yıllarda büyük ölçüde Marksist ideolojinin etkisiyle bağımsız ulusal örgütlenmelere yönelmişlerdir. Bu dönemde kurulan Kürd siyasal yapılar, çoğunlukla dergiler ve yayın organları etrafında kümelenmiş, görünürde çemberlerin dışında bir pozisyon almışlardır. Ancak bu yapıların ideolojik zeminine daha yakından bakıldığında tam anlamıyla bağımsız ya da özgür bir siyasal hatta sahip olduklarını söylemek güçtür. Zira bu yapılar, dönemin egemen sol ideolojisinin Marksist-Leninist ya da Maoist çizgilerin doğrudan etkisi altındaydı.

Kürd örgütlerinin önemli bir kısmı, Türk sol-sosyalist hareketlerinin ideolojik vesayeti altında konumlanmıştı. Bu ideolojik kuşatma yalnızca dışsal değil, aynı zamanda içseldi. 1970’li yıllarda ortaya çıkan Kürd siyasal örgütlerinin büyük bir bölümü, çeşitli Türk sol fraksiyonlarının ideolojik etkisi ve politik vesayeti altında şekillenmiştir. Örneğin benim de içinde yer aldığım KAWA örgütü; Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın Birliği, Partizan ve kısmen Aydınlık çizgisinin etkisinde gelişmişti. Özgürlük Yolu hareketi ve DDKD; TİP, TSİP ve TKP çizgisine yakın konumlanırken Rizgarî hareketi ise uluslararası düzlemde Devrimci Yol (DEV-YOL) eksenine paralel bir hattı benimsemişti. Bu tablo yalnızca belirli örgütlere özgü bir durum olmayıp dönemin neredeyse tüm Kürd sol oluşumlarında görülebilecek yapısal bir bağımlılığı yansıtmaktadır.

Bu ideolojik ve örgütsel yakınlıklar, Kürd örgütlerinin kendi ulusal sorunlarını özgün bir biçimde tanımlamalarını, bağımsız siyasal hedefler geliştirmelerini büyük ölçüde sınırlamıştır. Kürd hareketi içerisindeki ittifak ilişkileri de bu bağlamda şekillenmiştir. Örneğin çeşitli mitinglerde ve eylemlerde Özgürlük Yolu ve DDKD çizgisinde yer alan Kürd gruplar, Sovyetler Birliği’ne yakın konumlanan TİP, TSİP ve TKP gibi Türkiye sol hareketleriyle eylem birlikteliği kurmuşlardır. Benzer şekilde Rizgarî hareketi de DEV-YOL çizgisindeki yapılarla ittifak ilişkileri geliştirmiştir. KAWA ise Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın Birliği ve Partizan gibi örgütlerle ortak eylemler düzenlemiştir.

Sonuç olarak Kürd Marksistleri her ne kadar bağımsız ulusal örgütler kurmuş olsalar da eylem stratejilerini ve siyasal yönelimlerini büyük ölçüde Türk Marksistlerinin belirleyici etkisi altında sürdürmüşlerdir. Oysa bu tür bir ideolojik vesayetin dışında farklı eğilimlere sahip Kürd örgütlerinin Marksist, sosyalist ya da milliyetçi ayrımı gözetmeksizin kendi aralarında ortak ulusal çıkarlar temelinde birleşmeleri ve birlikte hareket etmeleri gerekirdi. Ne var ki pratikte bu gerçekleşmemiştir. Bu durum, Türk solunun Kürd siyasal hareketleri üzerindeki belirleyici nüfuzunu ve vesayet ilişkisini açıkça ortaya koymaktadır.

1970’li yıllarda kurulan neredeyse tüm Kürd örgütleri, Türk solunun çeşitli fraksiyonlarının teorik-pratik etkisi altındaydı. Bu vesayet ilişkisi, Kürd örgütlerinin kendi ulusal sorunlarını özgün ve otonom bir şekilde tanımlamasını ve siyasal hedefler üretmesini engelleyen yapısal bir bağımlılık ilişkisi doğurmuştur.

Dolayısıyla bu ara dönem yani 1970’lerdeki Kürd siyasal hareketlerinin görünürdeki çoğunluğu gerçekte çemberlerin dışına çıkabilmiş özgür bir siyasal alan olarak değerlendirilemez. Zira bu yapılar, çoğunlukla milliyetçilikten arınmış olmayı bir tür meşruiyet zemini sayıyor; “enternasyonalist”, “komünist”, “proletarya enternasyonalizmi” gibi kavramlarla Kürd ulusal kimliğini bastıran bir çizgide yarışa giriyorlardı. Her örgüt, kendisini daha fazla devrimci, daha fazla Marksist olarak tanımlarken diğerini “milliyetçilik”le hatta “devrim düşmanlığı”yla suçluyordu. Böylece Kürdlüğe özgü siyasal talepler, çoğu zaman örgütsel doktrinlerin dışında ya da onların altında kalan “ikincil” bir meseleye indirgenmişti.

Bu nedenle 1970’li yıllarda ortaya çıkan Kürd örgütlerinin büyük çoğunluğunun Kurdî ya da Kürdistanî bir eksende, toprak merkezli ulusal bir çizgide hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. Aksine bu yapılar içinde yer alan kadroların çoğu, milliyetçiliği bilinçli bir şekilde reddetmekte ve enternasyonalizmi, Kürd özgürlük talebinin önüne koymaktaydı. Bu yalnızca ideolojik bir tercih değil, aynı zamanda ikinci çemberin hegemonik etkisinin içselleştirilmiş bir tezahürü olarak okunmalıdır.

1980 Darbesi yalnızca bu yapıları değil, hem Kürd hem de Türk sol-sosyalist hareketlerinin tamamını hedef almış; büyük bir siyasal kırılmaya ve ağır bir yenilgiye yol açmıştır. Bu darbeyle birlikte tüm siyasal örgütler ya dağıtılmış ya da uzun süreli baskı ve tasfiyelere maruz bırakılmıştır. Teorik düzlemde değerlendirildiğinde devletin çok katmanlı hegemonik ilişkiler ağı bu örgütleri yalnızca dışsal baskılarla değil, aynı zamanda içsel ideolojik kuşatmayla da kontrol altına almış ve zamanla tasfiye etmiştir.

Toparlarsak 1970’li yıllardaki Kürd siyasal örgütlenmeleri, her ne kadar resmî inkâr politikalarının dışında konumlanmış gibi görünseler de esasında Türk siyasal sisteminin türevsel ideolojik biçimlerinden Türk sol-Marksist hareketlerinden ve hatta bazı Türk İslamcı çevrelerin etkilerinden tam anlamıyla kurtulamamışlardır. Bu dönem; çemberlerin dışında bir özgürlük alanı olmaktan ziyade, hegemonik aygıtların daha incelmiş biçimlerde yeniden üretildiği bir ara form olarak değerlendirilmelidir.

Bu yenilgi ve tasfiyenin sonucunda ağır darbeler alarak kurtulan Kürd gençleri 1980’li yılların sonlarına doğru farklı entelektüel ve siyasal yollar aramaya başlamış, bu da birçok Kürd hareketinin tabanının 1990’ların başında farklı bir nitelik kazanmasına zemin hazırlamıştır.

Üçüncü Çember: Devlet ve PKK Hegemonyası Arasında Kürd Gençliğinin Kuşatılması

Üçüncü çember, 1984 yılında PKK’nin başlattığı silahlı mücadele sonrasında belirginleşmiştir. PKK kısa sürede Kürd gençliği üzerinde güçlü bir çekim merkezi hâline gelmiş; daha önce bağımsız, birleşik, demokratik bir Kürdistan’ı savunan ve büyük ölçüde sosyalist karakter taşıyan birçok örgüt, tabanını PKK’ye kaptırmıştır.  Bu yeni dönemde çok sayıda Kürd genci dağ kadrosuna katılmış, kimileri yargısız infazlarla öldürülmüş, kimileri zindanlara atılmış, kimileri de ağır baskılar altında kentlerden sürülmüştür.

1990’lı yıllar, Kürd toplumu açısından hem devletin baskı aygıtlarının yoğunlaştığı hem de içsel çatışmaların derinleştiği kritik bir dönemeç olmuştur. Bu süreçte yaklaşık 4.000 köy, devletin güvenlik politikaları gerekçesiyle zorla boşaltılmış; milyonlarca Kürd, yaşadıkları kırsal alanlardan büyük şehirlere göç etmek zorunda bırakılmıştır. Bu zorunlu göç sadece fiziki yer değişimini değil; aynı zamanda toplumsal çözülme, kimlik aşınması, ruhsal ve kültürel travma süreçlerini de beraberinde getirmiştir.

Aynı tarihsel kesitte PKK’nin Kürd siyasal alanında tek belirleyici aktör olma hedefi doğrultusunda diğer siyasal oluşumları dışlayıcı ve baskılayıcı bir tutum benimsediği görülmüştür. PKK’nin sürdürdüğü silahlı savaşın pik yaptığı bu dönemde diğer Kürd hareketlerinin tabanının ciddi manada etkilendiği objektif bir olgudur. PKK bu dönemde Kuzey Kürdistan’da Kürd toplumu ve gençliği üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmuştur.

Sonuç olarak bir yanda devletin uyguladığı sistematik baskı ve kültürel soykırım politikaları, diğer yanda PKK’nin hem Kürd toplumu ve diğer Kürd siyasetleri üzerinde kurduğu ideolojik tahakküm hem de iç infazlar yoluyla kurduğu tekçi yapı, Kürd gençliği başta olmak üzere geniş toplumsal kesimleri çift yönlü bir şiddet sarmalına hapsetmiştir. Bu durum yalnızca fiziksel bir kırımı değil, aynı zamanda Kürd toplumu içerisinde siyasal çoğulculuğun bastırılması ve özgür düşüncenin kuşatılması anlamına da gelmektedir.

Üçüncü çember yalnızca bir fiziksel kuşatma değil, aynı zamanda bir ideolojik kapan alanıdır. Bu çemberin içinde kalan gençlerin çoğunun, PKK’nin ideolojik söylemi içinde düşünce dünyaları ve öznelikleri yara almış; gençlerin bir kısmı sakat kalmış, cezaevlerinde uzun süreli tutulmuş, yaşamını yitirmiş, bir kısmı da Batı metropollerine sürülerek yeni bir asimilasyon sürecinin nesnesi hâline getirilmiştir.

Bu yapının tarihsel karşılığına bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İttihat ve Terakki döneminde uygulanan 1916 Kürd sürgün politikalarıyla doğrudan yapısal ve zihinsel bir süreklilik kurulabilir. 1990’lı yıllarda köy boşaltmalarıyla yeniden sahneye konulan bu zorunlu yerinden etme politikası, Kürdlerin fiziksel olarak dağıtılması ve kültürel olarak silinmesi stratejisinin modern versiyonudur. Bu anlamda üçüncü çember hem Türk devletinin hem de PKK’nin hegemonik yönelimlerinin kesiştiği, çifte tahakkümün kurumsallaştığı bir alan olarak okunabilir.

1990’lı yıllarda Kürdistan’da yaşanan siyasal ve toplumsal yıkım süreci yalnızca devletin fiziksel zor aygıtlarıyla değil, aynı zamanda PKK’nin ideolojik manipülasyonlarla da şekillenen çok katmanlı bir imha stratejisine dayanmaktadır. Bu dönemde dikkatle vurgulanması gereken iki temel olgu, Kürd halkının entelektüel ve genç kuşaklarını hedef alan kapsamlı bir kırımı gözler önüne sermektedir.

Birinci olgu; Kürd halkının en parlak bireylerinin metropollerde, Kürdistan’da ve diasporada yetişmiş çok dilli, üniversite mezunu, sanatsal ve entelektüel birikime sahip gençlerin bağımsızlık mücadelesi ideali üzerinden kandırılarak gerilla saflarına çekilmesidir. Bu süreçte binlerce nitelikli Kürd genci, kirli bir savaşın ortasında hem fiziksel hem de zihinsel anlamda yok edilmiş; potansiyel aydınlar, sanatçılar, akademisyenler ve siyasal aktörler daha yeşermeden tüketilmiştir. Genç kuşağın kitlesel biçimde dağlara sürülmesi, ideolojik bağlılık üzerinden araçsallaştırılması ve çoğunun çatışmalarda ya da iç infazlarda hayatını kaybetmesi, birkaç kuşağın sistematik biçimde harcandığını göstermektedir.

İkinci olarak aynı dönemde Kürd aydınları, kanaat önderleri, düşünce insanları ve siyasal figürleri, “Kürdistan Ulusal Meclisi” gibi oluşumlar etrafında bir araya getirilmiş; bu yapıların istihbarat mekanizmaları tarafından deşifre edilmesiyle birlikte birçok Kürd aydın infazlarla ortadan kaldırılmış, faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş, bir kısmı dağlara sürülmüş, diğer bir kısmı ise zindanlara hapsedilmiştir. Bu süreç; Osmanlı’dan bugüne dek süregelen Türk siyasal sisteminin Kürd halkını sistemli biçimde başsız, öndersiz ve aydından yoksun bırakma stratejisinin bu kez Kürd aktörler eliyle içeriden yeniden inşa edilmesinden başka bir şey değildir.

Bütün bu gelişmeler, 1990’lı yıllarda yaşanan zorunlu göç dalgası ile 1916 Büyük Kürd Tehciri arasında tarihsel bir paralelliği de gün yüzüne çıkarmaktadır. Nasıl ki 1916 sürgününde Kürd halkı coğrafyasından koparılarak kimliksizleştirilmeye çalışıldıysa 1990’lı yıllarda da hem fiziki mekânları olan köyleri boşaltılmış hem de toplumsal hafızayı taşıyacak kuşaklar ve aydınlar sistematik biçimde tasfiye edilmiştir.

Özetlersek Kürd gençliğinin dağlara sürülerek ideolojik angajmanla harcanması ve Kürd aydınlarının “Ulusal Meclis” görünümlü platformlarda deşifre edilerek imha edilmesi yalnızca siyasal bir çatışmanın sonucu değil, aynı zamanda ulusal hafızaya yönelik bilinçli ve stratejik bir aydın kırımıdır. Bu durum; Kürd toplumunun tarihsel sürekliliğini, entelektüel yeniden üretim kapasitesini ve kolektif aklını hedef alan çok boyutlu bir imha ve asimilasyon politikasının tezahürü olarak değerlendirilmelidir.

Bu ideolojik çemberin bir diğer en belirleyici özelliği; PKK kadrolarının tarihsel, toplumsal ve ulusal bilinçten koparılarak Abdullah Öcalan’ın “çözümlemeleri” adı altında yürütülen bir tür kişiliksizleştirme ve benliğini inkâr ettirme sürecinden geçirilmesidir. Bu proses dağda, cezaevlerinde ve legal parti platformlarında yoğun bir şekilde hayata geçirilmiştir. Bu süreç; bireyin eleştirel düşünme yetisinin bastırıldığı, yerine dogmatik bir bağlılığın ve lider merkezli bir bilinç şekillendirmesinin ikame edildiği bir “protez akıl” üretim mekanizması olarak işlev görmektedir. Bu kadrolar, tarihsel benliklerinden soyutlanarak bir tür ideolojik yeniden formatlamaya tabi tutulmuş, bu yönüyle ulusal kimliğin taşıyıcısı olmaktan çok, onu inkâr eden bir yapı içerisinde yeniden konumlandırılmışlardır. Bu durum, Dersim örneğinde Kemalist eğitim süreçlerinden geçirilerek devletin ideolojik aparatlarına dönüştürülen bireylerle benzerlik arz etmektedir. Her iki durumda da ortaya çıkan figür; Gramsci’nin “organik aydın” tanımının tersine egemen söylemin içselleştirilmiş temsilcisi ve hegemonik sistemin gönüllü yeniden üreticisidir. Âdeta “kraldan çok kralcı”, “beyaz adamdan çok beyaz adam” bir role bürünmüşlerdir.

Dördüncü Çember: Türkiyelileşme Süreci ve Gönüllü Asimilasyonun İnşa Edilmesi

Birinci, ikinci ve üçüncü ideolojik kuşatmalardan sıyrılmayı başaran Kürd bireylerin önemli bir bölümü, 1990’lı yılların sonlarından itibaren farklı bir kapanın içine çekilmiştir. Bu dördüncü çember, Halkın Emek Partisi (HEP) ile başlayan ve günümüzde Halkların Demokratik Partisi (HDP) çizgisine kadar uzanan ve DEM ile devam eden siyasal hattı ve onun teorik dayanaklarını kapsar. Bu süreçte Kürd siyasal alanında belirginleşen yeni dalga, büyük ölçüde akademik çevreler, kentli entelektüeller ve profesyonel siyaset kadroları tarafından taşınmış; bu aktörlerin bir kısmı, Türk siyasal sisteminin yeniden inşasında rol üstlenmiş ve bu sürecin teorik zeminini inşa etmeye yönelmiştir.

Görünürde bu yeni aşama Kürd temsilinin siyasal alanda güç kazandığı bir evreyi işaret etmektedir. Ancak daha yakından bakıldığında bu sürecin Türk siyasal sisteminin kontrollü bir kanal açma stratejisiyle yapısal benzerlikler taşıdığı görülmektedir.[3] Bu kanalla Kürd talepleri sistem içi bir dile çevrilmiş; böylece kolektif özlemler, kurumsal siyasal alanın sınırları içerisine çekilerek yönsüzleştirilmiştir.

1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından bu süreç hız kazanmıştır. Daha önce dolaylı veya örtük biçimlerde ifade edilen “Türkiyelileşme” yönelimi, bu tarihten itibaren açıkça dillendirilmiş ve teorik bir çerçeveye kavuşturulmuştur. Oysa bu yönelimin ön izleri, 1976 yılında kurulan Partîya Karkerên Kurdîstan (PKK) gibi yapıların belgelerinde dahi izlenebilir fakat söylemin açık hâle gelmesi 2000’li yılların başını bulmuştur. Bu tarihten itibaren 25 yılı aşkın süredir devam eden bu yönelim, Kürd siyasal ve entelektüel alanında derin etkiler yaratmıştır.

Bu bağlamda Abdullah Öcalan, “Türkiyelileşme” idealinin kurucu figürü hâline gelmiş; geliştirdiği düşünsel çerçeve, “konformist” Kürd akademik çevrelerinin belirli bir kesimi tarafından teorize edilerek kurumsallaştırılmıştır. Bu yaklaşım; dışarıdan bakıldığında çoğulculuk, demokrasi ve kimlikler arasında eşitlik gibi değerleri savunuyor gibi görünse de uygulamada Kürd kimliğinin toplumsal ve siyasal taleplerini bastırmakta, bu talepleri sistemin kabul edebileceği sınırlara çekmekte ve gerçek bir dönüşüm yerine uyum sağlama yönünde bir çizgi izlemektedir.

Oysa Kürd halkının büyük çoğunluğunu oluşturan toplumsal gövde; hâlâ bağımsızlık, federasyon ya da özerklik gibi kolektif siyasal talepleri taşımaktadır. Ancak bu gövde; başta Öcalan olmak üzere onun etkisi altındaki Kürd siyasetçileri, sol çevreler ve akademik kadrolar tarafından yönlendirilmekte ve kontrol altına alınmaktadır. Bu “protez akıl”, sistemin içerisinde kalarak dönüşüm vaat ederken gerçekte Kürd siyasal öznesini gönüllü bir asimilasyon çizgisine taşımaktadır.

Bu yönelimi “dördüncü kapan” ya da “dördüncü çember” olarak kavramsallaştırmak mümkündür. Zira şimdiye kadarki en derin, en yaygın ve en görünmez kuşatma biçimini temsil etmektedir. Burada Kürd bireyler, gönüllü özneleşme süreçleriyle Türk siyasal sistemine entegre edilmekte, direniş değil uyum önerilmektedir. Bu bağlamda Louis Althusser’in “özneleşme” ve Judith Butler’ın “itirazı içeriden yöneten hegemonya” kavramları ile yakınlık taşır.[4]

Tüm bu ideolojik yönlendirmelere rağmen, “Kürd gövdesi”nin hâlâ Kürd kaldığını söylemek mümkündür. Fakat bu gövde sistematik olarak “umutla bekletilmekte” ve hareketsizliğe zorlanmaktadır. Kolektif eylem ufku daraltılmakta, beklenti ve hayal dairesi sistem içi çözüm tahayyülüne indirgenmektedir.

Bu bağlamda Öcalan’ın 1999 sonrası söylemi, “devrimci önderlik”ten çok bir tür mitomaniye yani patolojik bir anlatı üretimi ve ona mutlak inanç benzerlik taşımaktadır. Zamanla bu anlatı, tekrar ve söylemsel hegemonya yoluyla “gerçeklik etkisi” yaratmış; kitlesel boyutta yeniden üretilerek sorgulanamaz bir politik hakikate dönüşmüştür. Bir başka ifadeyle ortaya atılan yalan bir süre sonra hem kendisi tarafından hem de toplum tarafından normal ve gerçek kabul edilmeye başlanmıştır. Bu akımın Kürdler için büyük bir tehlike arz ettiğini söylemek ve buna dikkat çekmek istiyorum.

Beşinci Alan: Toplumsal Hafızadan Doğan Direniş ve Kolektif Kimliğin Yeniden İnşası

Ancak bütün bu süreçlerin özellikle de dördüncü çemberin Kürd toplumuna herhangi bir bedel ödetmeden gerçekleştiğini düşünmek mümkün değildir. Tersine bu tarihsel süreçte büyük bedeller ödenmiştir. Yaklaşık 100 bin Kürd genci, silahlı çatışmalarda ya da devletin baskı aygıtları aracılığıyla yaşamını yitirmiştir. Her bir kaybın arkasında bir aile, bir toplumsal bağ ve duygusal bir dünya bulunduğu dikkate alındığında bu ölümlerin yalnızca niceliksel bir veri olmadıkları; aksine toplumun kolektif hafızasında derin izler bırakan çok katmanlı bir travma oluşturduğu açıktır.  Bu nedenle Kürd toplumunun büyük kısmının “Türkiyelileşme” söylemi ve gönüllü asimilasyon politikalarına sessiz kalacağını ya da bu süreci içselleştireceğini varsaymak, tarihsel gerçeklikten ve sosyolojik zeminden uzak bir varsayım olur.

Bu noktada yasal siyaset içinde yer alan belirli aktörlerin tutumu da sorgulanmayı hak etmektedir. Belediye başkanlığı, milletvekilliği veya meclis üyeliği gibi pozisyonlar aracılığıyla legal siyaset içinde kişisel konfor alanları oluşturan bu figürler, özünde Kürd halkının kolektif taleplerini taşıyan bir siyasal temsil değil, sistemle uyumlu ve “protez akıl” tarafından biçimlendirilmiş bir siyasal zihniyeti yansıtmaktadır. Bu figürlerin ortaya çıkardığı yapısal sorun yalnızca bir Kürd temsili krizi değil, aynı zamanda bir Türk sorunudur: Kürdlükten arındırılmış, devlete angaje edilmiş ve içeriği “Türkiyelileştirme” çizgisiyle biçimlendirilmiş bir siyasal ve entelektüel dizge söz konusudur.[5]

Bu politik yönelim, zamanla yasal Kürd partilerinin yönetici yapısına da nüfuz etmiş ve bu sayede Kürd toplumu, kendi temsilcileri aracılığıyla sistemin asimilasyoncu çizgisine yönlendirilmiştir. Ancak bu yönlendirmenin toplum nezdinde derin ve sahici bir meşruiyet üretemediği açıktır. Zira binlerce insanın yaşamını yitirdiği, köylerin yakılıp boşaltıldığı ve uzun yıllar süren bir direnişin şekillendirdiği tarihsel belleğin yalnızca bireysel haklarla sınırlandırılan bir söylemle karşılanması; yani kolektif hakların dışlandığı, bireysel kazanımlarla yetinilmesi gerektiği mesajı geniş halk kesimlerinde kabul görmemektedir. Bu tutum, zaman zaman bazı devlet temsilcilerinin dile getirdiği yüzeysel demokratik jestlerle örtüşse de tarihsel adalet duygusuyla açık bir çelişki içerisindedir.

Bununla birlikte dördüncü çemberin ideolojik etkisinde olan geniş Kürd kitlelerinin bu kuşatmayı aşmaları ve yeni bir özgürlük alanına yönelmeleri olasıdır. Şimdiye kadar söz konusu çemberlerden sıyrılmayı başaran figürlerin büyük bir kısmı; toprak, tarih ve hafıza temelli düşünen Kürd milliyetçileri olmuştur. Bu noktada artık beşinci bir “çember”den değil, beşinci bir alandan söz etmek gerekmektedir: Beşinci alan; Kürd kimliğini kolektif, tarihsel ve coğrafi temellerle birlikte sahiplenenlerin oluşturduğu; özgün ve özgür düşünce, siyasal özneleşme ve kültürel direnişin toplandığı bir özgürlük alanıdır.

Bu alan; Kürd olma bilinciyle hareket eden, asimilasyonun her türüne karşı mesafesini koruyan ve tarihsel hakikati yeniden kurma çabası içerisinde olan bireylerin ortak zeminidir. Burada temsil edilen siyasal akıl; herhangi bir devlet paradigmasına eklemlenmeyen, aksine kendi coğrafi ve tarihsel hafızasına dayalı özgün bir temsil zemini kurmaya çalışan bir düşünce biçimidir.[6] Dolayısıyla dördüncü çemberin içinde “umutla bekletilen” geniş Kürd kitlesinin bu beşinci alana yönelmesi; çemberin dışına çıkarak özgür, tarihsel bilince sahip bireyler hâline gelmesi kuvvetle muhtemeldir.

Beşinci alan yalnızca bir siyasal alternatif değil; aynı zamanda travmatik belleğin iyileşme zemini, kolektif özlemlerin anlamlı bir dille ifade edildiği alan ve tarihsel kırılmaların onarıcı bir hafızayla yeniden inşa edildiği yerdir.

Sonuç

Bu çalışmada çizilen tarihsel ve teorik çerçeve, Kürd kimliğinin bastırılması ve dönüştürülmesi sürecinin yalnızca açık zorla değil, çok daha karmaşık ideolojik mekanizmalarla işlediğini açık biçimde ortaya koymaktadır. Dört ayrı ideolojik kuşatma alanı olarak kavramsallaştırılan çemberler hem devletin hem de sözde muhalif yapılara içkin hegemonik düzenekleri görünür kılmıştır.

Kürd bireylerin yalnızca bastırılmış değil, aynı zamanda sistemin farklı ideolojik aygıtlarıyla gönüllü özneleşme süreçlerine tabi kılındığı; kolektif taleplerin, bireysel haklara indirgenerek etkisizleştirildiği bir zemin oluşmuştur. Ancak buna rağmen tarihsel hafızaya dayanan direniş dinamikleri varlığını korumakta, beşinci alan olarak tanımlanan yeni bir siyasal ve kültürel özgürlük zemini bu hegemonik kuşatmalara karşı kolektif bir cevaba dönüşmektedir.

Bu bağlamda çalışma yalnızca Kürd hareketine yönelik bir analiz değil; aynı zamanda modern devletin iktidar teknolojilerini, hegemonya stratejilerini ve muhalefeti dönüştürme tekniklerini de anlamaya yönelik bir teorik çerçeve sunmaktadır. Son kertede bu metin, ulusal hafıza, ideolojik özneleşme ve kolektif direniş arasında kurulan ilişkilere dair hem teorik hem tanıksal bir müdahaledir.

Beşinci alanı, tüm ideolojik çemberleri aşarak yalnızca Kürd halkının ve Kürdistan’ın hakikati doğrultusunda yürüyen, kendi aklı ve vicdanıyla hareket eden özgür bireylerin oluşturduğu bir alan olarak tanımlamak mümkündür. Bu alan; bağımlı düşünce formlarını reddeden, dışsal yönlendirmelerden azade bir siyasal ve zihinsel özgürlük mekânı olarak değerlendirilebilir.

 

1 Ağustos 2025

İbrahim Gürbüz

 

[1] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, İstanbul: Dipnot Yayınları, 2018, s. 145–160.

[2] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, İstanbul: Dipnot Yayınları, 2018, s. 151–165

[3] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, İstanbul: Dipnot Yayınları, 2018, s. 183–194.

[5] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, İstanbul: Dipnot Yayınları, 2018, s. 173–186.

[6] İsmail Beşikçi, Bilimin ve Aydının İhaneti, İstanbul: Belge Yayınları, 1992.

Bu yazı toplam 3055 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 12:22:15