Dr. Süleyman, tanıdığım ilk andan beri yalnızca kendi bildiği bir hayalin peşinden koşan bu adam, geçen hafta saldırı ve zaferini haber verdiğim çöl kıyılarında özgürleştirilmiş toprakları İslam Devleti\'nin korkunç kirlerinden temizlerken ağır yaralandı.
Sabah durmadan geliyor ve bir zamanlar \"artık bir sabah olmuyor ve ben artık bir sabah olmayana inanmıyorum\" diye neden söylediğimi hatırlamıyorum. Belki denizi özlemeye başlayan Kürdlerden olduğum bu dünyada, denize yaklaştığımız içindir. Fransızlar \"yarının şafağı\" duygusuyla kıyamet gibi bir devrim yapmışlardı; düşleri \"eşitlik, özgürlük, kardeşlik\" diledikleri gibi gerçekleşmedi ama, Fransız halkı o duygusunun getirdiği akımlarla gerçeküstü bir taht kurdu ve hala orada ikamet ediyor. Hiçbir devrim aslında kurgulanamaz, onu hayal ettiklerini, kurguladıklarını düşünen kahramanların yanılgıları kadar trajik olan ender şey vardır. Yine de çabaları, hayalleri, \"yarının şafağı\" dedikleri gelecekteki memleketten bir parça koparır.
Dr. Süleyman, tanıdığım ilk andan beri yalnızca kendi bildiği bir hayalin peşinden koşan bu adam, geçen hafta saldırı ve zaferini haber verdiğim çöl kıyılarında özgürleştirilmiş toprakları İslam Devleti\'nin korkunç kirlerinden temizlerken ağır yaralandı. Denizi özleyen Kürdler içinde denize tuz kokusunu duyacak kadar yaklaşan Sait, şimdi anasteziyle uyutuluyor. Gözlerinden birini şimdiden kaybetti, diğerini kaybetme riski var, ama bir sabah Kürdler bağımsızlık serüveninin zafer şarkılarını söylemeye başladıklarında, Doktor\'un görmenin bir yolunu bulacağından eminim. İlk gün iyi çalışan kalbi, ikinci gün ortalarında artık gelmeyen sabaha isyan etti. Doktorlar kalp krizi geçirdiğini söylediler. Doktor Süleyman bugüne kadarki hayatı boyunca hayatın saflarında ölümle dansetti, bu dansı ölümle dalga geçmenin bir ritüeli haline de getirerek. Bekliyoruz uyanmasını, sabahları görmesi artık zor olsa da, bağımsızlık ve deniz dokunulabilir birşey. Aylar önce Agit\'e bıraktığı ve şu Musul çevresine dolanan hayallerimizin yoğunluğunda içmeye fırsat bulamadığımız bir şişe rakı bekliyor orda, kendine gelsin, canına okuruz şişenin.
Kuzeyden, düşmanını saydamlaştırırcasına gören, ama dostuna kör bir cesareti getirdi Sait; düşmana vurup alıcı pençelerle yaklaşmayı öğretmekte hala. O yalnız değil elbette, Güneybatı Kürdistanlı gençler, ölüm düşünceli ve ölüm bedenli İslam Devleti elemanlarını \"birlikte\" biçmenin tarzını getirdiler, onların olduğu yerde bir alıcı şahinler grubu oluşmaktadır; Doğu Kürdistan\'lı Kürd savaşçılar, savaşın orta yerinde inceliğin, zerafetin hala mümkün oluşunu getirdiler; ve hepsi Güney Kürdistan\'da kadim bir kök gibi mukim olan Kürdlük onurunun en amansız durumlarda nasıl korunduğunu görüp öğrendiler.
Diğer Kürdistan parçalarından savaşmaya gelenler, bir ideolojinin ya da organizasyonun hapsine çekilmiyorlar. Güney\'deki savaş alanı, bu anlamda, bütün siyasal düşüncelerin hatırlanmayacak bir uzaklıkta kaldığı bir ulusal buluşma meydanı. Yaklaşık ideolojik olan tek önerme şu: \"Kürdsen onurlu olmak zorundasın, hem onurunu sürdürmek, hem de onu onurdaşlarınla paylaşmak için işte sana savaş meydanı.\"
İslam Devleti insan türünün ruhunda birikmiş bütün kötülüğü açık etti ve, Kürdlerin ruhlarında belki de yüzyıllardır uyumakta olan dünya savaşçılığını ortaya çıkardı. Böylece Kürdler genişleyen bakış açılarından köklü bir ulus olma hallerini çok daha iyi görmeye başladılar. Ne oldukları unutturulmaya çalışılan bu halkın, belki de kendi eşsizliğinin farkına varmak için böyle cihani bir yüceliğe tırmanması gerekiyordu.
Güneybatı ve Güney Kürdistan\'da hayat, kötülükle savaş çizigisine neredeyse kendiliğinden, yani herhangi bir öncülüğün sevkiyle değil, ama doğrudan Kürdlerin yeniden uluslaşma süreçlerinde kendi inisiyatifleriyle gelişti. Aynı zamanda birlik duygu ve çabasının da zorunlu olarak eşlik ettiği bu diriliş, örgütlerin, partilerin vs. kendilerini mahkum ettikleri sömürgeci devlet bağlantılarından bağımsız olarak ve onun hilafına, toplumsal zihnin yeraltında gerçekleşiyor. Kobani\'de bütün beklentilere rağmen tarihin gördüğü en amansız direnişi gösterip zafer kazanan ve hala ilerleyen, bu ulusal akımdı. Musul\'daki iyi techiz edilmiş Arap ordusunu saatler içinde dağıtan İslam Devletinin yaklaşık aynı büyüklükte bir kolu, içerden destek alarak saldırdığı Kerkük\'te Kürdlerin bu dirilişiyle karşılaştı ve birkaç günde yok edildi. Batı Dicle cephesinde orta büyüklükte bir ülke kadar bir toprak parçasını Peşmergenin bedelini içtenlikle ödeyerek yeniden ele geçirdiğine adım adım tanık oldum.
Ve elbette, sadece Kürdler değil, dünya da değişiyor, ve yazık ki, ve eşyanın doğasına uygun olarak, ters yönde. Hakikati elden çıkarmış bir dünyadır bu, gerçeksizdir. \"Her zaman görünmediği gibi olmak\" olarak basitçe özetlenebilecek bu insanlık durumuna yol açan şey, özellikle Kürdistan\'ı egemenlikleri altında tutan devletlerde temel bir karakter olmak üzere, toplumların seçilmiş hükümetlerin değil, ama istihbarat örgütlerinin marifetleriyle yönetilmesidir. Ortaya çıkan insan tipi ise, Kafka\'nın Josef K\'sına çok benziyor. Yönetilmektedir, ama ne kendisini yönetenin kim olduğunu, ne de hangi yöntemlere ve hangi kurallara göre yönetildiğini bilmemektedir. Hakkında kararlar alınmakta, cezalandırılmakta veya ödüllendirilmektedir, ama bunları kimin ve hangi ölçülerle yaptığından haberdar olması mümkün değildir.
Quentin Meillassoux diye bir adam, şimdiden kadim bir denize varmış olan bir arkadaşımın bana yeni gönderdiği \"After Finitude = Mahdudiyetten Sonra\" kitabında(*), Francis Wolff\'tan bir alıntı yapmış ve demiş: \"Bilinç ve dilin içinde, saydam bir kafeste gibiyiz. Herşey dışardadır, ancak [bu] dışarıya çıkmamız imkansızdır.\" Muhtemelen fotograf sanatı üzerine söylenen bu sözler, bir anlamda bizimle dünya arasındaki ilişkiyi anlatma iddiasında. Bilinç ve dil, türümüzü diğer canlı türlerinden beirgin olarak ayıran yeteneklerimiz. Ve bilgimiz dahilindeki canlı türleri arasında bizim muktedir olmamızı sağladıkları kadar, aynı zamanda bize hapis görevi de görüyorlar. Bilinç ve bağlantılı olarak dil, bencillik ve fetihçilik (siz bunu talan, açgözlülük, yoketme sapkınlığı, kibir, korku, vb. her türlü olumsuz özelliklerimize genişletin) ile birlikte içe kapanır ve zamanla, gerçekte dünyayı anlamasını sağlamak üzere özelliği olduğu öznesini körleştirir. İnançlar ve ideolojiler, bu türden körlüğün yırtılması zor perdeleridir ve yozlaştıklarında, insan ömürlerini amaçsız bir döngüye tercüme ederler.
Meillassoux\'nun sözünü ettiği saydam kafesin, insanın doğasından gelen ve varlık-yoklukla ilişkisini tanımlayan bir değişmez olduğuna inanmıyorum. Varlığın da, yokluğun da kendine açıklığı olmalıydı insan, bilinç ve dil bu açıklığın ifadeleri olmalıydı. Bilinci ve dili görmenin değil görmemenin, anlamanın değil anlamamanın araçları haline getiren bizleriz. Önce birilerinin çıkarına uygun olduğu için böyle olmamız bize empoze edilir ve sonra biz buna alışırız ve giderek, bu körlük ve anlamamakta ısrar çıkarlarımıza uygun görünmeye başlar veya gerçekten çıkarlarımıza uygun hale gelir. Düşünme ve ileriyi görme erdemlerinin bütün haklarını başka bir bireye veya sisteme devredenler -isterse bu devrettikleri bir Tanrı veya bir peygamber veya yaşayan bir deha olsun-, ne kadar özgürlük aşığı olurlarsa olsunlar, artık kafeslerini kendileriyle birlikte taşırlar.
İşte bu son birkaç yıllık savaş meydanı, Kürdlerin birçok bireyinin bu kafesi kırmaya başladıkları bir meydan. Güncel siyasetin çok dışında, aslında onu pek de takmayan bir akım bu. Silinmiş tarihleri boyunca sürekli denize doğru bir yolu izlemiş olan Kürdlerin bu tarihi yeniden ortaya çıkarmaya yetenekli tarihçileri olmadı; ama denize varan yeni bir tarihi gerçekleştirecek savaşçılara bugün sahipler. Güney Kürdistan, yani hala kök olanın yaşayacak toprak bulduğu bu çöl kıyısı mekanı, bağımsızlığın, denize varma duygusunun her yerden gelen Kürd bireylerinin buluşmasında hayat bulduğu bir cihan oldu.
Elbette Kürdlere ilişkin hiçbirşey kolay değil. Hakikat şudur ki, amansız savaşmak tek başına özgürleştirici bir meziyet değil, eğer öyle olsaydı, her biri birer savaş ve ölüm makinası olan İslam Devleti alternatifsiz zirveye yerleşirdi; çünkü onlar kadar amansız savaşanını ben görmedim ve tarih de ender olarak görmüştür örneklerini. Savaşın amacı, onun karakterini de belirleyen şey. Savaş vardır, savaşanları katillere çevirir; savaş vardır, savaşçıları bugün yenildiklerinde bile gelecekte zafer kazanmış olurlar. Ve biz Kürdlerin en büyük zorluklarımızdan biri, bir yandan dünyanın tanıdığı en zorlu kötülük kaynağıyla cephede savaşırken, öte yanda bilincimizde de aynı savaşı vermek zorunda olmamızdır. Bu, ulus bilincidir; çabalarımızın bu güzel topraklarda bize ve bizden sonra yaşayacak olanlara biraz daha özgürce nefes alabilecekleri bir geleceğe hizmet etmesi için, ve artık başka ulusların boyunduruğundan kurtulmak için, ulus bilinci gereklidir. Ve asla unutmamak gerekir ki, insanı köleleştirme ve böylece yönetme anlayışının doğduğu topraklarda yaşıyoruz. Bizi egemenlikleri altında tutan devletler, topraklarımıza girmekle kalmadılar, kalmazlar, zihinlerimize girmek için akla hayale gelmeyeceğini sandığımız bütün yöntemleri kullanırlar. Ve gerçekten de asıl mesele, zihinlerin işgalidir.
Zihnin işgali, sömürgeciliğin Kürdistan\'da bu kadar uzun süre kalıcı olmasının temel dayanaklarından biridir. Zihnin bağımsızığını korumaksızın savaşma eylemi, çocuk oyuncağı bir kolaylıkla savaştığınız orduyu eğiten unsurlar olmamıza yol açar, açmaktadır. Ve Kürdlerin zihinsel bağımsızlığının korunması ile savaşlarının ulusal amaçlara yönelmiş olması, birbirleriyle doğrudan bağlantılıdır.
Birleşik Devletler başta olmak üzere, en gelişkin çağdaş düşüncelerin ve görünüşte çelişkili, oysa aslında öyle olmayan bir biçimde küresellik düşüncesinin de merkezi olan halkların Ulusal Strateji ile olmazla olmaz bir bağlantı halinde yürüdükleri bu dünyada; Kürdlerin ulus olarak davranma ve ulusal amaçlara göre yaşamaları hayati bir değerdedir. Önemli olan bu zeminin sağlanmasıdır, herşeyden önce tek tek bireylerin ruhlarında.
Biz Kürdlerin savaşma sorunu yoktur, ama kendi hakikatinin, zihninin bağımsızlığını koruma sorunu vardır.
(*) Quentin Meillassoux, After Finitude, An Essay on the Necessity of Contingency, Tr. by Ray Brassier, 2008, içinde alıntılanmış: Francis Wolff, Dire le monde, Paris: PUF, (1997), pp. 11-12