Léon Camus / Türkiye, Şam rejiminin düzenli askeri güçleriyle çatışma halinde olan uluslararası cihatçı örgütler ile Rojava Kürtleri arasında Suriye topraklarında yaşanan şiddetli çatışmaların kendi egemenliği altındaki topraklara sıçramasını engelle.
Kürtlerin inşa edilen duvara duydukları öfkeden sonra, Şam’ın Baasçı rejim otoritelerine baş kaldıran Suriyeli mültecilerin akın ettiği bölgelerde olup biten gelişmeler karşısında isyan eden Türk Alevileri de öfkelendiler. Arap Baharı isyan olaylarının Müslüman Kardeşler Teşkilatı matrisinden doğan İslami yönetimler zincirinin güney Akdeniz ülkelerinde kurulmasına yol açtığı dönemde bu duvar inşa ediliyor. Türkiye’nin örnek teşkil edebilecek bir ekonomik gelişme kaydedilmesiyle desteklenen Ortadoğu coğrafyasına neo-Osmanlı ihtirasları gereği hükümetin bölgeye yönelik politikasını uygulama konulması yönünde teşvik olan bir perspektif. Suriye’deki Alevi iktidarı yıkılmadı, sürdürülen savaş ise artık anlamsız hal almıştır.
ABD bu sıralarda Suriye’nin stratejik müttefiki İran ile neredeyse ikili görüşmelere başlamışken, Suriye’ye yönelik her türlü doğrudan müdahaleden vazgeçme kararını da aldı. Otuz yıllık bir süreden beri kamuoyunca pek bilinmeyen, tamamıyla yeni bir olgu. Savaşın sürdürülmesinden dolayı Türk ekonomisinin kaydettiği büyümeden 2012 yılında % 5 oranında zayıflama meydana gelmesinden ciddi bir şekilde muzdarip olması ve Suriye’den gelen mültecilerin Türk ulusal topraklarına akın etmesinden sorun yaşadığı gibi Türk ekonomisinin hala devam eden savaş nedeniyle dört buçuk yılda dört puanlık bir ekonomik kaybı olmuştur. Kamusal özgürlüklere sınırlama getirmeyi maskeleyen, Kemalizm’in mirası laiklik ilkesini yadsıyan ve Şeriat normlarından kaynaklı yasaları dayatan ılımlı olarak bilinen İslami bir iktidarı zayıflatmaya neden olan Haziran ayında İstanbul’da yapılan kitlesel gösterilerden sonra, sosyal huzursuzluklar Başkent Ankara’ya da sıçradı. Türkiye, ekonomik alanındaki dinamizmine rağmen, yeniden “Avrupa’nın hasta adamı” olma eğilimini gösteriyor. Uzun yıllardan beri adeta ölüm noktasında bekletilen Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım görüşmelerine bir mucize eseri olarak Ankara ile tekrar başlayan Avrupa. Belki de Esad rejimini devirme çabasında katlandığı zahmet karşılığında, Türkiye’nin savaş sürecine yapmak zorunda kaldığı harcamaları ve Ankara’nın başka bir kopyası, ılımlı Sünni İslam hükümetinin Şam’da kurulması hedefinden vazgeçerken uğradığı kazanç kayıplarını telafi edecek şekilde Ankara’yı tazmin etmek için.
Ankara İslamcıları zamanın geldiğini düşündüler
Fransa gibi Türkiye’de Suriye savaşı konusunda bariz bir şekilde taraf oldu. Olup bitenlerin sonu nereye varacağını kavramaktan uzak ve kelimenin tarihsel anlamıyla çok çabuk bir yanılsamaya kapıldı. Ve Türkiye kapıldığı yanılsamanın bedelini ödeme riskiyle karşı karşıyadır. İktidarda bulunan İslamcılar 2011 yılında baş gösteren “Arap Baharı” olayları ardında havaya girerek (zafer kazanmanın) zamanı geldiğini düşündüler. Müslüman Kardeşler Teşkilatı Ortadoğu bölgesinde, gündoğumu ve günbatımı yönünde, yani Maşrıktan Mağribe kadar görünüşe göre gerçekten yönetebilme kapasitesine sahip tek siyasal hareket olarak gücünü kabul ettirmişti. Muhalefetteki rakipleri; modernist, laik, demokrat ve hatta sosyalist hareketler parçalar halinde seçimlere girdiler. Somut ve uyumlu siyasal projeler sunmadan, aralarında etkin herhangi bir koordinasyon olmadığından dolayı bölünme yaşadılar. Bu arada bölgedeki İslamcı patiler de, 2002 yılından beri iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ılımlı kadroları tarafından yönetilen, ekonomik dinamizmi örnek gösterilen Türkiye’yi model olarak aldılar. Türkiye’deki iktidar partisinin başında bulunan ve şimdilerde Osmanlı İmparatorluğunun restorasyonu hayali üzerine kurulu haleli bakışlarla Doğu Akdeniz’e yönelmeye başlayan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı, Recep Tayyip Erdoğan 2003 yılında Başbakan oldu.
Bölgedeki İslamcı hareketler gelişen moderniteye uyum sağlama kapasitesi bulunmayan Güney Akdeniz ülkelerindeki kitlesel hareketi kendi yararına olacak şekilde harekete geçirme faaliyetiyle yakın geçmişte eşi görülmemiş bir öfke dalgasına kapılarak kendilerini kabul ettirmeye çalışırlarken, Ankara ise, koordinasyon sağlanmaksızın ve bölgesel düzeyde rehberlik olmaksızın, daha yeni filizlenmiş söz konusu bu İslamcı karakterli harekete destek vermeye ve korumaya çalışmıştı. Kardeşlik Teşkilatı eliyle ilk öce Mağripte, muhtelif isimler altında faaliyetlerin yürütüldüğü Tunus ve Mısır’da – Tunus ve Fas’ta Ennahda veya Adalet ve Kalkınma Partisi – yalnıza dinsel değil, aynı zamanda, sosyal faaliyetler de görülmüş, dispanser ve eğitim hizmetleri verilmiş, yardımlar yapılmış, toplumsal katmanlar arasında dayanışma sağlanmıştı.
Radikal Sünnilerle çatışma halinde olan Libya, Suriye veya Zaidi Şiilerin bulunduğu Yemen’deki duruma gelince; halk ile devlet arasındaki anlaşmazlıklar başından beri dışarıdan desteklenip, beslenmesinden dolayı farklılık arz etmekte. Belirli bir durumda kabile yaşamı benimseyen veya başka bir halde bir mezhebe bağlılık şeklinde yaşam süren, ancak her defasında devletin demokratikleşmesi kisvesi altında faaliyetler yürütülmekte. Bununla birlikte, içte ve dışta faaliyet gösteren temel aktörler ve de toplumsal yaşama yön verici özelliğe sahip ana akım düşünceler ve yaşanan isyan hareketlerinin temelinde yatan jeopolitik tansiyonu dengeleyen güç hatları hemen hemen aynıdır.
Ondokuzuncu yüz yılın sonundan itibaren, İngiltere’nin Ortadoğu’ya girme politikasının bir enstrümanı olarak uygulamaya koyduğu Arap politikası gereği radikal İslamcıları destekleyenlerin İngilizler olduğunun hatırlanması için bu gelişmelere bir olgunun da ilave edilmesi gerekiyor: O dönemde yeniden inşa edilmekte olan dünya düzeninde büyük sorun haline gelen petrol akış güzergâhının belirlenmesi üzerinde yürütülen politika sonucunda Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra başlatılan Büyük Savaşın hemen akabinde sahnelenen radikal İslam politikası. Mısır Kraliyet makamı 1928 yılında, gizli ve çok ihtiyatlı bir şekilde Kardeşlik Teşkilatının doğmasına destek vermişti. Suudilerin hüküm sürdüğü Vahhabi (Krallığının) yaşadığı 1932 yılındaki olaya gelince, Amerikan’ın bayrağı devraldığı 20.yüzyılın ikinci yarısından önceki bir dönemde, Londra’nın verdiği maddi destek ve silahlar olmadan böylesi bir olay ne düşünülebilir, ne de gerçekleşebilirdi.
Anglo-Amerikan güçleri, bugüne kadar hiç tekzip edilmeyen politikaları gereği, günümüz koşullarında dahi dünyanın çekim merkezinin en azından Avrupa’dan Asya’ya kaymasını engelleme politikasından bağımsız olarak, ABD için Pasifik Havzası oluşturan bu Batı Denizi (Mare Vestrum) Akdeniz’de İslamcılık kartını erken bir dönemden itibaren oynamaya başladılar. Bu politikaya ilaveten son 20 yıldan beri, müttefikleri Irak’taki Hüseyin, Tunus’taki Bin Ali, Mısır’daki Mübarek ve Yemendeki Salih iktidarlarını gerektiğinde İslami rejimler lehine feda edebilen Sam Amca’nın şimşekleri hep egemen, milliyetçi, sosyal (Arap sosyalizmi) devletler üzerine yoğunlaşmıştır. Aralarında bazılarının arkeo-fütürist olduğu, “çağın gerisinde kalan” Körfez petro-monarşileriyle yakın ittifakların kurulması Washington’un Ortadoğu’ya yönelik jeostratejik politikasının merkezi bir dayanağını teşkil ediyor. İlk planda olduğu gösterilmeye çalışılan yalnızca enerji politikası nedenleriyle elbette ki değil. ABD’nin üçüncü taraf güçleri kontrol etmekten daha ziyade fosilden enerji sağlaması da önem arz etmekte. ABD’nin küresel gücünün olmasının yanında, başka bir gücü daha var; bu güç, dünyanın yönetilmesinde zorunlu bir vektör olan tanrı-doların gücü dünya hidrokarbür ticaretine dayanıyor. Böylesi bir sistemin devamlılığının sağlanmasında, dostlukların ve ittifakların kurulmasından daha ziyade, küresel gücün bazı sonuçları diğer aktörlere dayatılması önemlidir. Özeri örtülü kalan rekabet faaliyetlerinin gizlice yakından izlenmesi, bu rekabet seyrinin gerektiği hallerde söz konusu ülkelerin halklarına yaşayacakları kadar gelir sağlanmasına indirgenmesi.
Neo-Osmanlı Halifelik Rüyası
Recep Tayyip Erdoğan “ılımlı İslam” olarak bilinen bir hükümet kabinesinin ekonomik başarısından halelenmiş bir şekilde, kardeş organizasyonlara destek vermek üzere Tunus ve Mısır’a gittiğinden itibaren Ankara’da halifelik restorasyonu hayali şekillenmeye başlamıştı. Doğu Akdeniz (Levant) bölgesinde egemen devletlerin son sürgülerine karşı dolaylı olarak savaş yürütülmesinde ara bir istasyona ve silahlı kişilere ihtiyaç duyulduğu bir dönemde Washington’un engel olmayacağı halifelik rüyası. Tabi ki, her zaman olduğu gibi, demokratik ve İnsan Hakları büyük prensipleri kisvesi altında bu işler kotarılacaktır. Halifeliğin yeniden inşa edilme özlemi son on yılda çoğu İslamcı akımlar tarafında paylaşılıyordu. Türkiye’nin 2010 yılından itibaren aslında böylesi bir yapının doğumunu gerçekleştirebilecek güçte olduğu görüldü. Diğer bir deyişle, Arap isyanlarının patlak verdiği sırada Ankara, İslami Toplulukların birlik olması yönünde tahayyül edilen ama aynı zaman son ve gizlice yürütülen güçlü bir arzunun gerçekleştirmesini billurlaştırıyordu. Aslında tarihsel olarak var olamayan ama Osmanlı halifeleriyle kısmen yürütülen bir realite arzusu ve nostaljisi.
Bir realiteden daha ziyade bir soyutlama olan ümmet fikrinin değişmez bir durum olarak kalması. Bununla birlikte, ümmet fikrini yeniden tevhit etme arzusunu seferber etmenin arkasında yatan olgunun aslında Osmanlı İmparatorluğundan ilham alınan, Ortadoğu’da Türk liderliğinde İslami Halifelik Komutasının yeniden yapılandırılması düşüncesi olduğu açıkça anlaşılıyor. Kemal Paşa, Atatürk tarafından Mart 1924 yılında yürürlükten kaldırmasından birkaç ay öncesine kadar hüküm süren Hilafetin olduğu, 1923 yılı Ekim ayına kadar var olup, yıkılmış İmparatorluğun sınırlarının yeniden canlandırıldığı, Doğu’dan Güney Akdeniz’e kadar olan coğrafyada İslamcı ve Kardeşlik Teşkilatının iktidar olma hırsı.
Kısa sürede hayal kırıklığının yaşandığı bir ihtiras
Bir anlamda, Temmuz 1908 devriminden ve 1923’te Kemal Paşa tarafında kurulan Cumhuriyetten daha önce, Türk Cumhuriyeti beşiğinin aylası pan-Türkizmden kaynağını alan bu ihtiras, en azında somut olarak tanımlanabilir dört faktöre dayanıyor: 1) Yaklaşık olarak 76 milyon insandan oluşan Türkiye’nin aktif bir nüfus yapısı; 2) Türkiye’nin imrenilecek bir endüstriyel dinamizmi; Suriye’de 2010 yılında patlak veren iç savaştan önce, bölgesel ülke sıralamasında Türkiye’nin yeri İran’dan ve Arabistan’dan önce gelen, dünya sıralamasında ise 15.olan, Almanya’nın % 3,7’lik büyüme oranına karşılık Türkiye’nin % 9,1 büyüme oranı olup, endüstri faaliyetleri gelişmekte; 3) NATO’nun doğudaki dayanak sütünü Türkiye, Batılı güçlerin 2003 yılında Irak’a açtığı savaş sırasında, savaş uçaklarının Türkiye topraklarından havalanmasına izin verilmemesi ve İran’ın nükleer santrallerinde üretilen bazı nükleer malzemeleri konusunda 2010 yılında Türkiye-İran-Brezilya üçlü ittifakı nedeniyle yaşanan bazı sıkıntılara rağmen Washington’un yakın müttefikidir. Bu konulara, olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte, Ankara ile Tel-Aviv’i bir araya getiren stratejik ortaklığı da ilave edelim. Yaşanan en önemli bir olumsuzluk, İsrail deniz komandolarının (Thasal) açık denizde seyreden, insani yardım taşıyan Türk filosuna korsan baskını düzenlediği Mavi Marmara olayı. 4) Daha ilk başlarında, faaliyetleri uzun zamandan beri aralarındaki ebedi rekabet rolüne indirgenmiş, icraatları pek de şanlı olmayan İslami hareketlerin aktif rol aldığı varsayımına dayandırılan Arap Baharı olaylarının meydana geldiği şartlar.
Dönemin Mısır Başbakanı Cemal Abdül Nasıra karşı 30 Ekim 1954’te düzenlenen başarısız suikast girişiminden sonra yasaklanan ve dağılan Kardeşlik Teşkilatının tekrarlanan zulme maruz kaldığı Mısırda olduğu gibi, İslamcı hareketler artık marjinal hale getirilmiş, üyelerinden 20 bin kişi tutuklanmış ve uluslararası etkiye sahip Teşkilat ideologu Muhammed Abdu 1959’da asılmıştı. Libya’da, Tunus’ta ve özellikle Suriye’de, yine Devlet Başkanına karşı bir suikast girişiminden sonra, aralarında Teşkilatın “öncü savaşçılarının” da bulunduğu 10.000’den fazla kişinin öldüğü 1982’de Hama’da yapılan kanlı tırpanlama olayıyla zirveye ulaşan Arap milliyetçi rejimlerinin İslamcı hareketleri bastırma faaliyeti sabit hale geldi. Teşkilat, sıradan üyeliğinin bile ölüm cezasıyla cezalandırıldığı Suriye’de, 2007’ye kadar yasa dışı olarak ilan edilmişti. Batı tarzı nispeten özgürlükçü ve demokratik yönetimlerin iktidara gelmesine kadar Irak Baas rejimi ve Libya Cemahiriyesi iktidar döneminde Selefiler hareketine veba salgını gibi bakılırdı.
İsyandan Savaşa Suriye
Suriye’de, 2011 Mart ayında, başlayan Sünni karakterli anlaşmazlık, esas itibariyle, Türkiye’deki yönetimin ve İslamcıların bölgedeki emelleri açısında kaçınılmaz olarak umut verici nitelikteydi. Güç yükselişi çok hızlı gelişen rejim karşıtı muhalefetin karşı konulmaz olduğu anlaşılıyor: Şehirler düşüyor, isyan hareketleri ilerliyor, direniş gücü kaynağını insanların yüreğinden alıyordu. Temmuz 2012’de, Başkent Şam’da askeri Genel Kurmaya saldırı düzenlendi ve izleyen aylarda bu terörizmin baskısı Şam üzerinde hissedildi. Sivil vatandaşlar 2013’ün başından itibaren korkunç düzeyde ölümcül saldırıların hedefi haline geldi. Mısır’daki isyancı güçler Eylül 2011’de, Kahire’de, Suriye’deki Baas rejiminin isyancı güçlerin indirecekleri darbelerle kaçınılmaz olarak düşeceği yönünde sağlam bir inanca sahip Başbakan Erdoğan’ı coşkuyla karşıladılar. Bu karşılama, otoriter rejimlerden kurtulan Kuzey Afrika’daki diğer iki ülke Tunus ve Libya’ya Erdoğan’ın turne gezisini düzenlemenin başlangıç aşamasını teşkil eder. Aslında bu turne, Türkiye’nin referans modeli olduğu İslami hareketlere destek gezisiydi.
Suriye’de halkın isyan etmek üzere harekete geçirilmesinden birkaç aylık kısa bir sürenin sonunda zor kullanılarak ve İslamcı hareketlerin aktif desteğiyle Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın iktidardan düşürülmesi hazırlıkları amacını taşıyan bir turne. Bu dönemde İslamcı hareketin önünde barikat kuran laik rejimlerin devrilmesi konusunda üzerinde mutabakata varılan genel bir planın olduğundan söz etmiyoruz. Ancak, böyle bir planın var olduğunu düşündürecek deliller var.
Şüphesiz, siyasette oportünizm vardır. Mısır ve Tunus halkları despotik yönetimlerinden daha açığa çıkmayan baskı gördüler: Bu halklar daha iyi şartlarda yaşamlarını idame etmeyi veya basit bir yuva kurmayı arzu ediyorlardı. Ancak, fırsattan faydalanmak isteyen ülkelerindeki İslamcı güçler yerlerinde durmadılar ve askeri örgütlenmelerini yeniden seferber ettiler. Tarihi bir ivme. Akdeniz de, Balkanlarda ve İspanya’da Endülüs İmparatorluğunda olduğu gibi, eskiden Dar’ül İslam dedikleri döneme dönüş.
Sonrasında yaşanan hayal kırıklığı
İki bin on birde beslenen umutlar kısa süre sonra suya düştü. Suriye’deki savaşa açıkça taraf olmaktan sakınca görmeyen Türkiye, Katar, Ürdün, Arabistan ve perde arkasındaki ortakları ABD, Fransa, İngiltere ve İsrail’den meydana gelen koalisyon güçlerinin insan faktörü, silah tedariki, eğitim faaliyeti, ekipman sağlama ve bol miktarda koçluk hizmetinin verilmesinde müteşekkil sınırsız yardımlarına rağmen Suriye coğrafyasından toprak kazanma düşüncesi geçen her gün çok daha pahalıya mal olacağı anlaşılıyor. Rejime direnç gösteren, koalisyon güçlerine sadık Suriye’deki muhalefet hareketi, halka yaptığı baskı ve bezdirme faaliyetlerine rağmen, Rusya ve Çin’in devam eden diplomatik desteği karşısında adım adım acı çekmeye başladı. Her ikisi de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin daimi üyesi olan Rusya ve Çin tarafında genel kurulda verilen olumsuz üç oy bu durumun kanıtıdır. Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra, Suriye’de devam eden savaşın seyrinde olduğu gibi, uluslararası ilişkilerin bu güne kadar görülmemiş sertlik ve gerilim safhasından geçtiğini gösteren istisnai bir durum. Bütün bu gelişmelerin olmasıyla birlikte, Iraklı savaşçı Şiilerin geçen aylarda oransal olarak büyüme gösteren katkılarını da ilave edebiliriz. İran Cumhuriyet Muhafızları elemanlarının da bu süreçte yer aldığına dair yorumlar yapıldı. Suriye’nin batısında bulunan bir kasaba olan El Kuseyir’de Haziran 2013’te yapılan savaşta, Esad güçlerinin bu kasabayı ele geçirmesinde Lübnan Hizbullah’ının sahneye çıkması belirleyici olmuştu. Güney Lübnan’da yapılan çatışmalarda zafer kazanmış deneyimli savaşçıların ve İsrail Savunma Gücünün (Thasal) Temmuz ve Ağustos 2006 aylarında savaş meydanına çıkması, Suriye savaşının yeni bir dönemece girdiğinin işareti oldu.
Daha yakınlarda Beyrut– Şam - Tahran ekseninin bir kanıtı olarak, Suriye, İran ve Hizbullah birliklerince ortaklaşa bir operasyon Suriye’de düzenlenmişti. Suriye Ordu birlikleri altı aylık bir kuşatılmadan sonra düzenlenen bu operasyonun sonucunda, güçlü bir dinsel sembolün, yani; Hz. Peygamberin damadı, İslam’ın dördüncü Halifesi Hz. Ali’nin kızı Seyda Zeyneb’in mezarının bulunduğu, Şam yakınlarındaki Sbeineh kasabasında kontrolü ele aldılar.
İki buçuk yıldan beri devam eden savaşın sonunda, her iki cepheden yüz binlere varan insan ölümünün meydana geldiği bugünde, Şam’a karşı düzenlenen uluslararası taarruz saldırısı yerinde saymakta ve yavaşlamakta. Öyle ki, ABD, kendi etrafında gerekli uluslararası bir mutabakatı sağlayamadığından dolayı, havlu atmış, Neocon’ları fanatik Amerikanlıların, Fransızların, İngilizlerin ve İsraillerin kan akıtma açlığı ve bastırılamaz öfkesiyle karşı karşıya bırakmıştır. En azında şimdilik.
Tabii ki, Başkan Obama Beyaz Saray’daki makamında siyasetten nötralize edilmediği ve birçoğunun düşündüğü gibi, olası bir görevden alınma vs. sonucunda bertaraf edilmediği sürece. Bu bağlamda, uluslararası kamuoyunda dolaşan nahoş bir söylentiye göre, Suudi Arabistan kendi çıkarı ve aslında İsrail merkez sağı Likud Partisi çıkarına olup, Paris’in de çıkarına olacağı yönünde sunulan, ahlaki ve maddi çıkarlarını savunmak amacıyla yeniden savaş çıkarılması için girişimde bulunabileceği yorumları yapılıyor. Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius’ün Cenevre’de, Fransa adına yaptığı bir açıklamada, ama “yabancı bir tarafın” çıkarına pek de uygun düşmeyen bir yorumla, İran’ın sivil amaçlı nükleer programı konusunda İran ile anlaşma sağlamak üzere 10 Kasım’da yapılan anlaşmanın ertelenmesini önerdiğine tanık olduk.
Türklerin Suriye’de yenilgisi
Washington elemanlarını atlatmada pek beceri gösteremeyen Fransa Devlet Başkanı Suriye’de gelişen olaylardan dolayı gülünç duruma düştüğünde, Türkiye kendi cephesinde elindeki kalemi bırakmıştı. Finansmanı Katar’ın başkenti Doha tarafından sağlanan Oxford’daki İslam Bilimleri Kürsüsü (İslamologie) Başkanı, Müslüman Kardeşler Teşkilatı kurucusunun küçük oğlu Tarık Ramazan 2011 yılı Eylül ayında, “Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Afrika’ya düzenlenen gezisine büyük halk desteğinin olduğunu” yazmamıştı. Oysa Erdoğan üç yıldan beri bölge halkları nezdinde çok popüler olmuş ve birçok nedenden dolayı da saygınlık kazanmıştı: Tekraren seçim kazanmış Erdoğan’ın siyasi rakipleri bile yeteneklerini ve kurduğu hükümetin etkinliğini kabul etmişlerdi. Türkiye, dışarıda olduğu gibi, içerde de gelişme kaydediyor: Hükümet icraatlarında daha az yolsuzluk, daha iyi bir yönetim, daha az çatışma. Erdoğan hükümetine methiyeler düzülen bir değerlendirme kısa bir sürede tanık olunan olaylarla yalanlanmış oldu. Türkiye varsayımsal olarak, Arap Baharının başlangıç aşamasında “tarihin kendisine sunduğu iyi bir konumda” idiyse, sürdürülen savaşla birlikte bölge halkından bir kısmının adeta düşmanca karşı çıktığı, yöre halkı tarafından tolere edilmede çok sert tepkilerle karşılaşılan mülteci kamplarının çoğalması ve komşu ülke Suriye’ye doğru yönelik olup, geleceğe yönelik gelişimi konusunda ölüm çanları çalınan, bünyesine ciddi bir darbe alan Türkiye ihracatının ayakları kısa sürede sağlam bir zemine basması gerekiyordu.
Türkiye’nin Suriye’ye yönelik ihracatı 2010 yılında 1.845 milyar dolara yükselmişti. 2011 yılı sonunda 1.611 milyar dolara düştü. Ancak, Esad rejimi diktatörlüğüne rağmen, 800.000 Suriyelinin her yıl turistik seyahate çıkmak üzere Türkiye’ye gitmeleri sonucunda elde edilebilecek turizm geliri hariç. Ayrıca, Suriye’nin ateşe verilmesinden ve kanın akmaya başlamasından bu yana Türk firmaları Maşrık ve Körfez ülkelerine varışlı ihraç mallarını transfer edemiyorlar. Uzmanların verdikleri bilgilere göre Türklerin Şam ile ticareti, bölge ülkelerine yapılan ticaretin yalnızca küçük bir kısmını teşkil ederken, devam eden savaşın yol açtığı etkileri çok yönlü olup, varacağı boyut henüz tahmin edilemez. 2012 ‘de ekonomik alanda net bir yavaşlama hissedildi ve savaşın uzamasıyla birlikte bu yavaşlama daha da hızlanma eğilimine girdi: Müslüman Kardeşler Teşkilatı mallarının Temmuz ayında cebri icrası yapıldığından beri Türkiye’nin ekonomik zararı da beş milyar dolar dolayına yükseldi.
Suriyeli mülteciler konusuna gelince, 400.000’i Suriye ile sınır boylarında kurulmuş barınma kamplarının dışında kalmasıyla birlikte, mülteci sayısı 600.000’i çoktan aştı. Kurulmuş olan 21 kamp yerinde 200.000 mülteci barınmakta. Bölgesel düzeyde şiddet olayları nedeniyle sınırın zaman zaman geçici olarak geçişlere kapatılmasına rağmen, Suriye savaşından kaçan sivil insanların geçebileceği şekilde “açık kapı” politikasına devam edilebileceği yönünde Türkiye tarafından yorumlar yapılıyor. Başbakan Erdoğan Ağustos ayında, konuya ilişkin olarak yaptığı bir açıklamasında “ülkesinin Suriyeli mültecilere barınma sağlanması için yaklaşık olarak 2 milyar dolar tahsisat ayırdığını” bildirmişti. Bölgedeki yerleşim yerlerindeki insanların sert tepkisiyle karşılaşan, kontrol edilemez mülteci akını oldu. 2011 baharından bu yana yüzbinlerce Suriyeli Türkiye topraklarına giriş yaptı. Yalnızca 200.000 mülteci kamplarda barınıyor. Çoğunluğu Hatay’da, İskenderun’da, türkleşmiş Alevilerin, Türklerin ve Sünni Kürtlerin şimdiye kadar birlikte yaşam sürdürdüğü bir yerleşim yeri olup,1938 yılında Suriye’den koparılan Sancak kasabasında dilencilik yapıyorlar. Onbinlerce başka Suriyeli, varlığıyla sürekli sorunlara neden olarak kırsal bölgelere dağılmışlardır. Antakya’da topluluklar arasında çatışmalar meydana gelmiş ve Erdoğan hükümetinin uyguladığı politika karşıtı gösteriler yapılmıştır.
Ankara, paralı Arap askerleri El-Nusra Cephesi ile Rojava Kürtleri arasında sınır hattı boyunca şiddetli çatışmaların yaşandığı İdlib bölgesi başta olmak üzere, yasadışı geçişlerin ve kaçakçılık faaliyetlerinin engellenmesi gerekçesiyle inşa edilen, aslında muhalif Kürt savaşçıların geçişini durdurmak ve Selefi direnişçilerin Türk topraklarına yaklaşmasına engel olmak üzere Türkiye ve Suriye’nin paylaştığı 900 Km’lik ortak sınır hattı boyunca güvenlik duvarı inşa etme kararı almıştır. Şimdilik birkaç kilometrelik olağan bir bariyer oluşturma şeklinde inşa edilen bu duvar, özünde işgal altındaki topraklar statüsüne almak amacıyla Filistin topraklarını ayırmak üzere İsrail yönetimi tarafından inşa edilen tecrit duvarını düşündüren bir “utanç duvarı” olarak tanımlanabilir.
AKP Hükümeti artık Türkiye’yi dinamitliyor.
Konuya yalnızca bu açıdan bakıldığında, İslami iktidar zaferi zamanının geldiğini düşünen, beceriksizce maskesini çıkaran bir yönetimin 2011 yılına kadar faydalandığı moral kredisinin tüketildiği konusunun altının çizilmesi üzerinde ısrar edebilir. Türk Miletlini oluşturan etnik grupların farklılık arz eden sosyal yapısına ters düşen Sünni İslam’ın dinsel pratikleri gündelik yaşama müdahalesiyle ortaya çıkan, sabırla ve ince bir şekilde hesaplanmış göstermelik bir teokrasi düzeni. Türkiye nüfusu bileşenleri olup, % 10 ile % 20 arasında bir oranda ve 6 ile 10 milyon dolayında Alevi kitlesini düşünelim. Bazen kendinden olmayanı ortadan kaldırmaya varacak şekilde bir politika uygulayan Sünniliğin normlarına yüzyıllardan beri başkaldıran Kızılbaş Türkmen ve Kürtler dinsel inanç özgürlüklerini az da olsa garantileyen laikliğin erozyona uğramasını, kadınların yeniden başlarını örtme politikasını, devlete ait kurumların ve gündelik yaşamın belirli bir mezhebin vecibelerine tabi kılınmasını ve hüküm süren günümüz İslamcı radikalizmi tolere etmede zorluk çekecekler.
İslami yasa Şeriat düzeninden kaynağını alan toplumsal yasal düzenlemelerin güçlendirilmesi marifetiyle Erdoğan kabinesi tarafından alınan sınırlayıcı tedbirler karşısında, Haziran ayında İstanbul’da yapılan, ülke çapında yankı uyandıran kitlesel büyük gösterilerin aynısı değilse de, benzeri nitelikteki sert bir gösteri Ankara’da öğrenciler tarafından gerçekleştirildi. Genel seçimlerin yapıldığı dönemde “ılımlı İslam” olarak sahneye çıkan Türkiye’deki iktidar partisi yönetimi, İslamcı ideolojileri kısa sürede iktidar olma şanslarını tehlikeye atmış ve ülkelerindeki yönetim faaliyetini bırakmaya sevk etmiş olan Mısır ve Tunus’taki kısa ömürlü Müslüman Kardeşler yönetiminin evrim geçirdiği aynı yönde evrilmiştir.
Ve böylece sosyal, ideolojik ve jeopolitik tercihler refah Türkiye’si, yerine göre süreklilik arz eden ekonomik zayıflamaya, dikkatlerden kaçmayan iç istikrarsızlığa, kitlesel itirazların yükselmesine sürüklenmiştir. “Bölgesel politika ve yapısal araçların koordinasyonu” şeklinde 22 başlığın 05 Kasım’da açılmasına kadar hareketsiz kalmış Avrupa Birliğine katlım görüşmelerine yeniden başlanması bile orta vadede baş gösterme eğilimini geçen toplumsal ve ekonomik bir fiyaskonun yaşanmasının önüne geçmeyecektir. İnsanın, akıbeti konusunda kötümser olmasına yol açan çok sayıda faktörün bulunduğu bir ülke olan Türkiye’nin yükseliş trendine geçen İslamcılık hedefini, etkin demografik ağırlığını, savaşta olan ülke sınırlarını kendi iktidarsızlığına ilave etmeye gayret gösteren, ancak, krizde olan Avrupa Birliğine gecikmeli olarak katılması da belki kurtuluşu olmayacaktır. Elbette geçmiş yüzyılın hikâyeleri, 1974 yılı Temmuz ve ağustos aylarında yaşanan olaylardan dolayı daha insanların hafızasında tazeliğini koruyan anılar, Türk hırsıyla yaşanan çatışmalardan alınması gereken dersler, birkaç bin insanın ölümüyle sonuçlanan olaylar, Atilla Seferinde yaşanan kayıplar göz ardı edilecektir.
Kaynak: http://www.agoravox.fr/tribune-libre/article/la-turquie-nouvel-homme-malade-de-143723
Fransızcadan çeviren: Nizamettin Karabenk
rızgari