27 Eylül 2025…İsmail Beşikci

Bugünü, belleğimin en keskin yerinde hâlâ bütün ayrıntılarıyla taşıyorum. Akşam saatleriydi. Dersim’deydim. İsmail Beşikçi’nin beyin kanaması geçirdiğini haber veren telefon, İBV Diyarbakır Temsilcisi Nezir Cibo’dan gelmişti. Sesindeki telaş, sözlerin önüne geçmişti. Haberi alır almaz vakit kaybetmeden hazırlıklara başladım. Ertesi sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Diyarbakır’a doğru yola çıktım. Bir an önce İsmail Beşikci’nin yanına gitmek ve saat 11.00’de yapılacak basın açıklamasına yetişmem gerekiyordu.
Basın toplantısından önce, Dr. Gencettin ve CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu ile birlikte yoğun bakımda yatan İsmail Beşikçi’yi ziyaret ettik. Sessizlik, cihazların düzenli sesi ve yüzlerdeki derin kaygı, o anın ağırlığını daha da belirginleştiriyordu. Ardından Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Serra Bucak’ın, çeşitli sivil toplum temsilcilerinin ve tüm Kürdistani partilerin katılımıyla bir basın açıklaması yaptık. Beşikçi, sekiz gün boyunca yoğun bakımda kaldı. Ben ise, beyin kanamasını geçirdiği ilk günden itibaren yirmi iki gün boyunca onun yanından ayrılmadım.
Hastane odasında geçen o uzun saatler, zamanın olağan akışını askıya almış gibiydi. Bekleyişin ağır sessizliği, belirsizliğin insanın içine çöken ağırlığı ve hekimlerin yüz ifadelerinden anlam çıkarmaya çalıştığımız o anlar, zihnimde hâlâ bütün canlılığıyla duruyor. Bu süreçte, bir yandan İsmail Beşikçi Vakfı’nın yürütülmesi gereken sorumlulukları, diğer yandan İstanbul’daki ailevi yükümlülüklerim nedeniyle Diyarbakır’dan ayrılmak zorunda kaldım.
Ayrılmadan önce, sürecin sağlıklı biçimde ilerleyebilmesi için kapsamlı bir iş bölümü ve koordinasyon planı oluşturduk. İdari ve mali işlerin takibi İBV merkezine ve Diyarbakır temsilciliğine verildi. Sağlık sürecinin sorumluluğunu ise, yalnızca mesleki birikimiyle değil, insani duyarlılığı ve özverisiyle de öne çıkan değerli dostumuz Prof. Dr. Cenap Ekinci gönüllü olarak üstlendi.
İsmail Beşikçi’yi, Diyarbakır’daki İBV yönetiminde yer alan arkadaşlarımızın özellikle Nezir Cibo, Öztekin Çaça ve Necip Yeşil’in yakın ilgisine; Beşikçi’ye hizmeti sözle değil fiilen ortaya koyan, evini tahsis eden ve canı gönülden emek veren, Prof. Dr. Cenap Ekinci’ye ve onun koordinatörlüğünde görev yapan hekimler kuruluna güvenle emanet ederek, ben de bu ağır sorumluluğun bilinciyle İstanbul’a döndüm.
O günden sonra, her ay bir haftamı Diyarbakır’da geçirmeyi kendime görev edindim. Bu ziyaretler yalnızca bir vefa borcu değil, aynı zamanda bir tanıklık biçimiydi. Amacım, hem Beşikçi’nin sağlık durumunu yakından izlemek hem de onunla mümkün olduğunca vakit geçirmekti.
Son gidişimde ise sadece bir ziyaret değil başka etkinlere katılım söz konusuydu. Bir yandan Beşikçi’yi görmek, diğer yandan dostların davetlerine katılmak üzere yola çıktım. Abdullah Keskin’in davetiyle Avesta Yayınları’nın yeni mekânının açılışına, Botan Tahsin’in davetiyle de Kürdistan Chronicle tarafından düzenlenen, Jan Dost’un son romanı için yapılan etkinliğe katıldım. Aynı gün içinde Güney Kürdistan’dan gelen dostlarımız Eli Evni, Botan Tahsin, Abbas Ghazali, Duhok Yazarlar Birliği Başkanı Hasan Silêvanî, yazar Beyar Bavî ve Abdullah Keskin arkadaşlar İsmail Beşikçi’yi ziyaret ettiler. Görüşmeler, belirli bir düzen ve hassasiyet içerisinde gerçekleşti. Beşikçi’nin bu ziyaretlerden duyduğu memnuniyet yüzünden okunuyordu.
Tunceli Kanunu, Dersim Jenosidi’den Otuz Üç Kurşun’a

İstanbul’a gittiğimde Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Bülent Bilmez, Tunceli Kanunu’nun yürürlüğe girişinin 90. yılı vesilesiyle, bu tarihsel kırılma noktasını ele alan bir etkinliğin İsmail Beşikçi Vakfı ile birlikte gerçekleştirilmesini önerdi. Bu öneri, hem akademik hem de etik açıdan büyük bir anlam taşıyordu. Yapılan görüşmeler sonucunda, söz konusu etkinliğin ortaklaşa düzenlenmesine oybirliğiyle karar verdik.
Bu süreçte Bülent Hoca, bana özel bir ricada bulundu: Diyarbakır’a gittiğimde, İsmail Beşikçi ile kısa bir söyleşi yapmamı ve Tunceli Kanunu üzerine değerlendirmelerini içeren bir video kaydı almamı istedi. Bu kayıt, düzenlenecek konferansta izleyicilerle buluşturulacak; böylece Beşikçi’nin hem tarihsel tanıklığı hem de düşünsel birikimi, doğrudan kendi sesiyle aktarılacaktı.
Bu öneri benim için sıradan bir teknik talep değil, derin bir sorumluluktu. Zira söz konusu olan, yalnızca bir akademisyenin görüşlerini kayda geçirmek değil; Türkiye’de devletin sömürgeci şiddetinin hukuki ve siyasal mimarisini ilk kez bütünlüklü biçimde teşhir eden bir düşünürün, yaşamının ileri bir evresinde, hafızasıyla ve vicdanıyla yeniden konuşmasına tanıklık etmekti. Bu nedenle Diyarbakır’a yaptığım yolculuk, sıradan bir ziyaretin ötesinde, düşünsel bir emaneti kayıt altına alma bilinciyle şekillendi.
Bu çerçevede gerçekleştirilen video kaydı, yalnızca Tunceli Kanunu üzerine yapılmış bir değerlendirme değil; aynı zamanda İsmail Beşikçi’nin entelektüel sürekliliğini, hafıza direncini ve düşünsel berraklığını görünür kılan tarihsel bir belge niteliği taşımaktadır
Nitekim bu doğrultuda, Bilgi Üniversitesi Kürdoloji Grubu ile İsmail Beşikçi Vakfı’nın ortaklaşa düzenleyeceği etkinlik kapsamında, Diyarbakır’da bir video çekimi gerçekleştirildi. Bu kayıt, yalnızca Tunceli Kanunu’na dair tarihsel bir değerlendirme değil; aynı zamanda İsmail Beşikçi’nin geçirdiği rahatsızlığın ardından düşünsel berraklığını, hafızasını ve eleştirel sürekliliğini koruduğunu gösteren son derece kıymetli bir tanıklıktı.
Bu talep beni yalnızca yakın geçmişe değil, Beşikçi’nin düşünsel serüveninin başlangıcına da götürdü. O, daha 1960’lı yılların başında, Kürd toplumuna dair saha çalışmalarını yürütürken Dersim’de yaşananların rastlantısal ya da geçici olmadığını fark etmişti. Bu şiddetin, anlık bir askerî müdahale değil; hukuki temellere dayanan, sistematik sömürgeci devlet politikası olduğunu görmüştü. Bu fark ediş, onu 25 Aralık 1935 tarihli ve 2884 sayılı Tunceli Kanunu’nu incelemeye yöneltmişti.
Beşikçi’ye göre bu kanun, Dersim’i sivil hukuk alanının dışına itiyor; sömürgeci askerî otoriteyi mutlaklaştırıyor, sürgünleri, zorunlu iskânları ve infazları olağanlaştırıyordu. Bu nedenle kaleme aldığı Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi adlı çalışması, resmi tarih anlatısının tersine, 1937–38 sürecinin bir “isyan bastırma” değil, hukuki zemin üzerinde inşa edilmiş planlı bir sömürgeci imha politikası olduğunu ortaya koyan ilk ve uzun süre tek akademik çalışma olma özelliğini taşıyordu.
Bu kitabı yıllar önce okumuştum. Ancak Bülent Hoca’nın talebiyle yeniden elime aldığımda, metnin bana başka bir yerden seslendiğini hissettim. Diyarbakır İBV’den tekrar kitabı isteyerek okumaya başladım. Bu esnada İsmail Beşikci de kitabını bir gün incelemek için yanında tuttu. Çünkü biliyordum ki, Türkiye’de Tunceli Kanunu’nu doğrudan merkeze alan, onu bir hukuk metni olarak çözümleyen ilk ve uzun süre tek kişi İsmail Beşikçi’ydi. O, bu alanda yalnızca bir araştırmacı değil; bir referans noktasıydı. İsmail Beşikci üzerine yüzlerce sayfa yazmış olmama rağmen, hâlâ eksiklerim ve sorularım vardı.
Kitabın önsözünü yeniden okuduğumda duraksadım. “On iki yıl sekiz ay sonra ikinci söz” ifadesiyle karşılaştım. Şaşkınlığım giderek arttı. Beşikçi, kitabı 1976–1977 yıllarında tamamladığını ve Komal yayınevine teslim ettiğini, ancak dönemin siyasal koşulları nedeniyle yayımlayamadığını, el yazmasının kaybolduğunu ve bu nedenle çalışmanın on iki yıl geciktiğini anlatıyordu. Nihayet kitap, 1989–1990 yıllarında Belge yayıncılık tarafından yayımlanabilmişti.
Daha da çarpıcı olanı şuydu: 1978 tarihinde yayımlanan Lucien Rimbaud’un Kürdistan adlı kitabının arka kapağında, Tunceli Kanunu (1935) adlı eserin yakında yayımlanacağına dair bir ilan bulunuyordu. Ancak bu ilan edilen kitap bir türlü ortaya çıkmamış, adeta ortadan kaybolmuştu. Beşikçi, yıllar sonra eseri, tuttuğu notlardan ve müsveddelerden yararlanarak baştan sona yeniden yazarak okura sunmuştu.
Bu satırları okuduğumda derin bir sarsıntı yaşadım. Yetmiş yaşıma gelmiştim ve hâlâ İsmail Beşikçi hakkında yeni şeyler öğreniyordum. Onun yaşamı, mücadelesi ve maruz kaldığı baskılar, her seferinde yeni bir hakikati ortaya çıkarıyordu. Bu hem hüzünlü hem de tuhaf bir sevinçti; çünkü öğrenmeye devam ediyordum.
Lucien Rimbaud’un kitabındaki o ilan meselesi içimde büyük bir merak uyandırdı. Gerçekten var mıydı? Yoksa belleğin bir oyunu muydu? Bu sorunun peşine düştüm. Diyarbakır yolculuğu boyunca Tunceli Kanunu’nu düşünürken bir yandan da iz sürdüm. Nihayet internetten bir sahaf sitesinde Kürdistan kitabına rastladım ve tereddüt etmeden satın aldım.

Kitap eve ulaştığında, eşimden arka kapağı kontrol etmesini rica ettim. Kısa süre sonra gönderdiği fotoğrafı gördüğümde adeta donup kaldım. İlan oradaydı. Beşikci’nin anlattığı her şey, birebir doğrulanıyordu.
İsmail Beşikçi’nin 1977 yılında kaleme aldığı Tunceli Kanunu ve Dersim Genocidi adlı çalışmanın başına gelenler, aynı dönemde hazırlanan Bilim Serisi 5: General Muğlalı Olayı ve otuz üç kurşunadlı kitap için de neredeyse birebir tekrarlanır. Her iki eser de 1978 yılında Komal Yayınları’na teslim edilmiş, ancak kısa bir süre sonra açıklanamaz biçimde ortadan kaybolmuştur. Bu iki çalışmanın da yayımlanma sürecinde aynı akıbeti paylaşması, basit bir tesadüf olmanın ötesinde, düşünsel üretimin sistematik biçimde engellenmesine işaret eden son derece çarpıcı ve düşündürücü bir durumdur. Bu kayboluşlar, yalnızca kitapların değil, aynı zamanda hakikatin kamusal dolaşıma girmesinin de bilinçli biçimde engellendiğini göstermektedir.
İsmail Beşikçi’nin Otuz Üç Kurşun ile Tunceli Kanunu adlı çalışmaları, yalnızca içerikleriyle değil, aynı zamanda yayımlanma süreçleri ve sonrasında uğradıkları akıbetle de Türkiye’de bilginin nasıl denetlendiğini, hafızanın nasıl bastırıldığını ve resmî tarihin hangi mekanizmalarla inşa edildiğini açık biçimde ortaya koymaktadır.
O an şunu düşündüm: Bazı kitaplar kaybolsa bile izleri silinmez. Bazı hakikatler bastırılsa da, bir yerlerde sessizce varlığını sürdürür. Ve bazı metinler, yalnızca yazdıklarıyla değil; yazılamamış olmaları, ertelenmeleri, kaybolmalarıyla da bir ülkenin düşünsel tarihini ele verir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Son güncellenme: 18:24:58






























































































































































































