Tarihsel Süreç içinde Kürdlük Bilincinin Gelişim Seyri - 1
Bu çalışma; Kürd kimliğinin tarihsel, siyasal ve ideolojik kuşatmalar altında maruz kaldığı çok katmanlı asimilasyon süreçlerini ve bu süreçlerin devlet ve egemen ideolojilerle olan ilişkisini eleştirel bir perspektifle analiz etmektedir.

Giriş
Bu çalışma; Kürd kimliğinin tarihsel, siyasal ve ideolojik kuşatmalar altında maruz kaldığı çok katmanlı asimilasyon süreçlerini ve bu süreçlerin devlet ve egemen ideolojilerle olan ilişkisini eleştirel bir perspektifle analiz etmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze dek süregelen politikaların yalnızca zor aygıtlarıyla değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel hegemonya yoluyla da nasıl işlediği bu bağlamda incelenmiştir. Bu metin, kişisel tanıklıklarla teorik çözümlemeleri bir araya getirerek Kürdistan’daki direniş ve hafıza siyasetini anlamaya yönelik özgün bir çaba sunmaktadır. Ayrıca metin hem tarihsel örneklemelerle zenginleştirilmiş bir bellek inşası hem de toplumsal dönüşümün imkânlarına işaret eden entelektüel bir müdahale niteliğindedir.
Modern ulus-devletin yalnızca bastırıcı değil, aynı zamanda yönlendirici ve özneleştirici işlevler üstlendiği artık klasikleşmiş bir siyaset kuramı önermesidir. Michel Foucault’nun “biyopolitika”, Antonio Gramsci’nin “hegemonya” ve Louis Althusser’in “ideolojik aygıtlar” kavramları üzerinden şekillenen bu önerme, özellikle Türkiye örneğinde Kürd kimliğine yönelik uygulanan çok katmanlı bastırma, yönlendirme ve yeniden inşa stratejileriyle görünür hâle gelmektedir. Bu makale; Kürdistan coğrafyasında yaşanan tarihsel ve siyasal süreçleri, devlet aklının yalnızca fiziksel imhaya değil, ideolojik kuşatmalara da dayandığını çözümlemektedir.
Çalışmada “çember” kavramı, Kürd bireylerin ve kolektif bilincin tarihsel olarak içine hapsedildiği ideolojik yapıları betimlemek için kullanılmış; bu çemberler üzerinden Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze dek Kürd kimliğinin uğradığı asimilasyon biçimleri, hegemonik aygıtlar ve karşı direniş stratejileri teorik olarak tartışılmıştır. Aynı zamanda kişisel ve toplumsal tanıklıklar ışığında bu süreçlerin bireysel yaşam deneyimlerine etkisi irdelenmiştir.
Sömürgeci Devletin Gölgesinde Kürd Ulus Bilinci: Hegemonya, Manipülasyon ve Direnişin Katmanlı Yapısı
Modern dünyada devletler ve emperyal güçler; toplumsal ve sosyolojik dönüşümleri ve yeni ortaya çıkan toplumsal, ideolojik ve dinsel akımları yalnızca bastırarak değil, aynı zamanda onları içeriden yönlendirerek ve manipüle ederek denetim altına alma stratejileri geliştirirler. Bu stratejiler, Michel Foucault’nun “biyopolitika”[1] ve Antonio Gramsci’nin “hegemonya”[2] kavramlarıyla açıklanabilecek bir düzlemde işler: Devlet yalnızca zor aygıtıyla değil, toplumsal rızayı yeniden üreterek ve hatta muhalefeti içselleştirerek kendi meşruiyetini yeniden kurar.
Büyük güçler başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci ve emperyal mirasa sahip Batılı devletler ile Türkiye ve İran gibi bölgesel sömürgeci aktörler toplumsal yapıda ortaya çıkan sosyolojik dönüşümleri, toplumsal olayları, ideolojik ve dinsel akımları ve küresel düzeydeki siyasal gelişmeleri dikkatle izleyerek istihbari bilgiler ışığında bu gelişmelere karşılık stratejik refleksler geliştirirler. Bu stratejiler çoğu zaman yalnızca açık baskı ya da zor yoluyla değil; daha karmaşık, daha ince işlenmiş yöntemlerle hayata geçirilir.
Ortaya çıkan yeni toplumsal ve siyasal akımlar örneğin komünizm, siyasal İslamcılık ya da Kürd milliyetçiliği gibi dinamikler doğrudan bastırılmak yerine, çoğu zaman embriyonal aşamadayken yani henüz gelişimlerini tamamlamadan önce içeriden ve dışarıdan müdahalelerle yönlendirilir. Bu müdahaleler bazen sahte sahiplenme biçiminde bazen de destek görüntüsü altında yapay örgütlenmeler kurarak gerçekleşir. Böylece hegemonik güçler hem bu hareketlerin yönünü ve ivmesini denetim altında tutar hem de toplumsal muhalefeti manipüle ederek kendi egemenlik yapılarını tahkim ederler.
Bu müdahale biçimleri modern egemenliğin en sinsi tekniklerinden biridir. Bu durumu açıklayan örnekler tarih boyunca oldukça fazladır. ABD’nin El-Kaide’yi başlangıçta Sovyetlere karşı Afgan direnişini örgütlemek üzere desteklediği, ardından bu yapının küresel cihatçı bir ağ hâline geldiği bilinmektedir. Aynı şekilde İsrail’in 1980’lerde Hamas’ı teşvik ettiği ve bu yolla laik Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) dengelemeyi hedeflediği iddiaları çeşitli kaynaklarda yer alır. Nazi Almanyasının Yahudi toplumuna yönelik kurduğu Judenrat (Yahudi Konseyleri), bir tür iç denetim mekanizması olarak işlev görmüş; toplumu dışarıdan değil, içeriden yönetmeyi hedeflemiştir.
Bu model, Asya ve Afrika’daki birçok ulusal kurtuluş hareketine karşı da uygulanmıştır. Antikolonyal mücadelelerin ivme kazandığı 20. yüzyılda birçok Batılı devlet, bir yandan bağımsızlık isteyen hareketleri bastırırken diğer yandan bu hareketlerin sahtelerini üreterek yönlendirme yoluna gitmiştir. Bu yapıların çoğu zaman paramiliter karakter taşıması, modern devletin şiddet tekniğinin yalnızca resmî kurumlarla sınırlı kalmadığını, “gayrinizami” araçları da meşrulaştırdığını göstermektedir.
Bu stratejiler günümüzde de etkisini sürdürmektedir. Devletler sadece politik muhalefeti değil; aynı zamanda kültürel, etnik ve dinsel kimliklerin dönüşümünü de denetim altına alarak egemenliğin çok katmanlı bir inşasını gerçekleştirirler. Muhalefetin “devlet tarafından icat edildiği” bir düzlemde özgürlük yanılsaması bile hegemonik düzenin bir parçası hâline gelir.
Sonuç olarak büyük devletler yalnızca güçleriyle değil; zihinleri, ideolojileri, hatta umutları şekillendirerek varlıklarını sürdürürler. Bu, görünmeyen bir tahakküm biçimidir: Muhalefetin bile onlar tarafından icat edildiği bir düzlemde özgürlük yanılsaması üretmek, çağdaş sömürgeciliğin en incelikli oyunudur.
Sömürgeci Kemalist iktidarın siyasal istikrarını sürdürebilmek için muhalefetleri bastırma ve dizayn etme tekniklerinden biri de bizzat inşa etme stratejisidir. Bunun en çarpıcı tarihsel örneklerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti’nde 1920’de kurulan resmî Komünist Parti deneyimidir. Bu örnek; devletin potansiyel sol muhalefeti, henüz bağımsız bir güç hâline dönüşmeden içeriden biçimlendirme ve denetim altına alma yönündeki akılcı stratejilerini gözler önüne sermektedir.
1920 yılında kurulan ve “resmî Komünist Parti” olarak bilinen bu yapı, doğrudan Atatürk’ün talimatıyla devlet eliyle örgütlenmiş, başına da dönemin etkili siyasetçilerinden Celâl Bayar getirilmiştir.[3] Komünist hareketin Türkiye’de özellikle 1920’li yıllardan itibaren Anadolu’da örgütlenme faaliyetlerini artırması, işçi hareketlerinde ve üniversite çevrelerinde karşılık bulması üzerine devlet kendi kontrolünde bir sol hareket kurarak bu gelişimi içeriden denetleme yoluna gitmiştir. Böylece Marksist düşüncenin toplumsal zeminde bağımsız bir dinamizm üretmesi engellenmiş; onun yerine “görüntüde muhalif, özde denetimli” bir yapı ikame edilmiştir.
Resmî Komünist Parti’nin başarısız olmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz kuruluş evresinde benimsediği ideolojik yönelim yalnızca içeriden örgüt kurmakla sınırlı kalmamış; dışarıdan gelen devrimci tehditleri bertaraf etmeye yönelik daha karmaşık, daha şiddetli yöntemleri de devreye sokmuştur. Bu bağlamda merkezi Sovyetler Birliği’nde bulunan Türkiye Komünist Partisi (TKP) yalnızca bir politik rakip değil, aynı zamanda yeni kurulan ulusal düzenin meşruiyetine tehdit olarak algılanmıştır. 1920 yılında Bakü’de kurulan TKP’nin lider kadrosu, özellikle Mustafa Suphi ve arkadaşları, Anadolu’daki ulusal mücadeleye destek vermek ve devrimci bir çizgiyle birleşmek amacıyla Ankara’ya davet edilmiştir. Ancak bu davet, göründüğünden çok daha derin bir devlet stratejisinin parçasıydı. 28-29 Ocak 1921 tarihlerinde Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, Erzurum’dan Trabzon’a geçtikten sonra Karadeniz üzerinden Sovyetlere geri gönderilmek bahanesiyle bir tekneye bindirilmiş ancak teknede paramiliter güçler tarafından boğularak katledilmişlerdir. Bu olay; Türkiye siyasal tarihinde sadece bir suikast değil, aynı zamanda radikal solun devlet aklı tarafından nasıl bertaraf edildiğinin erken bir örneğidir.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli, fiziksel bir imha ile sınırlı kalmamış; aynı zamanda bu devrimcilerin şahsında temsil edilen ideolojik hattı itibarsızlaştırmaya yönelik yoğun bir kara propaganda süreci de eş zamanlı olarak yürütülmüştür. Bu süreçte TKP liderleri “hain”, “ajan”, “dış mihraklarla işbirlikçi” gibi yaftalarla hedef alınmış; kamuoyunun nezdinde devrimci alternatifin gayrimeşru, tehlikeli ve yabancı bir unsur olarak kodlanması sağlanmıştır. Bu tür itibarsızlaştırma kampanyaları yalnızca o dönemin siyasi dilini değil, devletin gelecekteki sol muhalefetle kuracağı ilişki tarzını da belirlemiştir.
Tüm bu gelişmeler, devletin yalnızca kendi ideolojik hegemonyasını tesis etmekle kalmayıp bu hegemonik yapıya tehdit oluşturabilecek potansiyel güç odaklarını daha doğmadan boğma stratejisini benimsediğini açıkça göstermektedir. Bu bağlamda Mustafa Suphi’nin ve arkadaşlarının tasfiyesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki ideolojik mühendisliğinin ve iktidar biçimlerinin anlaşılması açısından tarihsel bir eşik niteliğindedir.
Bu yaklaşım yalnızca yeni örgütlerin kurulmasıyla sınırlı değildir. Devlet aklı; zaman zaman var olan toplumsal hareketlerin içerisine doğrudan sızarak bu yapıların düşünsel yönelimlerini, karar alma mekanizmalarını ve lider kadrolarını etki altına almayı da hedefler. Böylece sistem dışı bir dönüşüm potansiyeli taşıyan hareketler ya yönlendirilir ya da içeriden işlevsizleştirilir.
Türkiye’de resmî olarak kurulan Komünist Parti örneği, muhalefetin bizzat devletin talimatı ve eliyle örgütlendirildiği, şekillendirildiği, kontrol edildiği ve yönlendirildiği bir “muhalefeti tasarlama” stratejisi olarak değerlendirildiğini gösterir. Bu durum sadece tek parti dönemine özgü geçici bir uygulama olmayıp devletin siyasal reflekslerinin yapısal sürekliliğini ortaya koyan bir siyaset mühendisliği örneğidir. Aynı yöntem ilerleyen yıllarda farklı ideolojik yönelimlere ve toplumsal aktörlere karşı da hayata geçirilmiş; kimi zaman Kürd hareketine, kimi zaman İslami çevrelere, kimi zamansa sol-sosyalist yapılara yönelmiştir.
Sömürgeci devletlerin tarihsel olarak geliştirdiği en etkili araçlardan biri, muhalif ya da potansiyel direniş odaklarını içeriden denetim altına alma stratejisidir. Devletin siyasal-toplumsal muhalefeti denetim altına alma yönündeki mühendislik stratejilerinin en tipik örneklerinden biri, 1920’li yıllarda Türkiye’de kurulan resmî Komünist Parti girişimidir. Bu örnek yalnızca tarihsel bir vaka olarak değil, aynı zamanda devlet aklının ideolojik ve kurumsal işleyiş biçimlerini açığa çıkaran yapısal bir model olarak da okunmalıdır. Devlet; burada komünist hareketin kendi iç dinamikleriyle özgül bir tarihsel koşulda ve tabandan gelişen bir muhalefet hareketi olarak filizlenmesini engellemek adına, bizzat kendi inisiyatifiyle bir “komünist” parti teşekkül ettirmiştir. Böylece potansiyel tehlike olarak gördüğü radikal toplumsal dönüşüm olasılıklarını daha oluşum aşamasındayken yönlendirmeyi ve içeriğini boşaltarak denetim altına almayı amaçlamıştır.
Bu model; salt sol hareketlere özgü bir manipülasyon biçimi olmaktan öte ulusal kurtuluş mücadeleleri yürüten hareketlere, özellikle de Kürd özgürlük hareketine karşı da uygulanan geniş kapsamlı bir devlet refleksi olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletin bu tür mücadeleleri ya doğrudan tasfiye etme ya da onları kendi hegemonik sınırları içerisine çekerek dönüştürme eğilimi yalnızca bastırmaya dayalı değil, aynı zamanda “sahte temsil” mekanizmaları üzerinden işleyen sofistike bir yönlendirme stratejisini de içerir. Bu yönüyle devletin muhalefeti yalnızca bastırmakla kalmayıp onu biçimlendirmeye ve kontrol altına almaya çalıştığı, ideolojik sahada yürütülen örtük bir savaşın aktörü olduğu açıktır.
Bu bağlamda Kürd siyasal hareketine yönelik benzer müdahale biçimlerinin varlığı uzun süredir çeşitli çevreler tarafından tartışılmaktadır. Özellikle 1970’li yıllardan itibaren ortaya çıkan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) örneği bu tartışmaların merkezinde yer almaktadır. PKK’nin kuruluş süreci, örgütsel yapısı ve ideolojik yönelimi üzerine yapılan değerlendirmelerde söz konusu hareketin doğrudan ya da dolaylı biçimde devletin bilgisi, onayı veya teşvikiyle şekillendiği yönünde iddialar mevcuttur. Hatta bazı çevreler, PKK’nin bir devlet projesi olduğunu, hareketin lideri Abdullah Öcalan’ın Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ile ilişkili olduğunu ileri sürmektedir. Bu tür iddialar yalnızca spekülatif düzlemde değil; belgeler, tanıklıklar ve tarihsel verilerle de desteklenmeye çalışılmaktadır.
Elbette bu iddiaların tamamı oldukça çetrefilli, çok katmanlı ve tarihsel-politik olarak karmaşık bir alana işaret etmektedir. Dolayısıyla mesele, birkaç paragraflık yorumlarla geçiştirilemeyecek kadar derinliklidir. PKK’nin kuruluşunda devletin aktif bir rol oynayıp oynamadığı, bu hareketin Kürd siyasal bilincini yönlendirmek, bastırmak veya kendi denetimi altına almak amacıyla bir tür “denge unsuru” ya da “bariyer” olarak mı konumlandırıldığı sorusu, akademik araştırmaların konusu olmayı fazlasıyla hak etmektedir.
Bu noktada sorulması gereken temel sorular şunlardır: Devlet, Kürd toplumsal dinamiklerinin özerk bir siyasal irade üretmesini engellemek amacıyla PKK benzeri bir yapıyı mı teşvik etti? Bu örgüt, toplumsal muhalefeti kendi içinde asimile eden bir devlet mekanizması olarak mı çalıştı? Yoksa tersi yönde her türlü manipülasyon ve kuşatma girişimine rağmen özgün ve bağımsız bir siyasal hareket mi doğurdu?
Bu sorular yalnızca güncel siyasal tartışmalar açısından değil, Türkiye’de devletin ideolojik aygıtlarını nasıl seferber ettiğini anlamak bakımından da hayati önemdedir. Çünkü bu tür oluşumların yalnızca kendi içsel dinamikleriyle değil, onları kuşatan hegemonik yapılarla ve devletin derin stratejileriyle birlikte okunması gerekir. Bu nedenle PKK’nin bir “proje” olup olmadığı sorusu; tarihsel belgelerle, karşılaştırmalı siyasal analizlerle ve ideolojik aygıtların işleyişine dair kuramsal yaklaşımlarla birlikte ele alınmalıdır.
Bu bağlamda Michel Foucault’nun biyopolitika ve gözetim toplumuna dair çözümlemeleri, Antonio Gramsci’nin hegemonya ve rıza üretimi bağlamındaki yaklaşımları ve Louis Althusser’in ideolojik aygıtlar kuramı gibi teorik çerçeveler, bu tartışmayı daha rafine ve eleştirel biçimde ele almamıza olanak sağlayabilir.
Özcesi PKK’nin tarihsel rolü yalnızca bir direniş hareketi olarak mı değerlendirilmelidir, yoksa Kürd siyasal dinamiklerinin sınırlandırılması, yönlendirilmesi ve denetim altına alınması bağlamında işlevsel kılınmış bir yapı olarak mı ele alınmalıdır? Bu ikili işlevsellik ekseninde örgütün tarihsel pozisyonu derinlemesine incelenmelidir. Bu çerçevede yapılacak çok disiplinli akademik çalışmalar sadece bu hareketin doğasını anlamaya değil, aynı zamanda devletin kolektif bilinç üzerindeki tahakküm araçlarını açığa çıkarmaya da katkı sağlayacaktır.
Ancak yukarıda özetlenen genel çerçevenin ötesine geçerek PKK olgusuna dair kısaca birkaç tarihsel ve içeriksel gözlemde bulunmak faydalı olacaktır. PKK’nin kuruluş dönemine ait ilk manifestoları ve erken dönem pratiği, örgütün ideolojik yönelimi ve hedef kitlesi hakkında önemli ipuçları barındırmaktadır. Bu belgeler dikkatlice incelendiğinde hareketin doğrudan kimin çıkarlarına hizmet ettiği ya da hangi siyasal stratejiye eklemlendiği konusunda çeşitli sorular gündeme gelmektedir.
Özellikle Abdullah Öcalan’ın son yıllarda yaptığı açıklamalar, PKK’nin silahlı mücadeleye son vermesi gerektiğine ilişkin perspektif yazıları ve kamuoyuna yansıyan görüşme notları, bu hareketin kuruluş sürecinin arka planını ve dönüşüm hatlarını daha görünür kılmaktadır. Bu metinlerde yer alan söylemler yalnızca bir stratejik değişimden ibaret olmayıp aynı zamanda PKK’nin tarihsel işlevi, devletle olan örtük ilişkileri ve ideolojik yönelimleri hakkında da önemli veriler sunmaktadır.
Dolayısıyla PKK’nin ilk çıkış metinleriyle son dönem liderlik söylemleri birlikte okunduğunda bu hareketin yalnızca kendi iç dinamikleriyle değil, aynı zamanda çevresindeki devlet stratejileriyle nasıl eklemlendiği ya da sınırlandığı sorusu daha belirgin hâle gelmektedir. Bu durum yalnızca siyasi aktörlerin beyanları üzerinden değil, aynı zamanda bu beyanların tarihsel bağlamı ve kurumsal işlevselliğiyle birlikte analiz edilmelidir.
PKK’nin Kürd dili konusundaki yaklaşımı, büyük ölçüde geleneksel Türk solunun kültür ve dil meselelerine dair tarihsel tutumuyla paralellik arz etmektedir. Her iki yapı da ulusal kimliğin temel taşı olan anadil meselesini “devrim sonrası” bir mesele olarak ele almakta ve dilin toplumsal dönüşümdeki aciliyetini ikincil plana itmektedir. Bu yaklaşım, pratikte Kürdçenin kamusal alanda kullanımının ve kurumsal düzeyde geliştirilmesinin sistemli biçimde ertelenmesine yol açmıştır.
PKK’nin programatik belgelerinde Kürd diliyle ilgili olarak dile getirilen görüşler, bu yaklaşımın ideolojik dayanaklarını ve sınırlılıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Örgüt; kültürel sömürgeciliğe karşı mücadeleyi ulusal kurtuluş mücadelesinin bir alt başlığı olarak konumlandırmakta, bağımsızlık sağlanmadan kültürel ve dilsel özgürlüklerin mümkün olamayacağını savunmaktadır. Bu bağlamda mevcut devlet yapısı içerisinde Kürdçe eğitimi savunmanın “reformist” ve “gerici” bir tutum olduğu belirtilmektedir. Kürdistan Devriminin Yolu manifestosunda bu duruma şu ifadelerle yer verilmektedir:
“Kültür sömürgeciliğine karşı mücadele, bizi yanlış sonuçlara götürmemelidir. Ulusal kurtuluş olmadan dil ve kültürün kurtulabileceğini, bu amaçla Türkiye Cumhuriyeti egemenliği altında Kürdçe eğitimi savunan anlayışlar reformist ve gericidir...”[4]
Bu yaklaşım; dilin bir iletişim aracı olmaktan öte, simgesel bir mücadele alanı olduğunu kavramakta ancak onu somut toplumsal yaşamın dışında, geleceğe ertelenmiş bir idealle sınırlandırmaktadır. Oysa dil, canlı ve sürekli gelişim hâlinde olan bir organizmadır. Günlük yaşamdan dışlandığında yalnızca toplumsal işlevini değil, varoluşsal meşruiyetini de yitirir. Dolayısıyla anadilin eğitim, kültür ve gündelik iletişim alanlarından dışlanması yalnızca bir pratik eksiklik değil, aynı zamanda asimilasyon politikalarının doğrudan ya da dolaylı olarak yeniden üretilmesine katkı sunan bir tercihtir.
PKK, her ne kadar bireysel düzeyde Kürdçenin öğrenilmesi ve kullanılması gerektiğini vurgulasa da örgütsel belgelerde bu tür çabalar “düzen içi” olarak tanımlanmakta ve bu durum “teslimiyetçilik” olarak kodlanmaktadır. Bu ikircikli yaklaşım hem direnişi ideolojik olarak yüksek bir düzeye çekmekte hem de somut kültürel üretimi ertelemektedir. Bu bakımdan Kürdçenin sistem içinde gelişiminin imkânsızlığı üzerine kurulu bu anlayış, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde kültürel statükonun devamına hizmet etmektedir.
Manifestoda yer alan şu ifade, bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biridir:
“Kürdçe ile sınırlı olan düşünme olanakları, şimdilik Türkçe ile giderilmelidir. Ulusal bağımsızlığımız gerçekleştiğinde, işte o zaman Kürdçe, mali, kurumsal ve kadrosal imkânlara kavuşarak hızla gelişecektir.”[5]
Bu ifadede Kürdçenin bugün için “yetersiz” görüldüğü ve ancak bağımsızlık sonrasında gerekli koşulların sağlanacağı öne sürülmektedir. Ancak bu tür geciktirici bir strateji, birçok postkolonyal toplumda görüldüğü üzere dilin yalnızca bir araç değil; aynı zamanda hafıza, kimlik ve direnişin taşıyıcısı olduğunu göz ardı etmektedir. Zira dil yalnızca devrim sonrası bir kazanım değil; devrimin bizzat taşıyıcısı, kolektif öznenin kendini ifade etme imkânıdır.
PKK’nin dil politikası, teorik düzeyde kültürel sömürgeciliğe karşı olduğunu ilan etse de pratikte bu direnişi ertelenmiş bir zamana hapsetmektedir. Bu yaklaşımın toplumsal asimilasyon süreçlerine nasıl eklemlendiği ve Kürd dilinin marjinalleşmesine nasıl zemin sunduğu, derinlemesine bir ideolojik çözümlemeyle incelenmelidir.
1978 yılında PKK tarafından yayımlanan Kürdistan Devriminin Yolu başlıklı manifestoda Kürd küçük burjuvazisi ile Türk sosyal-şoven örgütleri açık biçimde Kürdistan devriminin hedefi ve düşman olarak tanımlanmakta ve bu yapıların tasfiye edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Manifestoda geçen ve oldukça dikkat çeken ifadelerden biri şudur:
“Kemalizmi, sosyal-şovenizmi, burjuva ve küçük burjuva reformizmini ve teslimiyetçiliğini Kürdistan Kurtuluş Hareketi’ne taşıyan herkes, düşüncede ve eylemde amansız düşmanlarımızdır. İhtilalci mücadelemiz, daha çok düşünce alanında bunları yok etmeyi, ideolojik mücadelenin en belirgin amacı sayar.”[6]
Bu ifade yalnızca belirli bir ideolojik konumlanmayı dışlamakla kalmayıp Kürd ulusal hareketi içerisinde ortaya çıkabilecek farklı siyasal eğilimlerin kökten reddini ve hatta “amansız düşman” kategorisine alınmasını da içermektedir. PKK’nin bu dönemdeki devrim anlayışı, ideolojik saflığın korunması adına, özellikle düşünsel düzlemde bir arınmayı ve rakip yaklaşımların ideolojik tasfiyesini esas alan radikal bir çizgide şekillenmiştir.
PKK’nin Kürdistan Devriminin Yolu manifestosunda ortaya koyduğu “küçük burjuvazinin devrimin düşmanı” olduğu yönündeki tespit, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin tarihsel ve toplumsal temellerine yerleştirilmiş âdeta bir ideolojik dinamittir. Bir başka deyişle bu yaklaşım; Kürd ulusal hareketinin toplumsal çoğulculuğunu ve sınıfsal çeşitliliğini dikkate almadan onun temel dinamiklerini içeriden bölme, parçalama ve ideolojik olarak etkisizleştirme riskini beraberinde getirmiştir. Bu türden bir ideolojik pozisyon alış, ulusal birlik fikrini zedeleyerek mücadele içinde yer alan farklı sınıf ve katmanların potansiyelini tahrip eden bir iç çatışma zemini yaratmıştır.
PKK’nin Kürdistan Devriminin Yolu manifestosunda yukarıdaki belirleme kısa bir süre sonra sosyal hayatta etkisini göstermiştir. PKK’nin 1970’li yılların sonlarında ilk silahlı eylemlerini diğer Kürd siyasal örgütlerine ve aşiret yapılarına yöneltmesi, klasik antisömürgeci silahlı hareketlerin izlediği çizgiden önemli bir sapmadır. Antikolonyal mücadelelerde genellikle ilk kurşun doğrudan işgalci ya da sömürgeci devlete sıkılırken PKK’nin ilk askeri hedeflerinin Kürd toplumunun iç dinamiklerine yöneltmesi ve Kürd toplumun içinden seçilmesi, birçok açıdan tartışmalıdır.
PKK’nin silahlı mücadelesinin ilk evresinde hedef olarak doğrudan sömürgeci güçlere yönelmek yerine Kürd aşiret yapılarına ve diğer Kürd siyasal örgütlenmelerine yönelmiş olması, sadece taktiksel değil, aynı zamanda ideolojik ve tarihsel düzeyde derinlemesine analiz edilmesi gereken bir olgudur. Bu durum; Kürd ulusal hareketinin iç dinamikleri kadar sömürgeci devletin bir proje olarak planlama, sızma ve hegemonik stratejileri ve ulusal hareketlerin dönüşüm süreçleri bağlamında da ele alınıp araştırılmalıdır.
Konuyu çok uzatmadan bugüne gelirsek Abdullah Öcalan’ın son dönem perspektif metinlerinde PKK’nin silahsızlanması yönündeki çağrılarında ve özellikle kamuoyuna yansıyan görüşme notlarında dile getirdiği ifadeler, Kürd meselesine ilişkin tarihsel taleplerin niteliğinde köklü bir dönüşüme işaret etmektedir. Bu metinlerde Öcalan, açıkça Kürdler adına herhangi bir devlet, federasyon ya da özerklik talebinde bulunmadığını belirtmekte; hatta kültürel özerklik ya da kolektif dil hakları gibi kültüralist çözüm önerilerini dahi günümüz koşullarında geçersiz ve işlevsiz bulduğunu ifade etmektedir. Geriye kalan tek hak talebi, bireysel düzeyde tanınabilecek kültürel haklarla sınırlandırılmış görünmektedir.
Bu yaklaşım yalnızca siyasal taleplerin daralması anlamına gelmemekte, aynı zamanda Kürd kimliğinin tarihsel ve kolektif varlığını bireysel haklar düzeyine indirgemektedir. Bu durum, Türk devletinin özellikle son yüzyılda Kürd meselesine dair geliştirdiği inkâr ve asimilasyon politikalarıyla şaşırtıcı bir paralellik arz etmektedir. Nitekim Türkiye’de 20. yüzyıl boyunca Türk Genelkurmayı’nın ve resmî ideolojinin temel argümanı, “Kürdler evlerinde, sokakta, kendi aralarında Kürdçe konuşabilir ancak Kürdçenin eğitim dili ya da resmî dil olmasını istemek, bölücülük ve anayasal suçtur.” şeklinde özetlenebilir.
Bu perspektif; Kürdçeyi yalnızca bireysel ve folklorik bir kullanım düzeyine mahkûm ederken kamusal alanda, eğitimde ya da siyasal temsilde varlık göstermesini sistematik biçimde engellemiştir. Öcalan’ın son açıklamalarında bu yaklaşımı destekler biçimde, kolektif dil taleplerinin gündem dışı bırakılması ve yalnızca bireysel kültürel ifadelerin tanınması gerektiği yönündeki vurgular, Türk resmî ideolojisinin “kabul edilebilir Kürdlük” sınırlarıyla örtüşmektedir.
Dolayısıyla Öcalan’ın söylemi yalnızca bir liderin bireysel tercihini değil, aynı zamanda Kürd ulusal taleplerinin ideolojik olarak nasıl dönüşüme uğratıldığını ve mevcut devlet paradigmasıyla nasıl eklemlendiğini de göstermektedir. Bu bağlamda “devletle uzlaşma” olarak sunulan bu yönelim, fiilen Kürdlerin kolektif hak taleplerinin inkâr edilmesini ve Kürd kimliğinin bireysel kültürel bir çeşitlilik kategorisine indirgenmesini meşrulaştırmaktadır.
Bu söylem düzeyindeki örtüşme yalnızca bir benzerlikten ibaret değildir. Aynı zamanda Kürd meselesinin çözümünde “makbul çözüm sınırları”nın devlet tarafından nasıl belirlenip bazı siyasal aktörler tarafından da içselleştirildiğini ve yeniden üretildiğini gözler önüne sermektedir. Bu nedenle Öcalan’ın söylemleri ile Türk resmî ideolojisinin dil, kültür ve siyaset konularındaki paradigması arasındaki ilişki, dikkatle analiz edilmesi gereken bir tarihsel ve ideolojik sürekliliğe işaret etmektedir.
PKK’nin tarihsel seyri, aynı zamanda bir ideolojik dönüşüm sürecini de yansıtmaktadır. 1990’lı yıllarda “ulus-devlet kurma” hedefi daha belirgin iken 2000’li yıllarda Öcalan’ın teorik müdahaleleriyle bu hedef; “Türkiyelileşme”, “Demokratik Ulus”, “Demokratik Modernite”, “Demokratik Konfederalizm” adı altında ulus ötesi bir modele evrilmiştir. Bu dönüşüm, birçok Kürd akademisyeni tarafından yenilikçi ve postnasyonalist olarak değerlendirilse de Kürdolojinin Kuzey Kürdistan’daki öncüsü kabul edilen İsmail Beşikci ve bazı Kürd akademisyen, aydın ve eleştirmenlerce ise ulusal bağımsızlık idealinin terk edilmesi ve Kürd ulusunun kolektif taleplerinin bastırılması olarak görülmektedir.
Bu tür uygulamalar yalnızca Kürd hareketiyle sınırlı değildir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türk siyasal sistemi, ideolojik muhalefeti yalnızca bastırmakla kalmamış, aynı zamanda sol-sosyalist hareketlerin içine sızarak onları kendi ideolojik kodlarıyla biçimlendirme yönünde uzun vadeli ve profesyonel stratejiler geliştirmiştir.[7]
Dolayısıyla devletin yalnızca bir bastırma aygıtı değil; aynı zamanda muhalefetin sınırlarını çizen, alternatifleri şekillendiren ve dönüştüren bir özne olarak işlev gördüğü bu örnek, modern siyasal rejimlerde hegemonik kontrolün en sinsi biçimlerinden birini temsil etmektedir. Görünüşte çok seslilik, içerikte tek akıl; bu, sömürgeci totaliter devletin muhalefetle kurduğu çelişkili ve kuşatıcı ilişkinin özüdür.
Bu genel stratejik yaklaşımı Türkiye bağlamında değerlendirdiğimizde, benzer bir modelin 1960’lı yıllardan itibaren yükselen Kürd milliyetçiliği dalgasına karşı da sistematik biçimde uygulandığı görülmektedir. Devlet; Kürd siyasal hareketlerinin gelişimini bastırmak, yönlendirmek ya da içini boşaltmak amacıyla iki ana stratejiye başvurmuştur: İlki doğrudan devlet destekli yeni yapılar inşa etmek, ana stratejinin ilkini yukarıda resmî TKP ve PKK örneklerinde kısaca anlattım. İkincisi ise zaten mevcut olan Kürd örgütlenmelerinin içine sızarak bu yapıların düşünsel yönelimlerini, kadro yapısını ve örgütsel stratejilerini içeriden biçimlendirmektir. Bu yolla devlet, bir yandan potansiyel muhalefeti daha doğmadan kontrol altına alırken öte yandan kendi egemenlik söylemini yeniden üretme imkânını da elde etmektedir.
Devletin müdahale yöntemleri yalnızca ideolojik etki yaratmak ya da örgütleri içeriden çözmeye yönelik stratejilerle sınırlı kalmamıştır. Bazı durumlarda Kürd örgütlerini zayıflatmak ya da kendi siyasal hattına çekmek amacıyla daha keskin ve müdahaleci adımlar atılmıştır. Bu çerçevede örgütlerin lider kadrolarına sızma, bu kadroları yönlendirme ya da doğrudan suikast yöntemleri ile değiştirme gibi taktikler sistemli biçimde uygulanmıştır.
Bu süreçte denetim altına alınamayan ya da devletin kurumsal çıkarlarıyla uzlaştırılamayan kadrolar, “tehlikeli unsurlar” olarak tanımlanmış; bu aktörlere yönelik sistematik biçimde ya zorla tasfiye (tutuklama, işkence, cezai yargılamalar) ya da doğrudan infaz politikaları uygulanmıştır.
Bu durum, Louis Althusser’in devletin ideolojik ve baskı aygıtları ayrımı çerçevesinde de okunabilir. Althusser’e göre devlet, ideolojik aygıtlar aracılığıyla bireyleri gönüllü öznelere dönüştürürken baskı aygıtları aracılığıyla direnen, boyun eğmeyen özneleri zorla hizaya getirmeye çalışır. Kuzey Kürdistan’da Kürd siyasal hareketi örneğinde bu iki aygıt bir arada çalışmış; medya, eğitim sistemi, din kurumları gibi yapılar üzerinden ideolojik yönlendirme sağlanırken aynı zamanda infaz, işkence ve cezaevleri üzerinden fiziksel baskı mekanizmaları da işletilmiştir.
Bu stratejilerin nihai amacı yalnızca muhalefeti bastırmak değil, aynı zamanda onu sistem içi bir muhalefete dönüştürerek ehlileştirmek; böylece devletin hegemonik meşruiyetini pekiştirmektir.
Türkiye’de devletin toplumsal ya da ulusal muhalefeti bastırmakla yetinmeyip onu içeriden dönüştürme ve tasfiye etme stratejisi yalnızca soyut bir kurgu değil, tarihsel olarak belgelenmiş çok sayıda somut vaka ile sabittir. Özellikle Kürd siyasal hareketi içerisinde yaşanan örgüt içi çatışmalar, bu stratejilerin nasıl işlediğini gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda 1980 öncesinde ve sonrasında faaliyet gösteren KAWA örgütü etrafında gelişen olaylar oldukça çarpıcıdır.
KAWA’nın kurucu kadrolarından olan ve lider pozisyonda bulunan Ferit Uzun’un iddialara göre PKK içerisinden biri tarafından öldürülmesi, Kürd hareketi içerisinde yaşanan içsel tasfiye süreçlerinin devletle dolaylı ilişkileri bakımından üzerinde düşünülmesi gereken olgulardandır. Benzer biçimde KAWA’nın önemli kadrolarından Ali Rıza Koşar, 12 Eylül 1980 Darbesi sonrası dönemde Devrimci Sol örgütü mensubu olduğu belirtilen ve “Gavur Ali” lakabıyla bilinen bir kişi tarafından infaz edilmiştir. Yine KAWA’nın üst düzey kadrolarından Bedri Yolcu örgüt içine sızmış bir istihbarat elemanı tarafından öldürülmüştür. Öte yandan yine KAWA’nın önde gelen isimlerinden Hüseyin Şen, gözaltında gördüğü ağır işkenceler sonucu yaşamını yitirmiştir.[8] Bu ardışık infaz ve işkence vakaları yalnızca bireysel tasfiyeler olarak değil, KAWA’nın bütünlüklü olarak ortadan kaldırılmasına yönelik sistematik bir sürecin parçası olarak okunmalıdır.
1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye’de yükselen sosyalist hareketler yalnızca dışsal baskı mekanizmalarıyla değil, aynı zamanda içsel tasfiye ve yönlendirme stratejileriyle de hedef alınmıştır. Devletin ideolojik ve paramiliter aygıtları, bu dönemde birçok sol örgütü doğrudan ya da dolaylı biçimde denetim altına alarak yönünü değiştirmeyi ya da etkisizleştirmeyi amaçlamıştır. Bu stratejinin farklı sol yapılanmalarda izini sürmek mümkündür.
Örneğin Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin (TİİKP) kurucularından olan İbrahim Kaypakkaya, 1973 yılında gözaltında gördüğü ağır işkence sonucunda yaşamını yitirmiştir. Radikal sol çizgideki Kaypakkaya’nın tasfiyesinden sonra aynı geleneğin teorik ve siyasal mirası Doğu Perinçek gibi devletin derin yapılarıyla ilişkili bir figüre bırakılmıştır. Perinçek’in sonraki yıllarda hem ulusalcı hem de Kemalist bir söylemle devlet çizgisine yakınlaşması, bu dönüşümün önemli bir göstergesidir.
Benzer bir yönelim, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) bağlamında da gözlemlenebilir. Örgütün kurucu kadrosundan Mahir Çayan, 1972 yılında Kızıldere’de 9 yoldaşıyla birlikte devlet güçleri tarafından Kızıldere’de öldürülmüş ancak sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü, ilerleyen yıllarda Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) onursal başkanlığına getirilmiştir. Bu durum, devrimci gelenekle kurulmuş sembolik bağların devlet eliyle yeniden kurgulanmasına örnek teşkil eder. Bir diğer dikkat çekici gelişme ise THKP-C’nin ardılı DHKP-C’nin Mahir Kaynak gibi MİT içindeki istihbarat yapılarının gözetiminde biçimlenmeye başlamasıdır. Dursun Karataş’ın; örgütün merkezî kadroları olan Bedri Yağan, Sinan Kukul gibi birçok devrimciyi polisle eş güdüm içinde tasfiye ettiği iddiaları da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Bu örnekler yalnızca münferit olaylar olarak değil, daha geniş çaplı bir devlet stratejisinin parçaları olarak okunmalıdır. Sol hareketlerin tasfiye edilmesinde kullanılan yöntemler arasında doğrudan fiziksel imha, içeriden yönlendirme, sembolik temsilin el değiştirmesi ve ideolojik kırılmaların sistematik biçimde teşvik edilmesi bulunmaktadır. Nihayetinde bu süreç, 1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye’de ivme kazanan sosyalist eğilimlerin büyük oranda Kemalist söylemle örtüşen ya da onunla uzlaşan bir eksene çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu, devletin hegemonik çerçevesini zorlayan hareketlerin ya ortadan kaldırılması ya da dönüştürülerek sisteme entegre edilmesi anlamına gelmektedir.
Benzer bir dönüşüm, 1980’li ve 90’lı yıllarda İslamcı hareketler bağlamında da gözlemlenmiştir. Hizbullah olgusu (Hizbul Kontra) çok çarpıcı bir örnektir. Bu örgütün en üst yöneticisi Hüseyin Velioğlu’nun istihbaratla ilişkili olduğu ve Hizbullah örgütünü Kürdlere karşı kullanılmak üzere devletin istihbaratı tarafından tasarlandığı bilinen olgulardandır. Bu konuda çokça makale, kitap yazılmıştır. Başlangıçta sistem dışı bir konumda duran birçok İslamcı yapı, zamanla devletin ideolojik sınırları içine çekilmiş; böylece “milli görüş” ya da “muhafazakâr demokratlık” gibi kavramlar aracılığıyla resmî ideolojinin taşıyıcısı hâline getirilmiştir. Devletin burada uyguladığı strateji, Althusser’in kavramsallaştırdığı ideolojik aygıtlar aracılığıyla öznelerin gönüllü özneleşmesini sağlamak ve direniş potansiyelini içeriden dönüştürmektir.[9]
Sonuç olarak devletin yalnızca zor aygıtlarıyla değil; ideolojik manipülasyon, sızma, içeriden dönüştürme ve gerektiğinde tasfiye yoluyla yürüttüğü bu stratejiler, Türkiye’deki siyasal muhalefetin birçok kanalını ya işlevsizleştirmiş ya da sistem içi bir çizgiye çekerek dönüştürmüştür. Bu sürecin en trajik boyutu ise devlete karşı geliştirilen hareketlerin çoğu kez devletin hegemonik aygıtlarına dönüşmüş olmasıdır.
Modern devletin yalnızca yasal aygıtlarla değil; aynı zamanda hukuk dışı, gölgede kalan yapı ve pratiklerle de iş gördüğü artık birçok siyaset kuramcısı tarafından teslim edilmiştir. Türkiye özelinde bu durum, “derin devlet” ya da “devlet içi devlet” kavramlarıyla tanımlanan, resmî yetkiyle donatılmamış ancak fiilen devlet adına hareket eden yapıların varlığıyla somutluk kazanmıştır. Bu yapılanmaların en bilinen örnekleri arasında kontrgerilla ve JİTEM gibi örgütlenmeler yer almaktadır.[10]
Özellikle 1980 Askerî Darbesi sonrasında Kürd hareketine ve sol-sosyalist yapılarla bağlantılı görülen çevrelere karşı yoğunlaşan bastırma politikaları yalnızca resmî güvenlik güçleriyle sınırlı kalmamış, gayriresmî paramiliter yapılar aracılığıyla da yürütülmüştür. Bu süreçte binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş, insan hakları örgütleri tarafından belgelenen vakalarda çoğu zaman benzer yöntemler (gözaltında kaybetme, işkence, infaz, yargısız infaz, zorla kaybetme) izlenmiştir.[11]
1990’lı yıllarda Kuzey Kürdistan’da yoğunlaşan sistematik cinayetlerin arka planında devlet destekli paramiliter yapılar belirleyici rol oynamıştır. Bu süreçte doğrudan JİTEM kadrolarının operasyonel faaliyetleriyle birlikte koruculuk sistemi ve itirafçı ağları da yaygın olarak kullanılmış, böylece şiddet hem resmî hem gayriresmî kanallar aracılığıyla örgütlü bir mekanizma hâline getirilmiştir. Örneğin Kürd siyasetçiler Vedat Aydın, Musa Anter, Mehmet Sincar gibi isimlerin infazı sadece bireysel cinayetler değil; kolektif bir hafızanın hedef alındığı politik suikastlardır.[12] Bu vakaların ortak noktası, failin hiçbir zaman resmî olarak belirlenememesi; aksine soruşturmaların çoğu zaman örtbas edilmesidir. Bu durum, Michel Foucault’nun “iktidarın görünmez biçimde işleyişi” kavramıyla birlikte okunabilir: Burada iktidar, failini gizleyerek hukuki iz bırakmaksızın iş görür.[13]
Derin devletin uyguladığı bu şiddet sadece bazı kişileri ortadan kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumda yaygın bir korku ortamı yaratarak muhalif düşüncelerin günlük yaşama yayılmasını engeller. Devletin ideolojik aygıtlarıyla ürettiği hegemonya, bu şiddet rejimiyle desteklenir ve muhalefet yalnızca sistem içinde “uyumlu” hâle getirilmekle kalmaz; uyumsuz özneler sistemin dışına atılarak cezalandırılır.[14]
Bu yapıların bir bölümü, 1996’daki Susurluk Skandalı’nın ardından açığa çıkmış; emekli istihbaratçılar, itirafçılar ve mafya bağlantılı kişilerin devletle olan ilişkileri kamuoyuna yansımıştır. Ancak bu ifşalar, derin devletin yokluğunu değil, aksine nasıl zamanla meşrulaştırıldığını ve devlet mekanizmasının sıradan bir parçası hâline geldiğini gözler önüne sermiştir. Ancak bu ifşalar, derin devletin varlığını yadsımaktan çok, onun nasıl “normalleştirildiğini” ve sistemin bir parçası hâline geldiğini göstermiştir. Bu normalleşme, Türkiye’de hukuki ile hukuk dışı olanın birbirine karıştığı gri bir alan yaratmış; adalet fikrinin istikrarsızlaştığı bir siyasal iklim doğurmuştur.
Yaklaşık bir yüzyıldır etkisini sürdüren Kemalist ideoloji, Türkiye Cumhuriyeti’nin müdahale kapasitesinin çok katmanlı, esnek ve zaman içinde uyum sağlayabilen niteliğini açık biçimde yansıtmaktadır. Devlet aygıtı yalnızca anlık ve baskıcı güvenlik tedbirleriyle değil, aynı zamanda onlarca yılı kapsayan uzun vadeli ideolojik programlarla hareket etmiş, bu programlar aracılığıyla hem Türkiye’nin genelinde hem de Kürdistan olarak tanımlanan bölgede toplumsal yapıları şekillendirmeyi ve kontrol altında tutmayı hedeflemiştir.
Bu çabaların temelinde Kürd kimliğinin sistemli bir şekilde bastırılarak Türkleştirilmesi hedeflenmiş, bu yolla tek tip ve bütünlüklü bir ulus-devlet kurmak amaçlanmıştır.
Kemalist rejimin inşa ettiği bu hegemonik strateji yalnızca Türkiye’nin iç politikasıyla sınırlı kalmamış, dönemin otoriter liderleri tarafından da dikkatle izlenmiştir. Özellikle bazı tarihsel belgeler, Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi totaliter rejimlerin Kemalist modernleşme modelinden etkilendiklerini göstermektedir. Bu liderlerin Türkiye’de ulus-devlet inşası sürecinde kullanılan ideolojik araçları -başta eğitim sistemi ve kültürel kurumlar olmak üzere- inceleyerek kendi tekçi kimlik politikaları için örnek aldıkları aktarılmaktadır.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte devlet, Kürd meselesini tümden ortadan kaldırmak amacıyla kapsamlı bir ideolojik ve kurumsal seferberlik başlatmıştır. Bu doğrultuda Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, üniversiteler, Halkevleri, Türk Ocakları ve çeşitli bürokratik disiplin içinde çalışan kurumlarla eş güdümlü biçimde devreye sokulmuştur. Söz konusu müdahale yalnızca siyasal ve güvenlik odaklı bir yaklaşımla sınırlı kalmamış; kültürel üretimden sanata, eğitim politikalarından akademik bilgiye, medyadan gündelik dile kadar toplumun tüm alanlarını kuşatan çok katmanlı bir ideolojik kuşatma biçiminde yürütülmüştür.
Bu yapı, Althusser’in kavramsallaştırdığı biçimiyle devletin ideolojik aygıtlarının kurumsal bir ağ olarak işlediği bir düzenlemeyi temsil eder.[15] Kürd kimliğinin bastırılması, yok sayılması ya da yeniden tanımlanarak Türkleştirilmesi, Kemalist ideoloji açısından yalnızca bir ulusal güvenlik meselesi değil; aynı zamanda “modernleşme” ve “medeniyet” projesinin ayrılmaz bir bileşeni olarak görülmüştür.[16]
Bu doğrultuda Türk eğitim sistemi baştan sona ideolojik bir işlev üstlenmiş ve Türk ulusal kimliğin inşasında temel araçlardan biri hâline getirilmiştir. Eğitim süreci boyunca öğrenciler ilkokul sıralarından itibaren Kürd kimliğini yok sayan ve asimilasyonu teşvik eden söylemlerle karşı karşıya bırakılmıştır. “Kürdler Türk’tür.”, “Kürdler dağ Türkleridir.” olarak adlandırılmışlardır ya da “Kürdler Türk olmaktan mutludur.” gibi ifadelerle Kürdlüğün meşru bir kimlik olarak varlığı reddedilmiş, bunun yerine tekçi bir ulusal kimliğe zorla eklemlenmesi hedeflenmiştir. Bu ideolojik yönlendirme sadece tarih kitaplarıyla sınırlı kalmamış; dil, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi gibi ders kitaplarına da yansımış, böylece bireylerin düşünsel ve duygusal dünyasında sadece Türk kimliğinin bir ulusal kimlik olması amaçlanmıştır.
Türk resmî ideolojisinin Kürd ulusal kimliğini bastırmaya ve yönlendirmeye yönelik politikaları, yalnızca eğitim sisteminin müfredatlarıyla sınırlı kalmamış; aynı zamanda akademik alanda da ideolojik amaçlara hizmet eden, bilimsel nitelik taşıyor gibi sunulan çalışmalarla desteklenmiştir. Özellikle 20. yüzyıl boyunca “Gizli Kürdoloji” ya da “Anti-Kürdoloji” başlığı altında sürdürülen bu çalışmalar, Kürd kimliğini tanımaya değil, görünmez kılmaya ve reddetmeye odaklanan kurumsal bilgi üretim biçimlerinin sürekliliğini gözler önüne sermektedir. Bu çalışmalar, Michel Foucault’nun “bilgi-iktidar ilişkisi” kavramsallaştırması çerçevesinde değerlendirildiğinde devletin üniversite gibi kurumsal aygıtlar aracılığıyla hegemonik bilgi inşasını nasıl işlevselleştirdiğini ortaya koymaktadır.[17]
Albert Memmi’nin sömürgeci iktidar analizinden hareketle değerlendirildiğinde Türk resmî ideolojisinin Kürdlere yönelik politikaları, yalnızca klasik kolonyal baskı yöntemleriyle sınırlı kalmamış; bunun çok ötesine geçerek sistematik, çok katmanlı ve içselleştirilmiş bir blokaj stratejisine dönüşmüştür. Memmi’nin tarif ettiği üzere sömürgeci, sömürge halkı yalnızca yönetmekle yetinmez; aynı zamanda onun kimliğini değersizleştirir, tarihini siler ve ona yönelik kurumsallaşmış bir aşağılık kompleksi üretir. Bu bağlamda Türk ulus-devleti de Kürdleri yalnızca bastırmakla kalmamış; onların tarihsel hafızasını, dilini ve kültürel varlığını görünmez kılmaya çalışan bir ideolojik kuşatma inşa etmiştir.
Bu politika, Memmi’nin “zorunlu ikili yapı” olarak tanımladığı sömürgeci ile sömürge arasındaki yapısal ayrımı da yeniden üretmiştir. Egemen Türk kimliği; üstün, modern ve evrensel olarak sunulurken Kürd kimliği geri, ilkel ve bölücü olarak damgalanmış; bu sayede Kürdlerin hem siyasal hem de toplumsal alanda varoluşu meşruiyet dışı bırakılmıştır. Sonuç olarak Türkiye’nin Kürd politikasında görülen bu kapsamlı abluka yalnızca fiziksel baskıya değil; aynı zamanda düşünsel, kültürel ve psikolojik kuşatmaya dayalı bir kolonyal tahakküm örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kürdler âdeta “açık hava cezaevine” benzeyen bir sistem içinde yaşamaya zorlanmış; yalnızca devlet kurumları değil, Türk toplumunun farklı sınıfsal ve kültürel kesimleri de bu ablukada aktif roller üstlenmiştir.[18] Bu durum, Louis Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” tanımının ötesine geçerek Gramsci’nin “sivil toplumda hegemonya” kavramıyla örtüşen, toplumun bizzat devlet işlevi gördüğü bir düzenleme üretmiştir.[19]
Eğitim sistemi, bu ideolojik düzenlemenin merkezî araçlarından biri olarak kurgulanmıştır. İlkokuldan üniversiteye dek tüm kademelerde Kürd kimliğini dışlayan, inkâr eden ya da onu Türklük içinde eritmeye çalışan pedagojik söylemler yalnızca bir eğitim politikası olmanın ötesinde, homojen bir ulus inşası amacıyla seferber edilmiş güçlü bir ideolojik aygıt olarak işlev görmüştür. Bu bağlamda eğitim, öğrencinin yalnızca bilgiyle donatıldığı bir alan değil; aynı zamanda devletin resmî ideolojisinin yeniden üretildiği, kimliklerin hiyerarşik olarak yeniden tanımlandığı ve “makbul yurttaş” kalıplarının dayatıldığı bir hegemonya alanı hâline gelmiştir. Eğitim sürecinden sonra iş hayatına atılan Kürd bireyler, burada da devletin gözetim ve denetim mekanizmalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu denetim yalnızca kurumlarla sınırlı kalmamış, özellikle Türk bireylerle kurulan sosyal ilişkilerde bile mikro düzeyde bir izleme pratiği işletilmiştir. Böylece Kürd bireylerin davranışları, kimlikleri ve toplumsal konumlanışları sürekli olarak kontrol altına alınmıştır. Bu durum, Foucault’nun tanımladığı disipliner iktidarın, etnik kimliğe yönelik bir kontrol aracı hâline geldiğini göstermektedir.
Bu yönelim yalnızca resmî kurumlar aracılığıyla değil, gündelik yaşam pratikleri, kültürel normlar ve toplumsal tepkiler yoluyla da güçlendirilmiştir. Mahalle baskısı, Kürd kimliğini gündelik hayatta ifade etmenin önündeki en görünmez ama en işlevsel engellerden biri hâline gelmiştir. Örneğin kamusal alanda Kürdçe konuşan ya da Kürdçe müzik dinleyen bireyler, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana ya “uyarılmış”, ya tehdit edilmiş ya da doğrudan fiziksel saldırıya uğramıştır.[20] Uygulanan bu baskı rejimi, bireysel düzeyde olduğu kadar kolektif hafıza üzerinde de travmatik etkiler yaratmıştır. Kamusal alanda Kürd kimliğinin temsili, devletin ideolojik aygıtları yoluyla sistematik biçimde sınırlandırılmış; böylece Kürdlük, toplumsal düzlemde âdeta “suçla özdeşleştirilen” bir kimlik konumuna itilmiştir.
Böylelikle Kürd kimliği; ilk okul sıralarından başlayarak gündelik yaşamın tüm katmanlarında bastırılmış, kontrol altına alınmış ve çoğu zaman da kriminalize edilmiştir. Bu yapısal süreç içerisinde Kürdçe konuşmak, Kürd müziği dinlemek ya da Kürd tarihi hakkında konuşmak bile devlet ve toplum tarafından “makbul vatandaşlık” normlarının dışına çıkarılmıştır. Bu durum, Judith Butler’ın ifadesiyle “konuşulamaz kimlikler”in inşasına işaret eden performatif bir inkâr rejimini tarif eder.[21]
[1] Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev. Ferda Keskin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2019.
[2] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev. Yüksel Taşkın, İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.
[3] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar (1908–1925), İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989, s. 340–345.
[4] Kürdistan Devriminin Yolu, PKK manifestosu, 1977, 4. Baskısı, Bingöl, s. 64.
[5] Kürdistan Devriminin Yolu, PKK manifestosu, 1977, 4. Baskısı, Bingöl, s. 64.
[6] Kürdistan Devriminin Yolu, PKK manifestosu, 1977, 4. Baskısı, Bingöl, s. 64.
[7] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, İstanbul: Dipnot Yayınları, 2018, s. 133–150.
[8] İHD Raporları, “1980 Sonrası Gözaltı ve İşkence Vakaları”, İnsan Hakları Derneği Yayınları, 1995, s. 66–68.
[9] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları, 2020, s. 55–72.
[10] Ertuğrul Mavioğlu & Ahmet Şık, Kontrgerilla ve Ergenekon’u Anlama Kılavuzu, İstanbul: İthaki Yayınları, 2010, s. 33–50.
[11] İnsan Hakları Derneği (İHD), Faili Meçhul Cinayetler Raporu, 1990–2000, s. 4–18.
[12] Mehmet Ali Birand, 12 Eylül: Türkiye’nin Miladı, İstanbul: Doğan Kitap, 2002, s. 198–202.
[13] Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi, 2022, s. 93–101.
[14] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları, 2020, s. 45–70.
[15] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki Yayınları, 2020, s. 45–70.
[16] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, İstanbul: Dipnot Yayınları, 2018, s. 97–123.
[17] Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi, çev. Veli Urhan, İstanbul: İmge Kitabevi, 2021, s. 201–220.
[18] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, İstanbul: Dipnot Yayınları, 2018, s. 149–165.
[19] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev. Kenan Somer, İstanbul: Belge Yayınları, 2021, s. 155–160.
[20] İHD Raporları, Kültürel Hak İhlalleri, 1990–2010, İnsan Hakları Derneği Yayınları.
[21] Judith Butler, Cinsiyet Belası, çev. Pınar İlkkaracan, İstanbul: Metis Yayınları, 2014, s. 23-31.
Son güncellenme: 00:50:45