Kürdistan Meselesinde Ertelenen Hesaplaşma

Kürdlerin herhangi bir coğrafyada siyasal kazanım elde etmesi, çoğu zaman bölgesel bir tehdit olarak algılanmakta; Kürdistan halkının kendi topraklarında kendini ulusal iradesiyle yönetme ediminin her aşamasında Türk devlet engeli ile karşılaşması, meselenin ulusal sınırları aşan yapısal bir sorun haline geldiğini göstermektedir.

25 Aralık 2025 - 20:54
25 Aralık 2025 - 20:54
 0
Kürdistan Meselesinde Ertelenen Hesaplaşma

Türkiye’nin Kürdistan-Kürd meselesine yaklaşımı, yüz yılı aşkın süredir güvenlikçi reflekslerle şekillenen ve çözüm üretmek yerine sorunları erteleyen bir çizgide ilerlemektedir. Bugün bu yaklaşımın Rojava sahasında ciddi bir sınamayla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Rojava’daki Kürd aktörlere yönelik sert uyarıları, zaten kırılgan olan bölgesel dengeyi daha da zorlamıştır. Buna karşılık Washington, Paris ve diğer Batılı başkentlerin Şam üzerindeki baskıyı artırmaksı, tarafları müzakere sürecini hızlandırmaya yöneltmiştir.

Yeniden gündeme gelen görüşmelerde öne çıkan başlık, DSG’nin mevcut yapısının korunarak Suriye ordusunun yeniden inşasına bazı bölgesel birlikler şeklinde dahil edilmesi formülüdür. Bu çerçevede Kürd nüfusun yoğun olduğu bölgelerde, yerel yönetim ve güvenlik mekanizmalarının Özerk Yönetim bünyesinde kalması öngörülmektedir. Ankara’nın uzun süre bu formüle karşı çıkmasının temel nedeni, DSG’nin siyasi ve askeri meşruiyet kazanacağı endişesiydi. Ancak son yıllarda bu tutum, kendi içinde çelişkili bir noktaya evrilmiş; DSG’nin, niteliği tartışmalı Suriye “ordusu”na entegrasyonu dahi bir tehdit söylemiyle ele alınmaya başlanmıştır.

Türkiye Rojava’da Ne Arıyor? Türkiye bir yandan Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduğunu vurgularken, diğer yandan Serêkaniyê ve Girê Spî gibi bölgelerde askeri işgalini sürdürmekte ve fiili bir idari denetim uygulamaktadır. Bu durum Ankara’nın Suriye politikası ile resmi söylemi arasındaki gerilimi daha görünür hale getirmektedir. Kürt meselesi, jeopolitik ve güvenlik merkezli bir perspektifle ele alındıkça, çözüm alanı daralmakta; sorun, yönetilen değil ertelenen bir kriz halini almaktadır.

Türkiye’nin Kürd politikası yalnızca sınır ötesi gelişmelerle sınırlı değildir. Kuzey Kürdistan olarak tanımlanan bölgede, uzun yıllardır kolektif hak taleplerinin reddi, kimlik temelli taleplerin güvenlik meselesi olarak görülmesi ve kamusal eşitsizliklerin derinleşmesi dikkat çekmektedir. Kürt yurttaşlar askerlik ve vergi gibi yükümlülüklere tabi tutulurken, anadil, eşit hizmet ve siyasal temsil alanlarında yapısal sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu yaklaşım, Kürd kimliğinin kamusal alanda sürekli tartışmalı bir olgu olarak kalmasına yol açmıştır.

Benzer bir refleks Güney Kürdistan örneğinde de gözlemlenmiştir. Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasının ardından ortaya çıkan federal statü, Türkiye tarafından uzun süre bir güvenlik riski olarak değerlendirilmiştir. Zamanla diplomatik ve ekonomik ilişkiler gelişmiş, ticaret hacmi milyarlarca dolara ulaşmış, bölgede askeri varlık tesis edilmiştir. Ancak tüm bu normalleşmeye rağmen, Kürdlerin siyasal statü kazanmasına ve devletleşme hakkına yönelik korku paranoyası ortadan kalkmamıştır.

Bu zihinsel arka plan, Başkan Mesud Barzani’nin 29 Kasım 2025’te Cizre’de düzenlenen 4. Uluslararası Melayê Cizîrî Sempozyumu’na katılımı sırasında da kendini göstermiştir. Halkın ilgisi ve sembolik temaslar, medya organlarında “tehlike” ve “bölücülük” başlıklarıyla sunulmuştur. Oysa bu tablo, barışçıl temasların dahi neden hâlâ bir tehdit algısıyla karşılandığını sorgulamayı gerektirmektedir. Bu noktada, Türkiye’deki “kardeşlik, çözüm” söylemi ile kamusal refleksler arasındaki mesafe daha görünür hale gelmektedir.

Süregelen kolonyal dil ve uygulamalar, Kürd toplumunda ciddi bir güvensizlik ve gelecek kaygısı yaratmaktadır. Devletle temas halinde olan siyasi aktörlere yönelik dahi hakaret edici, sert ve dışlayıcı söylemlerin sürmesi, sorunun yalnızca güvenlik değil, aynı zamanda tekçi bir egemenlik zihniyet meselesi olduğunu düşündürmektedir. Kürdlerin herhangi bir coğrafyada siyasal kazanım elde etmesi, çoğu zaman bölgesel bir tehdit olarak algılanmakta; Kürdistan halkının kendi topraklarında kendini ulusal iradesiyle yönetme ediminin her aşamasında Türk devlet engeli ile karşılaşması, meselenin ulusal sınırları aşan yapısal bir sorun haline geldiğini göstermektedir.

Rojava örneği bu açıdan dikkat çekicidir. 2011’den bu yana süren çatışmalara rağmen, uluslararası toplumun kolonyalist rejimlere sınırlı tepkisi, özellikle Türkiye’nin NATO üyeliği ve bölgesel dengelerle açıklanmaktadır. Ancak bu durum, uzun vadede Küre meselesinin bastırılarak değil, tanınarak çözülebileceği gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.

Gelinen noktada, kolektif hakların inkârına dayalı politikaların sürdürülmesi, Türkiye ile Kürdistan halkı arasındaki mesafeyi daha çok açmaktadır. Eşit yurttaşlık temelinde yeni bir anayasal, siyasal çerçeve oluşturulmadığı sürece ayrışmanın derinleşmesi kaçınılmazdır. Tarih, çözümsüzlüğü kalıcı bir yönetim biçimi sanan rejimlerin akıbetine dair yeterince örnek sunmaktadır. 

[email protected]

 


Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı toplam 876 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 21:54:32