Türkiye’de Kürd varlığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan itibaren tamamıyla inkâr edildi. Bu inkârın sonucu olarak, 1924-1938 yılları arasında, Kürdlerin sonuç alınmayan çeşitli direnmeleri oldu. 1938-1958 yılları arasında ise Kuzey Kürdlerinin tamamen suskun kaldığı bir süreç yaşandı. Bu süreçte, Kürdler, kendilerine “Kürdüm” bile diyemedi, başkaları da onları “Kürd” diye anmadı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de çok partili yaşamın başlamasıyla, Kürdler kendilerini kısmen ifade etmeye çalışırken veya başkaları onları anarken yine doğrudan “Kürd” denmedi/denemedi; kıyısından, köşesinden ifadeler kullanıldı. En çok kullanılanı da Kürdlerin yaşadığı coğrafyanın Anadolu’nun doğusundan olmasından dolayı, “Şark” veya “Doğu” kavramıydı. Kürd’ün adını silmek adına, Kürdlerin yaşadığı bölge, Anadolu Yarımadası’nın devamı gibi algılanması için, bölgeye “Doğu Anadolu”, “Güneydoğu Anadolu” adları uyduruldu.
“Doğu”, güneşin doğduğu yönü ifade eden bir kavramken Türkiye’de Kürd halkının adı gibi kullanıldı! Çünkü Kürd’ün adı yasaktı. Gariptir, bir ulus için “Doğu Halkı” gibi uydurma ifadeler kullanılırken bilerek veya bilmeyerek herkes bunu kullandı, kabullendi.
Yirmili, otuzlu yıllarda hiç üniversite şansı bulamayan Türkiye’deki Kürd gençleri, kırklı yıllarda, az da olsa okuma şansı bulunca, kendi kimliklerinin farkına varmaya başladılar. 1940’lı yılların başında, Mustafa Remzi Bucak ve Musa Anter gibi Kürd aydınlarının yönetiminde İstanbul’da açılan Dicle Talebe Yurdu, o yıllarda İstanbul’da okuyan Kürd öğrenciler için önemli bir toplanma merkezi oldu. Kürd egemenlerinin sisteme daha fazla entegre olmaya başladığı bu süreçte, bu yurdun çevresindeki birkaç aydın ve genç, “Kürdlük” adına bir kıvılcım çakmaya çalıştı. 1946 yılında, İran’da Mahabad merkezli kurulan Kürd Cumhuriyeti, bu küçük grup tarafından gizli bir sevinçle karşılandı. Bunu takip eden yıllarda, sol kulvarda ünlenen büyük romancı Yaşar Kemal, büyük şair Ahmed Arif ve ünlü Film Yönetmeni Atıf Yılmaz gibi bazı Kürd aydınları, Kürd gerçekliğinden çok uzaklardaydılar.
Ellili yıllarda, ilk siyasal söylem olarak, “Doğu’nun geri kalmışlığı” gibi ifadeler kullanılabildi. Bu yıllarda, Demokrat Parti (DP) ve CHP’de bulunan Kürd milletvekilleri, önce “Şark Mebusları”, sonraları “Doğulu Mebuslar” diye adlandırıldı. Bunların bir kısmı, kimliklerini inkâr ederken Diyarbakır milletvekilleri Mustafa Remzi Bucak, Mustafa Ekinci ve Yusuf Azizoğlu ile Ağrı isyanları gazisi Halis Öztürk gibi Kürd duyarlılığıyla bilinenler de vardı. Bunlara “Doğulu” dendiği gibi, garip bir ifadeyle “Doğucu” de deniyordu.
Ellili ve altmışlı yıllarda, Kürd ve Kürdistan kavramlarını kullanmamak için; çokça, “Doğu”, “Şark”, “Doğucu”, “Doğuculuk”, “Doğu Halkı” gibi ifadeler kullanıldı. Bu dönemde, Diyarbakır ve yayıncılığın merkezi İstanbul’da yayın yapan gazete ve dergilerin adları da bu tutuma uygundu; “Şark Postası”, “Şark Mecmuası”, “Yeni Şark”, “Şarkın Sesi”, “Doğunun Sesi”, “Doğu” … Altmışlı yıllardan itibaren, artık eski bir sözcük olarak görülen “Şark” yerine, tamamıyla yeni dildeki “Doğu” sözcüğü kullanılmaya başlandı.
27 Mayıs 1960 Darbesi sonrasında, oluşan yeni siyasi yapılanmada, “Solcu Kürdler” Türkiye İşçi Partisi’nde (TİP’te), ”Sağcı Kürdler” Yeni Türkiye Partisi’nde (YTP’de) yer alırken adları yine “Doğulu Milletvekilleri” idi.
TİP’teki Kürd aydınlarına “Doğu Grubu”, Kürd yüksek öğrenim gençliğinin düzenlediği gecelere “Doğu Geceleri”, Kürdlerin düzenlediği mitinglere “Doğu Mitingleri” deniyordu. Dönemin önemli Kürd aydınlarından Mehmet Emin Bozarslan, bu sıralarda yazdığı kitaba “Doğunun Sorunları”[1]; Sosyolog İsmail Beşikçi, “Doğu Anadolu’nun Düzeni” adını verdiler.[2] Kürd Yüksek Öğrenim Gençliği öncülüğünde 1969 yılında kurulan dönemin önemli Kürd örgütünde de “Doğu” kullanıldı; “Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)” …
DDKO’nun kurulduğu 1969 yılında, hâlen “Kürd” kavramını kullanmak kolay değildi. DDKO, legal olarak kurulurken Kürd gençleri, “Kürd” adını kullanmak istediler. İstanbul DDKO’nun kurulduğu sıralarda[3] İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciydim. Arkadaşlar konuyu uzun uzun tartıştılar ancak kanuni zorluklar ve baskılardan dolayı “Kürd” adı kullanılamadı. Ama dost, düşman, herkes biliyordu ki, örgütün adında kullanılan “Doğu” sözcüğü “Kürd” anlamındaydı. O sıralarda, illegal olarak faaliyet gösteren Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) Antalya Davası’nda yargılanan Sait Elçi ve Şakir Epözdemir gibi Kürd yurtseverleri, savunmalarında “Doğu” sözcüğünü kullanırken Kürd olduklarını da söylüyorlardı.
O sıralarda, maalesef adını hatırlayamadığım bir arkadaşımız şöyle demişti: “Bizim bir adımız var: Kürd. Ama bunlar bize hep ‘Doğulu’ diyorlar, biz de bunu kabul ediyoruz. Eğer bizim adımız ‘Doğu’ ise biz güneşiz demektir.”
Altmışlı yıllar, “Doğu” dan “Kürd”e, “Doğculuktan” “Kürdlüğe” geçme, Musa Anter’in deyimiyle “eksiden sıfıra geçme” mücadelesi şeklinde geçti. Bu dönemde, “Dr. Şivan” olarak bildiğimiz Sait Kırmızıtoprak da “Doğu” ve “Doğuculuk”tan, “Kürd” ve “Kürdistan” gerçekliğine ulaşarak, Güney’e geçip yeni ve farklı bir mücadele başlattı. Maalesef, bu mücadele büyük talihsizliklerle sonuçlandı.
Belirli bir mücadele sonucunda, yetmişli yıllarda, Doğu diye ifade edilen bölgede, adı yasak Kürd halkının yaşadığını, dost-düşman, herkes kabul etmeye başladı. Bu yasağın, var olan bir sorunun üstünü kapatmak için kullanıldığı görülüyordu. Varlığı inkâr edilen bir halk, mitinglerde, “Batı’ya fabrika-okul-yol, Doğu’ya komando-jandarma-karakol”, “Batı’ya medeniyet, Doğu’ya cehalet, neden?”, “Doğu sürgün yeri olmamalıdır”, “Sömürüye ve zulme hayır.” diye haykırıyordu.
Özellikle 1969’dan itibaren, artık mızrak çuvala sığmadı; “Doğu” yerine “Kürd” sözcüğü kullanılmaya başlandı. Büyük bir sorun vardı; adı da artık “Doğu Meselesi”, “Doğu Sorunu” değil, “Kürd Meselesi”, “Kürd Sorunu” idi. Kürdler sorun değildi ama onların inkârı, büyük bir sorun yaratmıştı.
DDKO’lu gençler ve Kürd aydınlarının, 1971-1974 yıllarında Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmaları sırasında, artık “Doğu” gibi suni kavramlar tamamen aşındı, “ezop dil”[4] yıkıldı. Büyük sosyolog İsmail Beşikçi’nin verdiği dersle, “Kürdistan, bölünmüş, parçalanmış sömürgedir” gerçeğine ulaşıldı. Elbette bu dönemde Kürdlerin düşünce düzeyi daha yeni bir gelişme içindeydi. Gençlik ve aydınlar, sol rüzgarların etkisindeydi; muhafazakâr Kürdler ise henüz Kürd gerçeğinden uzaktılar.
O günlerde, “Doğu” sözcüğü ile de olsa çekingen bir dille de olsa bazı yönlerden bu güne göre daha tutarlı tutumlar ve talepler de vardı. Sistemden bir kopuş yaşanmamasına karşın “Türkiyelileşme”, “Ortak Vatan”, “Ortak Örgütlenme”, “Bijî Felankes” değil; “Batıya fabrika yol, Doğuya polis, karakol”, “Halklara Özgürlük”, “Kahrolsun Sömürgecilik”, “Ayrı Örgütlenme”, “Bijî Kürdistan” gibi belirleme ve istemler vardı.
1974’ten itibaren kurulan renk renk Kürd Örgütleri, “Doğu”yu çöp sepetine atıp, “Kürd” ve “Kürdistan” kavramlarını yüceltmeye başladılar. “Biz ayrı bir halkız, ayrı örgütleneceğiz.” dediler. Diğer taraftan, düşünce ayrılıkları ve çıkar çatışmaları da başladı.
Sonra, sonrası, 12 Eylül Darbesi; Türk derin aklı devrede, Kürd Memed nöbette. Ve altmışlarda, yetmişlerde “Doğu”yu çöp sepetine atan, “Biz ayrı bir halkız.” diyen on binleri Diyarbakır zindanına topladılar…
Seksen sonrası, doksanlar, iki binler, ayrı birer hikâye. Haksız güçlü, haklı güçsüz ve bu böyle devam edip gidiyor. “Doğu” çerezi gitti; Kürdlerin kendilerini bilmemeleri için yeni çerezler tedavüle girdi! Maalesef, mixabin…
[1] Mehmet Emin Bozarslan, Doğunun Sorunları, Toplum Yayınları, 1966
[2] İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu’nun Düzeni, E Yayınları, 1969
[3] 1969 yılı ilkbahar ayları. Aynı sıralarda, paralel olarak Ankara’da da DDKO kuruluş çalışmaları vardı.
[4] Ezop dili: Bir ifadenin üstünü örtülü, mecazi şekilde söylemek,
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.