Özgürlük Yolunda Birbirini Engelleyen, Ermeni Ve Kürdlerin Dramıyla İlgili Bir Değerlendirme-I
1915 Ermeni Tehciri herkesçe bilinmektedir. Ermeni tehciriyle ilgili olarak, bugüne kadar tüm dünyada ve Türkiye’de sayısız kitap ve yazı yayımlandı; filmler çekildi, belgeseller hazırlandı. Konu Türkiye’de ve tüm dünyada büyük bir kamuoyu tarafından bilinmekte ve tartışılmaktadır. Birçok ülke, bu tehcirin bir soykırım olduğunu parlamentolarında kabul etti. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında, Kürdlerin başına neler geldiğini bilen yoktur. Bir tehcirin başlangıcı olarak kabul edilen 24 Nisan 1915 biliniyor, diğer tehcirin başlangıcı olan 2 Mayıs 1916 bilinmiyor.

Kürdler ve Ermeniler, tarihin çok eski çağlarından beri, komşu veya ortak bir coğrafyada beraber yaşadılar. Farklı dinlere sahip olmalarına karşın 19. yüzyılın başlarına kadar, aralarında önemli sorunlar yaşanmadı. Osmanlıda merkezileştirme politikalarının başladığı, Hristiyan misyonların bölgede yaygınlaştığı Tanzimat ve Islahat süreçlerinden itibaren aralarında köklü sorunlar çıkmaya başladı. Sorunlar katlanarak Geç Osmanlı Dönemi’nde, özellikle Berlin ve Mondros antlaşmaları arasındaki kırk yıllık 1878-1918 döneminde kangren hâlini aldı.
Yüzyıllarca süren Kürd-Ermeni ilişkileri, gerçek yönüyle az biliniyor. Son beş yüz yılda Osmanlı egemenliğinde birlikte yaşadılar. Bu dönemle ilgili Batılı Hristiyan gözlemciler, Ermeni tarihçiler ve Osmanlı-Türk yöneticileri tarafından yazılan kaynaklar, büyük oranda objektif değildir. Bölgede, çeşitli mezheplerden Hristiyan Ermeni gruplar (Greogeryan, Katolik, Ortodoks) ve farklı inançlardan Kürd grupları (Sünni, Şiî, Êzdî, Kızılbaş, hatta Hristiyan) dışında; Hristiyan Asuri-Süryani (Nasturi, Kıldani) grupları, Araplar, Farslar, Türkler ve daha sayamayacağımız başka gruplar da vardı. Her etnik veya inanç grubunun, köylere, kasabalara, kentlere verdikleri isimler bile farklıydı. Bölgedeki Hristiyanların çoğu Ermeni, daha az bir kısmı Süryani idi. Türk ve Ermeni kaynakları, Kürdleri, Sünni Kürdlerden ibaret veya Müslüman-Türk saydılar. Bu yüzden, Kürd-Ermeni ilişkilerini objektif olarak öğrenmek zorlaştı.
19. yy başına kadar, Ermeni ahalinin büyük bölümü, Osmanlı merkez iktidarından başka Kürd Beyliklerine de bağlıydılar. İmparatorluk bünyesinde, önceleri, Müslüman Kürdler, Hristiyan Ermenilerden daha avantajlı, bir nevi “millet-i hâkime” (egemen millet) durumunda idiler. Osmanlı yönetim sistemine göre, Hristiyan Ermeniler, Müslüman Kürdlere, daha doğrusu Kürd Beylerine adeta zimmetlenmişti. Ermenilerin aleyhine olan bu eşitsiz durum, belirli bir oranda, Ermenilerce kabullenilmişti, başlangıçta çatışma yoktu.
Osmanlıda merkezileşme politikalarının başlamasıyla, Kürd Beylikleri dağıtıldı. Bundan sonra, kendini “milleti-hâkime” olarak nitelendiren Osmanlı, Ermenileri “millet-i sadıka” (sadık millet), Kürdleri “millet-i meşkuk” (şüpheli millet) olarak nitelendirmeye başladı. Batılıların Osmanlı üzerinde çok etkili olduğu bu dönemde, Ermeniler Osmanlıya yaklaşırken Kürdler uzaklaştı. Ermenilerin Kürdlerden şikâyetleri İstanbul’da, hatta Avrupa’da yankı buldu.
Tanzimat’tan Meşrutiyet’e giden süreçte (1839-1876), Ermeniler, ticaret alanında etkin olup, açılan okullarda iyi eğitim alarak sosyal-kültürel yönden gelişirken Osmanlının, tarikatların ve dinin büyük baskısı altındaki Kürdler her yönüyle gerilediler. Rusların, Batılıların ve Hristiyan misyonerlerin bölgede yoğun faaliyet gösterdiği bu dönemde, Ermenilerin Kürd aşiret gruplarından sıkça şikayetçi olmaları hem Osmanlıda hem Batı kamuoyunda Kürdlerin aleyhinde olumsuz bir imaj yarattı.
1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’ndan sonra, Vilayet-i Sitte (Altı Vilayet) olarak adlandırılan Erzurum, Bitlis, Van, Elâzığ, Diyarbekir ve Sivas’ın Ermeni reform bölgesi olarak ilan edilmesiyle beraber, var olan çelişkiler daha da büyüdü. Bölgenin büyük kısmında, Kürdler çoğunlukta olduğu hâlde, Vilâyat-ı Sitte bölgesinin Ermenilere ait olacağı tezi, bu süreç boyunca Ermenilerle Kürdler arasındaki en büyük yarılmayı yarattı, aralarında toprak sorunu başladı. Batılı Devletler, bunu Osmanlı Devleti’ne dayatırken Ermeniler bundan memnun ve umutluydular. Bu vilayetlerde Kürd nüfus, Ermeni nüfustan fazla olmasına karşın Kürdlerin yok sayılması, her bakımdan sorunlu bir dönem başlattı. Osmanlı ve Ermeni yetkilileri Kürdleri yok saymada adeta uzlaştılar.
Ermeni uluslaşması gelişirken Kürdler henüz bir ulus bilinciyle hareket edebilecek durumda değillerdi. Peş peşe kurulan Ermeni komiteleri, Batılıların da teşvikiyle Osmanlıya karşı bağımsızlık mücadelesine girdiler. Ermeniler arasında, sol ideolojiden etkilenen devrimci hareketler gelişti. 1894-1904 yılları arasında, başta Sason olmak üzere, çeşitli yerlerde gelişen Ermeni İsyanları, yalnız Osmanlı-Ermeni ilişkilerini değil, Kürd-Ermeni ilişkilerini de onarılmaz bir şekilde bozdu. Bu sıralarda (1891’de), II. Abdülhamid’in kurnaz politikalarıyla Kürdlerden oluşturulan Hamidiye Alayları da bu ilişkilerin bozulmasında önemli etki yaptı.
1894-1896 sürecinde, ağırlıklı olarak, Ermenilerin ve Kürdlerin beraber yaşadığı coğrafyada olmak üzere pek çok ölümlü olaylar, pogromlar, katliamlar gerçekleşti. Ermeni isyanları, direnişleri, her seferinde, Osmanlı Devleti’nin büyük ordu gücüyle bastırılırken Kürdler üçüncü bir taraf olarak hep arada kaldılar; zaman zaman Müslüman Osmanlının yanında yer aldılar. Batılı güçlerin kışkırtmaları ve Osmanlının oyunlarından başka, bazı Kürd aşiretleri, şeyhlik yapıları ve Ermeni komitelerinin yanlışları, giderek bölgede gerginlikleri arttırdı.
Bir süre İstanbul’da Rus Büyükelçiliği de yapan Tuğgeneral Mayêvsriy (Mayevski) erken dönemde, 1904 yılında yazdığı; 1911 yılında Osmanlıcaya ve 1997 yılında Latin alfabesiyle Türkçe çevrilen, yukarıdaki süreci değerlendiren ilgi çekici kitabında, özellikle Ermeni devrimci komitelerinin 1880-1900 yılları arasındaki yanlışlıklarından söz ediyor. Ermenilerin, dünya Hristiyanlığını kendi milli çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştıklarını ve dönemdeki bir kısım olayların, Ermeni komitacıların maceralarından kaynaklandığını belirterek şöyle diyor: “Balkanlardaki bazı kahramanlık olaylarının etkisindeki komitacılar, Ermeni halkı adına ‘kahraman’ olmayı hedeflerken, Ermenilerin ‘cellad’ durumuna geldiler.” [1]
1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından yaklaşık bir yıl sonra Abdülhamid gitti, İttihat-Terakki geldi. Başta Taşnaksutyun olmak üzere bu süreçte Ermeni partileri, İttihatçılardan umutlanıp onlarla ittifak yapsa da durum hem Ermeniler hem Kürdler için daha da kötüleşti. I. Dünya Savaşı başladığında, Kürdlerle Ermeniler arasına artık uzlaşmaz çelişkiler girmişti. Savaştan hemen önce, 8 Şubat 1914’te, Ermeni reformuyla ilgili olarak, Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Müfettişlik Antlaşması (Yenişehir Antlaşması), Berlin Antlaşması’na benzer bir antlaşmaydı ve bu kez altı vilayete Trabzon eklenerek, vilayetler iki müfettişlik bölgesine ayrılıyordu. Bu dönemde (1914), Mele Selim önderliğinde gelişen Bitlis İsyanı sırasında iki halk arasında birlikte mücadele verme girişimleri sonuçsuz kaldı.
Savaş öncesinde, Ermeni partileri, özellikle Taşnaksutyun ve İstanbul Ermeni Patrikliği, bir yıl sonra olacaklardan habersiz İttihat-Terakki’yle ittifak hâlindeydiler. Savaş başlayınca ittifak bozuldu, Kürdler Osmanlı Cephesi’nin, Ermeniler Rus Cephesi’nin önünde buldular kendilerini. Oysa bu savaş iki ulusa da ait değildi. Savaş içinde yaşanan 1915 Ermeni Tehciri ve 1916 Kürd Tehciri, iki büyük dram olarak kendini gösterirken iki halkın yazgısı başkaları tarafından çizildi.
BİR YIL ARAYLA İKİ TEHCİR
Bilinen 1915 Ermeni Tehciri
Birinci Dünya Savaşı başladığı sıralarda, görünürde Ermenilerin durumu Kürdlere göre daha iyiydi. Bu sırada Kürdlere ait hiçbir örgütsel yapı ve yayın yokken, olanlar kapatılmışken Ermeni partileri faaliyet hâlindeydiler. 21 Ağustos 1914’te Viyana’da Hınçakyan Partisi’nin 6. Kongresi; 2-14 Ağustos 1914’te de Erzurum’da Taşnaksutyun Partisi’nin 8. kongresi gerçekleşti. Taşnaksutyun kongresine “dost” İTC yetkilileri de katıldı. Buna karşın 1915 yılı bahar aylarından itibaren bilinen büyük Ermeni Tehciri başlatıldı. Tehcir büyük katliamlara dönüştü, soykırım boyutuna ulaştı.
Bu tehcirin, katliamın, kırımın, soykırımın, adı ne olursa olsun bu büyük felaketin baş sorumlusu, kayıtsız şartsız, dönemdeki Osmanlı yönetimindeki ırkçı İttihatçılar ve onların destekçileridir.Ermeni kırımında başrol oynayan İTC yönetimindeki Osmanlı-Türk ırkçılarını, dönemde Osmanlı Ordusu’nu yöneten Almanları, Rus ve Batılı diğer emperyalist devletlerin sorumluluğu, hatta bazı Ermeni örgütlerinin hataları varken dönemde hiçbir siyasal erke, iktidar gücüne, örgütlü güce, ulusal akla ve ulusal bilince sahip olmayan Kürdleri günah keçisi gibi göstermek, bu olaylardaki en yanlış tutumlardan biridir.
Dün de bu gün de devlet işbirlikçisi Kürdlerin soykırımdaki rolleri belirtilirken Kürdlerin hataları sıralanırken hatta haklı olarak bazı sıradan Kürdlerin (Reya Kürdleri)[2] de "talan" anlayışı ile katliama katıldıkları belirtilirken asıl failin saklanmasına neden olunuyor. Olayların esas failinin saptırılması, kolaycı bir yola girilmesi, Ermeniler adına da bir işe yaramadı. Sonraki dönemlerde, yaratılan algıyla Ermeni halkının çok büyük çoğunluğunda, yerel ve basit yaklaşımlarla Kürd düşmanlığı yaratıldı. Özellikle diasporadaki Ermenilerde Kürdlere karşı büyük kin ve nefret oluştu. Kürdlerle beraber yaşayan Ermenilerde de konunun esasından çok ikili ilişkilerdeki olumsuzluklar dile getirilir.
2012 yılında Hrant Dink Vakfı öncülüğünde, “Diyarbakır Ermenileri Konuşuyor” adıyla yayımlanan bir kitapta, Diyarbakırlı olduğu belirtilen 81 kişiyle görüşülmüş ve bunlardan 18’iyle yapılan görüşmeler kitaba konulmuş. Büyük dramlar, hikâyeler var anlatımlarda. Çoğu Müslümanlaşmış bu kişilerde de sitem, esas egemenlerden çok, komşu Kürdlere yapılıyor, hatta geçmişte bölgede Kürdçe öğrenmek zorunda kalmalarında dahi Kürdleri kabahatli görüyorlar. İlk kişinin anlatımının bir yerinde şöyle deniyor: “Bu insanların elinden dinleri alındı, Hristiyanlığı yaşayamadılar. Dilleri ellerinden alındı. Bu iki çocuktan 500 kişilik olduk ama Ermenice konuşan bir kişi bile yok. Sınırın öteye yanına geçiyorsun, Iğdır’ın 10 kilometre ötesinde, akrabaların dinini, dilini de biliyor, çocuklarını vaftiz ettiriyorlar. Buradakiler Ermeni olduklarını bilmiyor, Kürd olduklarını zannediyorlar. Dilleri Kürdçe, dinleri Müslümanlık…”[3]
Dikkat edilirse, burada devletten şikâyet yok. Biraz ötede Kürdlerin de sürgün edildiği, Türkleştirildiği düşünülmüyor. Tabii ki, büyük resmi, Türklük Sözleşmesini ve sistemin derin politikalarını bilmek zor. Aynı kitapta, diğer bir kişi şöyle diyor: “Mayrik Halam, Şeyh Sait İsyanı’na katılmış, bu yüzden Balıkesir Susurluk’a sürülmüş ve bir Kürtle, 1938’de evlenmiş. Halam, sürekli beddua eder, Kürtlere, Kürt ağalarına. ‘Ben Balıkesir’e gidene kadar Türk görmemiştim, bizi hep bunlar kesti’ derdi. Dedem de öyle. Kürdlere küskündü, sevmezdi.”[4]
Sözlü anlatımların çoğunda bu tür algılar var. Bunlar, tabii ki, olayları yaşayanlar değil, duyanlardır. Ya da sadece küçük resmi gören insanlardır. Kürd-Ermeni ilişkileriyle ilgili olarak, bu güne kadar sağlıklı bir değerlendirme yapılmamışsa bunun önemli bir nedeni bu algılardır. Asıl faillerin günümüzdeki devamı olanlar, sıkıştıklarında, konuyu bu masum insanların anlatımlarının çok ötesine götürerek, 1915 Tehciri ile ilgili olarak, “İttihat-Terakki Hükûmeti, Ermenilerin ihanetinden dolayı sadece tehcir kararı aldı, katliamı yapan Kürdlerdi, Kürd aşiretleri, ağalarıydı.” şeklindeki iddialarla ikiyüzlü bir tavır sergilemektedirler.
Birçok araştırma, bu dönemde, Sivas’ın batısında, Anadolu’daki Ermeni nüfusun, Kürdlerle birlikte yaşanan bölgedeki nüfustan daha fazla olduğunu gösteriyor. Doğu’da fail Kürdlerse Batı’da fail kimdir? Ağızdan ağza aktarılıp şehir efsanesi hâline getirilen abartılı anlatımlar, ezberlerin tekrarlanması, yanlış algılar yaratıyor. Ermeni araştırmacı Ara Sarafian bu konuda şöyle diyor: “Bu konuda çoğunluğun fikirleri duygusallığa dayanıyor. Bazıları 1915’te Ermenilerin yıkıma uğratılmasına Kürtlerin de katıldığını duymuş. Bazıları Kürt aşiretlerinin 1915 öncesinde Ermenilere karşı kullanıldığını duymuş. Bazıları ise Ermenilerin Kürtlerle yakın ilişkileri olduğunu biliyor, aynı zamanda 1915’te Ermeni katliamında birçok Ermeni’nin Kürtler tarafından kurtarıldığını da biliyorlar.” [5]
Kamuoyunda Ermeni katliamıyla ilgili anlatılan binlerce acılı öykünün büyük kısmı doğru olabilir. Ermeni toplumu aydın bir toplumdu ve başlarına gelenleri, en azından kaydedebildi, anlatabildi. Bazı zorba ağaların, din adına hareket ettiği belirtilen cahillerin, softaların, yobazların, çapulcuların yaptıklarını da birçok aşiret ve dinî kurumun Ermenileri koruma altına aldığını da bilmek gerekir. Yapılanlar, bir devlet gücüyle, bir ulus adına yapılmıyorsa çetecilik, çapulculuk olur; bunlar, bir devletin suç işleyen vatandaşlarıdır.
Diğer taraftan işbirlikçilerin, kendi halkına da haince davrananların yaptıklarını, mensubu olduğu ulusa mal etmek haksızlık olur. Kürd olduğu bilinen İTC’nin merkez komitesi üyesi Mehmet Ziya’nın (Gökalp), dayıları Pirinççioğullarının ve benzerlerinin yaptıklarını, Kürdlere mal etmek doğru mudur? Tehcirin olduğu sıralarda, 18-45 yaşları arasındaki Kürd erkeklerinin çoğu askerdeydi, katliamlar yapacak durumda değillerdi. Katliamlarda, Türk, Kürd, Çerkes, kim kullanılırsa kullanılsın, devlet güçlerince organize edildi.
Ermeni Soykırımı üzerine çalışmalar yapan Alman tarihçi-akademisyen Hilmar Kaiser’in, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları arasında İngilizce olarak, The Extermination of Armenians in the Diarbekir Region (Diyarbakır Bölgesinde Ermenilerin Yok Edilmesi) adıyla yayımlanan kitabı, konuyla ilgili önemli bir çalışmadır. Kaiser, Kürdlerin Ermeni soykırımındaki rolünü bir cümleyle şöyle özetliyor: “1915’te kolektif Kürt suçu yok ama sorumluluk orada duruyor.” [6]
Kürdlerin Ermenileri öldürmesiyle ilgili binlerce örnek verildiği gibi, Kürdlerin Ermenileri koruduğu ile de ilgili binlerce örnek verilebilir. Ermenilerin Kürdleri öldürmesiyle ilgili olarak da çok sayıda örnek verilebilir. Özellikle Rus işgali sırasında meydana gelen Kürd katliamlarına, 1916 Kürd Tehciri ’ne bulaşan çok sayıda Ermeni çete de vardır. Bu da doğrudan Ermeni ulusu iradesi gibi gösterilemez.
Bilinmeyen 1916 Kürd Tehciri
1915 Ermeni Tehciri’nin, Ermeni-Kürd ilişkilerinde iyi anlaşılamamasının bir nedeni de aynı sıralarda, 1916 yılında, dönemin Osmanlı iktidarı İttihat ve Terakki tarafından gerçekleştirilen; kayıt dışı kalmış, saklanmış, bilinmeyen veya çok az bilinen dramatik Kürd sürgünü gerçeğidir. Savaşın ilk yılında (1914 sonu, 1915 başı) meydana gelen Sarıkamış bozgunu İttihatçıları şok etti; “büyük komutan” Enver cepheden kaçtı. Ardından, Rusya, bu günkü idari yapıyla on yedi vilayeti kapsayan Erzurum, Bitlis, Van ve Trabzon vilayetlerini işgal etti. Bir yılın içinde, Rus işgali, Van Gölü’nün güneyine kadar yayıldı. 1915 yılı ortalarından itibaren Ermeni Tehciri katliama dönüşürken bu kez de Rus işgali dolaysıyla, çoğu Kürd olan Müslüman halk, savaş bölgesinden savaş bölgesinin dışına göç ettirildi. İşin ilginç yanı, bu kez Rus Ordusu’yla birlikte dönmeye başlayan Ermeniler de Kürdlerin kaçışında etkili oldular.
Rus Ordusu ve onlarla hareket eden bazı Ermeni gruplardan kaçan/kaçırtılan halk kitleleri savaş bölgesi dışına çıkarken ağırlıklı olarak Kürdlerin oluşturduğu göç kafileleri; başlangıçta, Sivas, Harput gibi yakın vilayetlere; Diyarbekir, Urfa, Ayıntap, Musul gibi Kürdlerin yaşadığı güney illerine doğru yöneldiler. İttihat-Terakki’nin planlı-gizli politikalarıyla, Ermeni Tehciri’nin büyük oranda tamamlandığı 1916 yılı başlarından itibaren bu göç yaygınlaştırıldı ve göçün yönü, asimilasyon amacıyla Anadolu’ya çevrildi. Kitlelere, “Birevin, birevin, Ûrûs hatin, Ermen hatin (Kaçın, kaçın, Ruslar geldi, Ermeniler geldi.)” propagandası yapıldı. Bölgedeki İttihatçıların karanlık örgütü Teşkilatı Mahsusa devredeydi. Bugünkü koruculara benzeyen eskerê bejik çeteleri iş başındaydı.
1915 Ermeni Tehciri herkesçe bilinmektedir. Ermeni tehciriyle ilgili olarak, bugüne kadar tüm dünyada ve Türkiye’de sayısız kitap ve yazı yayımlandı; filmler çekildi, belgeseller hazırlandı. Konu Türkiye’de ve tüm dünyada büyük bir kamuoyu tarafından bilinmekte ve tartışılmaktadır. Birçok ülke, bu tehcirin bir soykırım olduğunu parlamentolarında kabul etti. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında, Kürdlerin başına neler geldiğini bilen yoktur. Bir tehcirin başlangıcı olarak kabul edilen 24 Nisan 1915 biliniyor, diğer tehcirin başlangıcı olan 2 Mayıs 1916 bilinmiyor.
Ermeni Tehciri’nin daha devam ettiği 1915 yılında, Rus işgalindeki Van’dan başlayan, 1916 yılında yaygınlaşan ve 1917’de devam eden büyük bir göç hareketiyle, yüz binlerce (resmi rakamlar bile toplam sayının bir milyondan fazla olduğunu belirtiyor.) Kürd insanının Anadolu’ya sürüldüğü ve yarısından fazlasının göç koşullarında öldüğü, savaştan sonra geri dönmek isteyenlerin engellendiği, kalanların asimile edilerek yok edildiği bilinmemektedir. Veriler, ağırlıklı olarak 1916 yılında, zamanın Erzurum, Bitlis, Van vilayetlerinde (Bu günkü idari yapıyla 11 vilayet) yaşayan, çoğu Kürd en az bir milyon kişinin mülteci durumuna düştüğünü ve bunun yarısından fazlasının çeşitli nedenlerle öldüğünü göstermektedir. Kalan yaklaşık 350 bin kişinin, 300 bini, savaştan sonra topraklarına dönmedi, dönmeleri engellendi.
Bu trajik göçün, bir Kürd Tehciri olduğu yetkililer tarafından bilindiği hâlde, sıradan bir göç havası verilerek Rus Savaşı’ndan Kaçan Müslüman Mülteciler, Müslüman-Türk Mülteciler, Vilâyat-ı Şarkiye Mültecileri veya Erzurum Mültecileri gibi adlandırmalarla konunun esası gizlendi. Saklı kalmış, gözlerden kaçırılmış olan bu tehcirin, aynı sıralarda yaşanan büyük Ermeni dramı gölgesinde kaldığı da görülmektedir.
Bu Kürd sürgünü, öyle planlı ve sinsidir ki, sürgün edilenler bile, sadece savaştan kaçtıklarını sanmış, sürgün edildiklerini dahi anlayamamışlardır. Erkekler savaş cephesinde olduğundan, genellikle yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan bu insanların çoğu, aylarca, yıllarca; yaya, hayvanlarla, kağnı arabalarıyla, çok azı tren vagonlarında yaptıkları yolculuklar sonunda yaşamını yitirmiştir. Nereye gittiklerini bile anlayamamışlardır. Savaş acısı ve göç acısı içinde kalan kitleler, tarifi imkânsız dramlar içine sürüklenmişlerdir, tıpkı 1915 tehcirinde olduğu gibi. Öyle acılar yaşanmıştır ki, bu dönemde ve sonraları, “Dê, weledê xwe davêjin (Anneler evlatlarını atıyorlar)” söylemi, halk arasında yaygın olarak ifade edilmiştir.
Bölgede bulunan Batılı ve Rus görevlilerin anılarında, konuyla ilgili kırıntı bilgiler bulunsa da Kürdlerin başına gelenler ve 1916 Kürd Tehciri bilinmiyor. Bunun bir nedeni, 1915 Ermeni dramının gölgesinde kalması, bir diğer nedeni Kürdlerin, o sırada, kurumsal bir yapıya sahip olmamaları gösterilebilir. Kürdlerin, kendilerine ait bilgileri saklayan arşivlerinin olmaması, Kürd tarihinin pek çok yanını bilinmez kılarken Kürd araştırmacılar da devletin resmi söyleminden kurtulamamış ve arşivlerden yeteri kadar yararlanamamışlardır.
Birinci Dünya Savaşı süresince cephelerde, 1915 Ermeni Tehciri’nde, 1916 Kürd Tehciri’nde, göç yollarında; çeşitli salgın hastalıklar, yokluk, açlık, iki halkı da perişan etmiş, yüz binlerce insan canından etmiştir. İki tehcir beraber değerlendirildiğinde konu daha iyi anlaşılmaktadır...
NOT: Yazının ikinci bölümü üç gün sonra yayımlanacaktır.
/CT/
[1] Mayêvsriy, V. T., 19. Yüzyılda Kürdistan’ın Sosyo-Kültürel Yapısı ve KÜRT-ERMENİ İLİŞKİLERİ, Çeviri: Haydar Varlı-Abdullah Varlı, Sipan Yayıncılık, 1977, s. 126 (Kitabın ilk baskısı 1911 yılı)
[2] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze
Ermeni-Kürt İlişkileri, Med Yayınları, 1992, S: 240
[3] Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor, Derleyen: Ferda Balancar, Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2014, s. 10
[4] Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor, s. 86
[5] Ara Sarafian, ANF News Agensy, 16 Ekim 2011
[6] ASOS Gazetesi Evrim Kaya-Hilmar Kaiser Röportajı, 28.07.2014
Son güncellenme: 14:37:38