Özgürlük Yolunda Birbirini Engelleyen Ermeni Ve Kürdlerin Dramıyla İlgili Bir Değerlendirme- II

''Türk-Kürd kardeşliği veya din kardeşliği söylemleriyle bir gelecek hayal eden Kürdler de Kürdsüz bir Ermenistan hayal eden Ermeniler de yanıldılar. ''

12 Ağustos 2025 - 09:17
12 Ağustos 2025 - 09:17
 0
Özgürlük Yolunda Birbirini Engelleyen Ermeni Ve Kürdlerin Dramıyla İlgili Bir Değerlendirme- II

 İKİ TEHCİR VE SAVAŞ SONRASINDA İKİ HALKIN DURUMU

Kafkaslardan Mezopotamya’ya kadar çok geniş bir alanda, uzun tarihi süreçlerde çoğunluk hâlinde yaşayan Kürd ve Ermenilerin coğrafyalarının çok büyük kısmı, I. Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasındaki gelişmeler sonunda, Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde kurulan Türkiye Devleti sınırları içinde kaldı. Savaşın son dönemlerinde, Rusya’da meydana gelen sosyalist devrim dolaysıyla, Rusya bölgeden çekildi; Osmanlı yönetimi de tehcirde topraklarından uzaklaştırılan Ermenilerin topraklarına geri dönenebilecekleri kararını verdi. Daha savaş sona ermeden, 28 Mayıs 1918 tarihinde, Kafkaslarda, Taşnaksutyun Partisi öncülüğünde bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti kuruldu. Ermenistan Cumhuriyeti ve Osmanlı Devleti, birbirlerini karşılıklı tanıdılar!

Savaşın sona ermesi ve İttihatçı liderlerin yurt dışına kaçmasından sonra, 1919 yılında, yeni Osmanlı yönetimi, Divan-i Harp kurup Ermeni katliamına karışan İttihatçıları yargılamaya başladı. Ermenilerin dönüşü de hızlandı. Bu sırada, 1916 yılında tehcire uğrayan Kürdlerin bir büyük kısmı hâlâ Anadolu içlerinde vatanlarına dönmeyi bekliyorlardı.

Savaş sonrasında, 1919 yılı başlarında başlayan Paris Barış Konferansı’nda, Kürdler ve Ermeniler yine karşı karşıya geldiler. Konferans’taki Kürd ve Ermeni temsilcileri Şerif Paşa ve Boğhos Nubar, bir süre sonra, her iki ulus için de tehlikenin farkına varıp, gerçekçi davranıp uzlaşmaya yönelseler de başarılı olamadılar. Bazı Kürd ve Ermeni kesimleri bu işbirliğine karşı çıkarken Türk milliyetçi hareketi ve konferansın büyük güçleri, hep kendi hesapları içindeydiler.

 Ermeniler, Hristiyanlık zemininde Batılılarla hareket ederken Kürdler Müslümanlık zemininde Osmanlının yanında, kullanılan bir araç olarak kaldılar. Yeni Türk milliyetçi hareketi, Türklerin ve Kürdlerin yoğun yaşadığı yerleri “misakı milli” adlı bir belgeyle ortaya koymuştu. Güya Türklerle Kürdler birlikte bir vatan kuracaklardı. Bu Kürdler için bir aldatılma belgesiydi ama Kürdlerin çoğu bunun farkında olamadı. 

Batılı güçler, Hristiyan Ermenilere yakınlık gösterirken konferanstan gelen haberler, Kürdlerde Ermeni düşmanlığını daha da arttırdı. Süreçte, Batılı güçlerin desteğiyle, Doğu Karadeniz kıyılarından (Batum’dan); Kilikya’ya, Akdeniz kıyılarına (İskenderun’a) kadar uzanacak, Van Gölü çevresi ve Kürdlerin çoğunluk hâlinde yaşadığı birçok vilayeti kapsayacak, Diyarbakır’a, Mardin’e kadar uzanan “Büyük Ermenistan” devleti projesi; Kürdlerin paniğe kapılmasının ve özellikle 1918-1923 sürecinde Türk milliyetçi hareketine yaklaşmasının en büyük sebebi oldu.[1]

Şu bir gerçektir ki, Kürdler, Batılılarla veya Ermenilerle aynı, Türklerle farklı dine mensup olsaydı o dönemde Anadolu’nun doğusunda tarih farklı yazılacaktı.Hristiyan Batı, Müslüman Kürdleri, çeşitli tarihi süreçlerde hep cezalandırdı. Osmanlı da bunu kullandı.

Mondros-Lozan sürecinde, Kürdlerin yaşadıkları toprakları kapsayacak Büyük Ermenistan projesi ve yapay Türk-Kürd kardeşliği söylemi, önemli bir propaganda aracı oldu. Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal gibi dönemin Türk ileri gelenleri; telgraflarında, açıklamalarında, Ermenistan devleti kurulacağı tehlikesini ve din çelişkisini göstererek, Kürdlerin önemli bir kesimini yanlarında tutmasını bildiler. Bu dönemde bir taktik olarak geliştirilen “Kürdistan Ermenistan olacak” sloganı, adeta Kürdlerin aklını başından aldı ve Türkiye hareketinin yanında yer almalarında çok etkili oldu.

Dönemdeki Kürd aydınlarının, Kürdlerin yaşadığı bölgede büyük bir Ermenistan devleti tehlikesinden ne kadar çekindiklerini, 1918 yılında kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti üyelerinden, Dr. Şükrü Mehmed’in, Lozan Antlaşması’ndan hemen sonra, 14 Eylül 1923’te, Beyrut’tan, Mustafa Kemal’e ulaştırmak üzere, Diyarbekir Mebusu ve Nafia Vekili Fevzi Bey’e (Pirinççioğlu) yazdığı, “Kürdler Türklerden Ne İstiyorlar?” başlıklı mektuptan da anlayabiliyoruz. Şükrü Mehmed (Sekban), Kürdlerin haklarından ve Kürd inkârının yanlışlığından bahsettikten sonra, sözü Ermeni-Kürd konusuna getirip şöyle diyor:

 “… Günün birinde Yüksek Kaldırım’ın köhne kitapçılarında ve ötede beride, bir ucu Kafkasya’da, bir ucu İskenderun’da (Karadeniz’den Akdeniz’e) ‘Büyük Ermenistan’ haritası dikkatimi çekti. O günlerde hâkim olan kanaate göre, olmuş bitmiş gibi kabul edilen bu kötü facia karşısında günün hükümetlerinin kararsız ve boyun eğen tutumu bendenize insanlık görevim olan tabiplik yanında, milli vazifemi ihtar etti; bu itibarla Kürd teşkilatına girdim…

Anavatanı Ermenistan olmaktan kurtarmak icap ediyordu. Hedef ve gaye, mümkün olduğu kadar büyük bir Kürdistan hükümeti kurarak Ermenilerin istilâsından korumaktı…[2] Bilindiği gibi, Şükrü Sekban, 1933 yılında, Fransa’da Kürdlerin de Türk olabileceğine belirten bir broşür yayımladı.     

Cevapsız Sorular

Son yüz yılda (1823-1923), Kafkaslar, Van Gölü çevresi ve Kuzey Mezopotamya, Ermenistan mı, Kürdistan mı tartışması yapılırken tüm oralar büyük oranda Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği altındaydı. Sonuçta iki halk da dönemden zararlı çıktı ve o coğrafya iki halka da kalmadı. Ermeniler yaşadıkları topraklardan sökülürken Kürdler kendilerine ait bir coğrafyada köle olarak kalmaya, sonra asimile olmaya mahkûm oldular.

Bu duruma gelinmesi, iki halkın, aynı coğrafyayı paylaşmamasından mı kaynaklandı, sorun toprak meselesi miydi? Özellikle son kırk yılda (1878-1918) meydana gelen gelişmeler göz önüne alınırsa aşağıdaki sorular da akla gelebilir:

Hristiyan Batı, neden Ermenileri önce destekledi sonra yalnız bıraktı, 1878 Berlin Antlaşması ve Vilâyat-ı Sitte projesi doğru muydu, 1894-1896 olayları sırasında Ermeniler ve Kürdler çatışırken iki taraf da bunun yanlış olduğunu niye görmedi? 1915 öncesindeki 1909 Adana olayları, Ermenilere hiç mi ders olmadı; Ermeniler başlarına gelecekleri niye göremediler, niye İttihatçılara ittifak yaptılar, onlara inandılar? Çok sayıda örgüt, komite ve kuruma, hatta silaha sahip Ermeni devrimcileri, I. Dünya Savaşı koşullarında boyunlarını kılıcın altına uzatmayıp direnemezler miydi, göçü belirli bir oranda durduramazlar mıydı? Kürdler buna karşı çıkamaz mıydı?

Kürdler kendilerine ait olmayan bir savaşta, neden Osmanlı Cephesi’nde savaştılar? Kürdler, neden Ermeni Tehciri’ne, Ermeniler, neden Kürd Tehciri’ne karşı çıkmadı? Osmanlı dağılmayla yüz yüze iken Kürdler, neden hâlâ Osmanlıyı ve Hilafeti savunmaya, İslam Ümmeti olarak hareket etmeye devam ettiler? Kürdler, neden ulusal kimlikleri için değil, başka şeyler için mücadele verip İslam’ın kılıcı oldular?..   

Tüm olanlara karşın bazı Ermeni mebusları, 1915-1918 yılları arasında Osmanlı Mebusan Meclisi’nde niye göreve devam ettiler, bu mecliste niye tehcire itirazda bulunmadılar? 1918 yılında, Kafkaslarda kurulan bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan ülke niye Osmanlı Devleti oldu, niye hiçbir şey olmamış gibi karşılıklı elçilik atamaları yapıldı? Ermenistan Cumhuriyeti, TBMM Hükûmeti ile niye ilk resmi ilişkiyi kuran ülke oldu? Bazı Kürd aydınları ve ileri gelenleri, niye Mustafa Kemal’in öncülüğünde açılan mecliste yer aldılar ve bazıları konferanslar sırasında niye Mustafa Kemal hareketine telgraflarla destek verdiler?    

Tüm bu aşamalarda, Ermenilerle Kürdlerin uzlaşması mümkün müydü? II. Abdülhamid’in, İttihat-Terakki’nin, sonra Türkiye Devleti’nin yaptıkları bir yana, Ermeniler ve Kürdler, daha doğrusu dönemin Ermeni ve Kürd yöneticileri hata yapmadılar mı?.. Konunun esasını öğrenmek isteyenler, yukarıdaki sorulara benzer yüzlerce soruyu düşünebilirler.

 İki Halk da Hatalarıyla Yüzleşmelidir.

Osmanlının dağılma sürecinde, Kürdler de Ermeniler de kaybettiler. Bunda iki önemli etken, egemenlerin gücü, Batılıların ihanetidir denilebilir. Diğer taraftan, eleştirel bakıldığında, Kürd ve Ermenilerin kendi hatalarını görmesi ve iki ulusun ileri gelenlerinin açık yüreklilikle, bu hatalarla yüzleşmesi gerekir. Bazı Kürd aydınlarının, hiçbir şey olmamış gibi davranması da bazı Ermeni çevrelerinin Kürdleri küçümsemesi, günah keçisi gibi görmesi, onları bir ulus olarak görmek istememeleri de yanlıştı/yanlıştır.

Dünden bugüne, İslamcısından solcusuna kadar bazı Kürd çevreleri, 11. asırda Malazgirt’te, Osmanlıya, Türk ulusuna, Anadolu’nu kapılarını açtıklarını, onlara hep destek verdiklerini; Mondros-Lozan sürecinde mücadelelerine destek vererek (kime karşı, Ermeniler de bunun içinde var mıdır?) bu toprakları kazandıklarını ama Türk kesiminin kendilerine ihanet ettiği gibi yanlış bir söylem içindedirler. Bu söylem, Müslümanlık zemininde yapılan yanlış bir bakıştır; Kürdler adına aldanma ve aldatılma söz konusudur. Bu tutum ve bakış dün de yanlıştı bugün de. Ve bu söylem, komşu halk Ermenileri yaralamaktadır. Türk-Kürd kardeşliği veya din kardeşliği söylemleriyle bir gelecek hayal eden Kürdler de Kürdsüz bir Ermenistan hayal eden Ermeniler de yanıldılar.      

Kürdlerin Müslümanlık zeminindeki yaklaşımları gibi, Ermenilerin, katı bir Hıristiyanlık zemininde olaylara yaklaşmaları ve tamamıyla Hristiyan Batı’ya güvenmeleri de yanlıştı. Ermeni çevreleri, dünden bugüne Kürdleri hep eşkıya gibi gördü, onları bir ulus olarak kabul etmedi; hakaretler yağdırdı. Bu da zaman içinde, Ermeniler arasında, büyük bir kin ve öfke, aşılmaz bir Kürd düşmanlığı yarattı.

 Ermeniler esas olarak İttihatçılarla ittifak yaptıkları sıralarda (I. Dünya Savaşı öncesi), Kürdler ise Kemalistleri destekledikleri 1919-1923 Lozan sürecinde kaybettiler. Elbette bu hataları, tüm Ermeniler ve Kürdler değil, Ermeni ve Kürdlerin büyük çoğunluğu, en çok da yöneticileri yaptı. Kürdler de Ermeniler de daha sonra bu hatalarıyla yüzleşmediler.

Birinci Meclis’in önemli Kürd mebuslarından, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya (1882-1925), Lozan’a delege seçiminin yapıldığı 3 Kasım 1922’de mecliste şöyle diyordu: … Bir Kürd Mebusu olmak sıfatıyla sizi temin ederim ki Kürdler hiçbir şey istemiyorlar. Yalnız büyük ağabeyleri Türklerin saadet ve selâmetlerini istiyorlar. (Alkışlar)…” [3]

Yalnız Yusuf Ziyadeğil, başka Kürd mebuslar da benzer şeyler söylüyorlardı. Dersim Mebusu Hasan Hayri (1881-1925) Kemalistlere övgüler sıralarken[4] birçok Kürd ileri geleni Paris Barış Konferansı’na, Lozan’a destek telgrafları yağdırırken hata yaptılar, yanıldılar, yanıltıldılar. Mücadelede hata yapanlara sitem edilebilir ama davaları uğruna hayatlarına feda edenler yine de saygıyla anılır.[5] Onların doğrularından, yanlışlarından dersler çıkarılabilirse bir yüzleşme gerçekleşmiş olur.        

Ermenilerin kaybetmesinde kendi hatalarını da eleştirel bir tutumla dile getiren, Taşnaksutyun üyesi Şahan Natalie (1884-1983), şu dramatik tabloyu çiziyor: “Mağlubiyetimizi kabul etmek ne mücadelemizin haklılığını ortadan kaldırır ne de kırk şeytana karşı dövüşen cesur savaşçının efsanesini aratmayan Ermeni özgürlük savaşçısının kahramanlığına halel getirir.”[6]

1878 Berlin Antlaşması’ndan itibaren kırk yıl boyunca Kürdlerin büyük çoğunluk hâlinde yaşadığı Vilâyat-ı Sitte bölgesinde bir Ermeni devleti kurulacağı ve Kürdlerin de bu devlete bağlanacağı söylemleri, Kürdleri önce Abdülhamid’in, sonra Kemalistlerin yanına itti fakat İttihatçılarla yıldızları barışmadı. Osmanlıyla, İttihatçılarla anlaşan Ermeni Patrikhanesi ve bazı Ermeni partileriydi. Önemli Ermeni belgelerinde, 19. yy sonunda, Vilâyat-ı Sitte bölgesinde, 1 milyon 600 bin Ermeni, 100 bin Kürd yaşadığı belirtiliyordu.[7] Kürdlerin bu şekilde yok sayılması (100 bin nüfus diye ifade edilmesi), aşağılanması, Ermeni ileri gelenlerinin en büyük hatası oldu.

II. Meşrutiyet sürecinde İttihatçı liderler, Ermeni liderlerin evlerinden çıkmıyorlardı. 1915 Tehciri sırasında o dönemin mebuslarından dördü öldürüldü, üçü yurt dışına kaçtı. Sekizi ise 1918 yılına kadar, hiç ses çıkartmadan Osmanlı parlamentosunda (OMM) oturmaya devam ettiler. Ahmet Refik Altınay, Ermeni Tehciri gerçekleştikten sonraki günlerde, Ermenilerin önemli önderlerinden İstanbul Mebusu Bedros Hallaçyan’ın keyfine baktığını yazarak şöyle diyor: “Hallaçyan Efendi, yine Ada’da, müzeyyen köşkünde, İttihatçılara ziyafet sunuyordu. Ermeni mebuslar[8] yine Meclis-i Mebusan’da Talat’lar ve avânesine dalkavukluk etmeye devam ediyorlardı.”[9]

Kürdlerin Müslümanlık zemininde olaylara yaklaşmaları, Ermenileri niye Müslüman olmuyorlar diye yargılamaları gibi; Ermenilerin hep Hristiyan Batı’yı yardıma çağırmaları, katı bir Hristiyanlık zemininde olaylara yaklaşmaları da yanlıştı. Pek çok Kürd çevresi, Mondros-Sevr-Lozan sürecinde, çeşitli yerlere telgraflar yağdırarak Osmanlı ve Türkiye’nin yanında yer aldıklarını belirtirken aslında kendilerine zarar verdiklerini göremediler.[10] Batı, Hristiyan, Ermeni karşıtlığı veya Osmanlı-Türk yandaşlığı Kürdlere bir şey kazandırmadı.

Pek çok yanlışla birlikte, yukarıda belirttiğimiz iki yanlış tutum, Ermenileri ve Kürdleri, birbirinden çok uzaklaştırdı. Ermeni çevreleri, dünden bugüne Kürdleri eşkıya gibi görüp, onları bir ulus olarak kabul etmezken bazı Kürd çevreleri Hristiyan Ermenilere yaşam hakkı tanımak istemedi. Bu tutumlar, 1915 olaylarından çok önce, Tanzimat döneminden itibaren başladı.

Kürd aydınlarının önemli bir kısmı, özellikle 1915 Tehciri’nde, Ermenilere yapılan zulmü dile getirirken Ermeni tarafı, büyük bir çoğunlukla hâlen Kürdlere karşı ön yargılı ve kin duygusuyla hareket etmektedir. Bu, büyük oranda, bilgi eksikliği, oluşturulan yanlış algılar ve olanlarla objektif olarak yüzleşmemekten kaynaklanmaktadır. İşin ilginç yanı, bu gün bile, büyük oranda Kürdler de Ermeniler de birbirlerinden çok onları bu duruma getirenlere, cellatlarına yakınlık gösteriyorlar. Bunun da önemli bir nedeni bilgi eksikliğidir.

1915 Ermeni Tehciri’ne gelen süreçte, Ermeniler, Hristiyan Batı’ya güvenmekle, beraber yaşadıkları Kürd ulus varlığını kabul etmemekle; bazı Kürd çevreleri de Osmanlının oyunlarına alet olmakla, Ermenilere kafir gözüyle bakmakla hata yaptılar. Kürdler, İslam’ın, Halifeliğin ve Osmanlının kurtuluşu için mücadele verirken kendi ulusal kurtuluşları için yeterli gayreti göstermediler/gösteremediler. Kürdlere göre daha aydın bir toplum olmalarına karşın Ermeniler, bir taraftan İttihatçılara güvenirken diğer taraftan, büyük devletlerin desteğiyle, hiçbir yerinde çoğunluk olmadıkları bir coğrafyada Büyük Ermenistan hayaline kapıldılar, abartılı davrandılar. İki taraf da kendi yaptıkları hataları görmek istemedi ve bu hatalarla yüzleşmedi.

Ermeniler ve Kürdler, hâlâ bir şeyler yapmak istiyorlarsa düşman gördüklerine, Talat Paşa, Enver Paşa, Mustafa Kemal veya Kâzım Karabekir’e değil, kendi önderlerine sitem edebilirler. Çünkü sitem kendinden olana yapılır. Verdikleri mücadele sırasında hatalar yaparak bir çoğu canından olan önderlerinin anılarına saygı göstererek bundan dersler çıkarmalıdırlar. Elbette, esas olarak, öncelikle, iki ulusa da tarihi haksızlıklar yapanların yaptıkları haksızlıklarla yüzleşmesi gerekir. İttihatçı geleneğin sürdürücüsü Türkiye Devleti sorumlularının, öz eleştiri yapması ve gerçeklerle yüzleşmesi olası görünmemektedir. Buna karşılık, Kürdlerin ve Ermenilerin, kendi hatalarıyla yüzleşmeleri, özeleştiri yapmaları gerekir.

Bu durumun meydana gelmesi, egemenlerin gücü kadar, kendi hatalarından da kaynaklandı. Hataları yapanların torunlarının, bugün o hatalardan ders almaları gerekmez mi? Bunun için de topu taca atma, hamaset yapma yerine, doğru tarih bilgisine, özeleştiriye, yüzleşmeye ihtiyaç vardır…

Kürdler ve Ermenilerin ayrı dine mensup olmaları bir yana, aynı coğrafya üzerinde hak iddia etmeleri, iki ulus için uzlaşmaz çelişkiydi. Denilebilir ki, Kürdlerin ve Ermenilerin kaybetmesinin en önemli nedeni paylaşılmayan topraklardı, toprak meselesiydi.Bu mesele başından beri, objektif bir bakışla ele alınmadı, olması gereken uzlaşı sağlanamadı.

Tüm bu olanlardan ve bu kadar uzun süre geçtikten sonra, yapılabilecek bir şey kaldı mı? Elbette kaldı. Doğru değerlendirme ve analizler için, her şeyden önce tarihi doğru öğrenmek gerekir. Ermenileri için hâlen Kafkasya’da mevcut Ermenistan Cumhuriyeti büyük bir kazanımdır. Türkiye Kürdleri ise asimile olsalar da kısmen kimliklerini yitirseler de hâlen çoğunlukla kendi toprakları üzerinde yaşıyor olmaları gibi bir avantaja sahiptirler.

Güçlü olanlar, sahip oldukları gücün avantajıyla, kendilerini haklı gibi gösterebilirler. Ancak haklıların mücadelesi de hep devam eder. Tarihi haksızlıkları uğramış iki ulusun, şüphesiz, özgürlük mücadelesi devam edecektir...

     /CT/

 


[1]  Celâl Temel, 1918-1923, MONDROS’TAN LOZAN’A KÜRDLER, Kürdlerin

       Aldanma ve Aldatılma Yılları, İBV Yayınları, 2017, s. 396-398

[2] Dr. Şükrü Mehmed Sekban, Kürtler Türklerden Ne İstiyorlar? Hazırlayan: Hüseyin Siyabend Aytemur, Hîvda Yayınları, 2021, s. 66-67

[3] TBMM Tutanakları, Türk Parlamento Tarihi, s. 341-343

[4]  Hasan Hayri gerçeği gördükten sonra şöyle diyecektir: “Dünyada en güvensiz söz, Kemalistlerin verdiği şeref sözüdür... Mezarımı öyle bir yere yapın ki, gelen geçen ibret alsın.”

[5]  Bu süreçten kısa bir süre sonra, bu iki Kürd önderi de yeni Türkiye Devleti’nin yöneticileri tarafından idam edildiler. Yusuf Ziya, Azadî örgütü üyesi suçlamasıyla 14 Nisan 1925’te Bitlis’te; Hasan Hayri 1925 Kürd Ayaklanmasına destek verdiği gerekçesiyle 23 Kasım 1925’te Elâzığ’da idam edildiler.

[6] Şahan Natalie, Biz Ermeniler ve Türkler, Pêrî Yayınları, 2008, s. 10

[7]  Çelebiyan, age, s. 32

[8]  Tehcirden sonra OMM’ye devam eden 8 Ermeni mebus.

[9]  Ahmet Refik Altınay, İki Komite İki Kıtal, Bedir Yayınevi, 1999, s. 52

[10]  Celâl Temel, 1918-1923, Mondros’tan Lozan’a Kürdler, Kürdlerin Aldanma ve Aldatılma Yılları, İsmail Beşikci Vakfı Yayınları, 2017

Ev nûçe toplam 836 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 12:21:34