“Kürdler Ne Zaman Kaybetti?” başlıklı önceki yazımızı, “Öncesi, sonrası var ama Kürdler asıl olarak, 1878 Berlin Antlaşmasıyla başlayan, 1923 Lozan Antlaşmasıyla noktalanan, Osmanlı İmparatorluğunun tarihe karıştığı kırk beş yıllık Geç Osmanlı Döneminde, en çok da 1918-1923 Mondros-Lozan sürecinde kaybettiler.” diye bitirmiştik. Bu yazımızda, o süreçte, Kürdlerin neden kaybettiğini çok kısaca, maddeler hâlinde anlatmaya çalışacağız.
“Kürdler Ne Zaman Kaybetti?” başlıklı önceki yazımızı, “Öncesi, sonrası var ama Kürdler asıl olarak, 1878 Berlin Antlaşmasıyla başlayan, 1923 Lozan Antlaşmasıyla noktalanan, Osmanlı İmparatorluğunun tarihe karıştığı kırk beş yıllık Geç Osmanlı Döneminde, en çok da 1918-1923 Mondros-Lozan sürecinde kaybettiler.” diye bitirmiştik. Bu yazımızda, o süreçte, Kürdlerin neden kaybettiğini çok kısaca, maddeler hâlinde anlatmaya çalışacağız.
I. Dünya Savaşı sonrasında, Kürdlerin özgürlüklerine kavuşmaları için önemli fırsatlar doğdu. 1917 Sovyet devrimi dolaysıyla, Rusya, Kürdlerin yaşadığı bölgeden çekilmiş; gizli 1916 Sykes-Picot Antlaşması deşifre olmuş, Kürdleri egemenliğinde tutan Osmanlı İmparatorluğu dağılma sürecine girmişti. Bu sırada ortaya atılan Wilson Prensipleri ve Lenin’in ulusların kaderini tayin hakkı ilkesi, tüm mazlum uluslar gibi Kürdler için de ilk anda bir umut yaratmıştı. Batılı Emperyalist Devletler, artık ulusların kaderlerini tayin hakkına sıcak bakmak zorunda kalmışlardı. Bu dönemde pek çok ulus, kendi geleceği için çaba gösterirken Kürd ileri gelenleri, süreci iyi değerlendiremediler. Müslüman kardeşliği temelinde, geleceklerini dağılmakta olan Osmanlı mirasçısı Türkiye’ye bağladılar.
Süreçteki iki büyük Batılı güç İngiltere ve Fransa; Kürdlerle aynı dine mensup bölge güçleri Osmanlı (Türk), İran ve Araplar; Kürdleri ve Kürdistan’ı kendi aralarında paylaşırken Kürdler birlik içinde davranamadılar. Sevr sürecinden sonra, 1639 Kasr-i Şirin Antlaşmasıyla ikiye bölünmüş olan Kürdistan, 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan antlaşmayla dörde (beşe) bölündü. Lozan Konferansı Türk Murahhas Heyeti Başkanı İsmet Paşa ve arkadaşları, Kürdlerin Türklerle beraber olduğuna, bütün dünyayı inandırdılar. Lozan’da, Anadolu’nun ve Kürdlerin yaşadığı toprakların büyük bölümünün tapusunu alan Ankara Hükümeti, artık çok rahattı. Üç ay sonra, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti de resmen kurulunca işlem tamamlanmış oldu…
İmparatorlukların dağıldığı, ulusların inşa edildiği, çok sayıda yeni devletin kurulduğu 20. yüzyılın başında, Kürdler bir ulus inşası yaratamadılar ve kendi toprakları üzerinde bir devlet kuramadılar. Osmanlı İmparatorluğu dağılırken Kürdler, bu kısa süre içinde, parçalandı, bölündü, ülkeleri paylaşıldı. İsmail Beşikçi’nin ifadesiyle, Kürdistan, sömürge statüsünden bile daha aşağı bir konuma düşürüldü.
Bu dönemde “Kürdler neden kaybetti” sorusunun cevabı, çok geniş araştırmaların konusu olabilir. Nedenleri, çok kısaca, maddeler hâlinde aşağıdaki gibi sıralayabiliriz.
1-) Örgütsüzlük. Siyasi mücadele ancak güçlü siyasi örgütlenmelerle, partilerle verilebilir. Kürdler, daha önce de o dönemde de tüm kitleleri temsil edecek örgütlerden, güçlü siyasal partilerden yoksundu. Dönemin hemen başında, 1918 Kasım ayında, Seyid Abdülkadir liderliğinde kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC), önemli bir örgütlenme olmasına karşın kısa zamanda işlevsiz hâle geldi ve Kürd halkıyla yeterli bağı kuramadı. KTC, 1920 yılında, Sevr Antlaşmasıyla Kürdlere verilen statüye önderlik yapamadı ve bu süreçte önce bölündü, sonra dağıldı.
Tarihte, Kürdlerin yaygın halk gücüne dayanan örgütlenmeler oluşturamamaları, Kürd siyasi hareketlerinin en önemli eksiği olmuştur.
2- Lider-Önder Yetersizliği. Kürd siyasal mücadelesi, başlangıçta, mirlik (beylik), aşiret ve şeyhlik gibi yapıların liderleri tarafından verildi. 1918-1923 sürecindeki Kürd önderleri, 19. yüzyıla göre daha ileri bir noktada olmalarına karşın yine de modern bir önderlik ve liderlikten uzaktılar.
Mondros-Sevr-Lozan sürecinde, Kürdlerin öncü kişileri farklı tutumlar aldılar, sürecin gerektirdiği reel politikaları gerçekleştiremediler. Kürd önderlerin, feodal-dini siyasal yapıları, politik düzeylerinin düşüklüğü ve küçük grup-aşiret çıkarlarının dışına çıkamamaları, başarılı olmalarına engel oldu. Dönemin başında Kürdlere bir statü verilmesini düşünen İngiltere’nin İstanbul Komiseri Rebeck, İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği bir raporda, Kürd liderler için şu dramatik ifadeleri kullanmaktaydı:
“Kürdlerin çoğu bir başkan tarafından, yukarıdan idare edilmeyi bekliyor. Hemen hiçbir ortak yanı bulunmayan aşiret ağalarından ve şeyhlerden daha yukarısını görebilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Kürdistan dışındaki eğitimli bazı Kürdlerden ayrılıkçı fikirler besleyenler vardır ama onlar da etkilerini ve önemlerini abartmaya yatkındırlar.” [1]
Bu süreçte, Kürd önderlerin birlik içinde hareket etmemeleri, Kürdleri Paris’teki barış görüşmelerinde temsil eden ve o da Kürd halkından kopuk olan Şerif Paşa ve KTC çevresini zor durumda bıraktı. Mondros’tan Lozan’a kadar geçen beş yıllık süreçte, taraflar Kürd önderleri oyalarken onlar küçük bir özerklik talebinde bile birlik olup ortak bir ulusal davranış gösteremediler. Kürd önderlerin bir kısmı din adına, bir kısmı çıkarları için Kemalist hareketin yanında yer alırken ulusal bilince sahip bazı entelektüel Kürd aydınları ve KTC çevresi, Kürdler adına bir arayışa girerken halktan kopuk kaldılar. İstanbul’da, Avrupa’da kalıp Kürdistan’a, halkın arasına gitmediler/ gidemediler. Aldandılar, aldatıldılar…
Bu dönemde, TBMM’deki Kürd mebusların Türk-Kürd kardeşliği hamaseti ve bazı aşiret reisi ve şeyhlerin, “Türk kardeşlerimizin yanındayız” şeklindeki telgrafları, Kürdler adına dramatiktir. Kürd önderlerin bir kısmı TBMM’ne mebus olarak katılırken bazı Kürd eşrafı da çıkarı için yeni yönetimin yanında yer aldı. Osmanlının ve Hilafetin devamı için uğraş verenler, bir öngörüsüzlükle İstanbul’da, Diyarbakır’da oturup olanları seyrettiler.
Kürd milliyetçisi bazı entelektüellerin ulusal amaçları, düzene bağımlı toprak sahibi ve nüfuzlu bazı Kürd kesimlerinin çıkarlarıyla çelişirken Türk milliyetçi hareketi bu çelişkiden yararlanmasını bildi. Bazı Kürd önder ve aydınlar kanıyla canıyla mücadele verirken ulusal bir program etrafında toplanamayan Kürd önderlerin tutumları, Kürd milletine çok pahalıya mal oldu. Onlar sürülürken öldürülürken sonraki süreçlerde mücadele verenlerin işi de zorlaştı.
Üç yüz yıl önce, büyük Kürd Filozofu Ehmedê Xanî’nin belirttiği, Kürd önderlerin birlik sorunu ve çoğunlukla, “Ez û Ez”, “Hesudî” gibi basit hastalıklara duçar Kürd önderlerin tutumları, Kürdlerin bugün içinde bulundukları durumun baş etkenlerinden biridir. Bu hastalık hâlen sürmektedir.
3- Geri Toplumsal Yapı. Kürdler, 20. yüzyılın başında, Osmanlı ve İran imparatorlukları arasında dağılmış durumdaydılar. Kürdlerin yaşadığı coğrafyanın küçük bir kısmı Rusya sınırları içindeydi. Genel olarak, aşiret yapılanmaları ve şeyhlik kurumunun etkisinde, toplumsal sınıfların oluşmadığı, oldukça geri bir toplumsal düzen içinde yaşıyorlardı. 20. yüzyılın hemen başında bazı Kürd aydınlarının, yayın ve eğitimle bu toplumsal yapıyı modernleştirme çabaları yeterli olamadı.
Parçalı aşiret yapılanmasıyla Kürdler birbiriyle didişirken bazıları da rakip gördükleri aşiretleri zayıflatmak için, devletle işbirliği yapmaktan geri durmadılar. Dönemin Türk milliyetçi hareketi, Kürdlerin bu zaafından yararlandı. Kapalı aşiret yapılanmaları ve şeyhlik kurumuna kayıtsız şartsız itaat, modern Kürd uluslaşmasının önünde büyük engel yarattı, Kürd birliğini engelledi. Aşiret liderleri, kendi aşiretlerini, kendi önderliklerini ve alanlarını korumaya çalışırken bir avuç Kürd yurtseveri, şeyhini, aşiret reisini, ağasını; mensup olduğu ulustan daha önde gören fakir halk kitlelerini, bir ulusal yapı etrafında toplayamadı. Maalesef, günümüzde de hâlen bazı yapılar, kendi gruplarına ait flama ve bayrakları, Kürd ulusal bayrağından daha çok benimsemektedirler.
4- Bölgenin Stratejik Konumu, Parçalı Mücadele. Çok sayıda bölgesel ve emperyalist küresel gücün çıkar çatışmalarının olduğu karmaşık bir coğrafyada, parçalı bir şekilde verilen Kürd ulusal mücadelesi, zor şartlarda verilmiş bir mücadeledir. Kürdlerin işini zorlaştıran önemli etkenlerden biri de aynı topraklar üzerinde, birçok halkın hak talep etmesi ve buna paralel olarak emperyalistlerin bölge üzerindeki çıkarlarıdır. Bölgenin jeopolitik önemi ve birden çok ülkenin egemenlik alanı içinde olması, Kürd ulusal mücadelesinin başarıya ulaşmasında önemli bir engel oldu. Bir devlet deneyimi olmayan Kürdler, Türk, İran ve Arap egemenliklerine karşı mücadele verirken bölgede çıkarları peşinde olan, İngiliz, Fransız ve Rus emperyal güçlerinin de kıskacında kaldılar.
Dönem boyunca, Kürdler üç cephede özgürlükleri için mücadele etti veya savaştı. Osmanlı bakiyesi Türkiye’ye karşı Kürdistan Teali Cemiyeti ile siyasi; Koçgiri bölgesinde silahlı bir mücadele veren bir kısım Kürdler, karşı tarafın silahlı ve diplomatik gücü karşısında çok zayıf kaldılar. İran’a karşı Simko liderliğinde verilen savaşta da o bölgedeki Kürdlerin gücü yeterli olmadı. Güney’de, Süleymaniye-Musul bölgesinde, Şeyh Mahmud Berzenci önderliğinde, dönemin en büyük gücü İngilizlere karşı amansız bir savaş verildi; bu da Kürdistan’ın özgürleşmesine yetmedi. Taktiksel olarak bu savaş doğru da değildi.
Kısacası, çoklu güçlerin tam ortasında, parçalı bir şekilde mücadele vermek zorunda kalan Kürdler, parçalanmaktan kurtulamadılar.
5- Ermenilerle Aynı Coğrafyayı Paylaşma. Kürdler ve Ermeniler, tarihin eski çağlarından beri hem komşu iki halk olarak hem de ortak bir coğrafyada bir arada yaşadılar. Farklı dinlere sahip olmalarına karşın, 19. yüzyılın sonlarına kadar barış içinde bir arada yaşamasını bildiler. Özellikle 1878 Berlin Antlaşması sırasında, Batılı güçlerin dayatmasıyla, Kürdistan’ın büyük bölümünün, “Vilayet-i Sitte (Altı Vilayet)” adıyla Ermeni bölgesi ilan edilmesi Kürd-Ermeni ilişkilerini kökten bozdu.
Mütareke sürecinde, Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir başta olmak üzere, dönemin Türk ileri gelenleri; telgraflarında, açıklamalarında Ermeni devleti tehlikesini ve din çelişkisini göstererek, Kürdlerin önemli bir kesimini yanlarına almasını bildiler. Bu dönemde bir taktik olarak geliştirilen “Kürdistan Ermenistan olacak“ sloganı, Kürdlerin, yeni Türkiye ulusal hareketinin yanında yer almasında çok etkili oldu. Bu işin mimarı Kazım Karabekir’di.
Süreçte, özellikle Amerika ve Fransa gibi Batılı güçlerin desteğiyle; Doğu Karadeniz kıyılarından Klikya’ya (Akdeniz’e) kadar uzanacak ve Van Gölü çevresi ile Kürdlerin çoğunluk hâlinde yaşadığı birçok bölgeyi kapsayacak şekilde büyük bir Ermenistan devleti projesi; Kürdlerin paniğe kapılmasına ve Türk milliyetçi hareketine yaklaşmasına ana sebep oldu.
1919 yılı başlarında başlayan Paris Barış Konferansı’nda, Kürdler ve Ermeniler, başlangıçta, birbirlerine karşı açıklamalar yaparak aynı coğrafya üzerinde hak talep ettiler. Batılı güçler bu sırada, Hıristiyan Ermenilere yakınlık gösterirken konferanstan gelen haberler, Kürd-Ermeni düşmanlığını daha da arttırdı.
Konferans’taki Kürd ve Ermeni temsilcileri Şerif Paşa ve Boğos Nubar, bir süre sonra, her iki ulus için de tehlikenin farkına varıp işbirliği yapmaya yönelseler de başaramadılar. Sonuçta iki halk da dönemden zararlı çıktı. Denilebilir ki, Kürdlerin bu dönemde kaybetmesinin en önemli nedeni, Kürdler ve Ermeniler arasında meydana gelen çelişkilerdir.
6- Dış Güçlerden Destek Alamama. Yeterli bir önderliğe sahip olmayan Kürdler, bölgedeki Batılı güçlerle de reel bir ilişki geliştiremediler. Kemalistlerin iddia ettiğinin tersine, Kürdler hiçbir zaman emperyal güçlerden yardım alamadılar/alamadılar. Fransızlar ve Ruslar başından beri Kürdler için herhangi bir statü düşünmezken İngilizlerin başlangıçtaki olumlu yaklaşımı, çeşitli nedenlerle zaman içinde değişti. Birçok yanıyla zayıf olan dönemin Kürd hareketi, bölgenin bu karmaşık ortamında, Batılı güçlerle reel bir diplomasiyi yürütemezken emperyalist güçler de son aşamada, emperyalist karakterleri gereği bölgedeki güçlülerin yanında yer alıp, mazlum Kürd halkını ortada bıraktılar. Eğer bu süreçte Kürdler emperyalist güçlerden destek alsaydı zaten Kürdistan kurulmuş olacaktı.
7- Silahlı Güce Sahip Olamama. Birçok şeyin silahlı güçle elde edildiği bu dönemde, Kürdlerin, kendi adlarına savaşacak silahlı bir gücünün olmaması büyük bir dezavantaj yaratmıştır. Bir silahlı güce, düzenli bir ordu gücüne sahip olmayan Kürdlerin, yalnız kendi öz gücüne dayanarak bölgedeki büyük silahlı güçlerle baş edemeyeceği açıktır. Silahsız ve diplomatik mücadeleyi bilmeyen Kürdlerin, en büyük avantajı savaşçılıkları olabilirdi. Ancak modern silahların da devreye girmeye başladığı bu süreçte, Kürdlerin iyi bir silahlı güce sahip olamamaları, kaybetmelerinde önemli bir etkendir.
8- Saltanat ve Hilafete Mensup Olma Duygusu. Kürdler, Osmanlı İmparatorluğu içindeki diğer pek çok Müslüman unsur gibi, kendilerini saltanatın ve özellikle de hilafetin takipçisi gibi gördüler. Müslüman olmayan topluluklar ve Müslüman Araplar, çökmekte olan İmparatorlukla yollarını ayırmaya başlarken Kürdlerin önemli bir kısmı kaderlerini, Osmanlının devamı Türk kesiminden ayırmadılar, Osmanlı Evi’nin artık yıkıldığını göremediler. Mondros-Lozan sürecinde, din ve hilafet mensubiyeti, Kürdlerin özgürleşmesi önünde önemli bir etken oldu.
9- Birinci Dünya Savaşının Kürd Toplumunda Yarattığı Yıkım. I. Dünya Savaşı’nda Kürdler büyük oranda Osmanlı ordusu saflarında savaşa katıldılar ve büyük kayıplar verdiler. Cephelerdeki kayıpların yanında, salgın hastalıklar ve kıtlık halkın büyük bir kesimini yok etti. 1915 Ermeni katliamı ve 1916 büyük Kürd tehcirlerinin de etkisiyle, savaş sonrasında, perişan ve az bir Kürd nüfus kaldı ortada. Savaş sırasında, Rus işgali dolaysıyla, tehcire tabi tutulan Kürd nüfusu, Batı Anadolu’ya dağıtıldı. Savaş bölgesindeki Kürd coğrafyasında, savaşın bittiği 1918 yılındaki Kürd nüfusu, savaşın başladığı 1914 yılındaki nüfusun yarısı bile değildi.
Tabi yukarıda sıraladığımız etkenlere, başka etkenler de eklenebilir.
Sonuç
Bu sürecin sonunda, 1923’te, Osmanlı İmparatorluğunun Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüştüğünden bu yana sürdürülen Kürd halkını inkâr politikalarının sonuçları ortadadır. Tarihsel olarak Kürd halkı aldatılıp inkâr edilirken Türk halkı da kendi yöneticileri (egemenleri) tarafından gizli bir sözleşmeyle[2] yanıltıldı, yapılan haksızlığa ortak edildi. Türkiye coğrafyasının, Kürdleri de kapsayacak şekilde büyük olmasının, esasta Türk halkına yararı-zararı, bir başka tartışmanın konusudur.
Dört-beş parçaya bölünen Kürdlerin, her parçadaki mücadelesi, farklı süreçlerden geçmektedir. Türkiye’de, uzun zamana yayılan asimilasyon politikaları, Kürdleri ve Türkleri birbirine çok yaklaştırmış, karıştırmış, benzeştirmiştir. Derin politikalarla, öyle karıştırılmış ve benzeştirilmiştir ki, herkes istese bile ayırmak mümkün olmayacak hâle getirilmiştir. O bakımdan, Türkiye’deki sorunun en basit çözümü, asgari Kürd halkını tatmin, Türk halkının ikna edecek, otonomi, federasyon gibi siyasal bir çözümle olabilir.
1920’lerde tarihi bir haksızlığa uğrayan, tüm ulusal hakları gasp edilen Kürdler, yüz yıldır; doğrusuyla, yanlışıyla, büyük zorluklarla, paylaşıldıkları devletlerin sınırları içinde ve dışında, çok zor şartlarda bir ulusal mücadele vermektedirler. Bu mücadele hâlen devam ediyor; soruna adil bir çözüm bulunmadıkça da devam edecektir…
Celâl Temel
[1] Ahmet Mesut (Mesut Yeğen), İngiliz Belgelerinde KÜRDİSTAN 1918-1958, Dipnot Yayınları, 2012
[2] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi,Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Dipnot Yayınları, 2018
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.