Tayyip Erdoğan, Suriye sahasında iki ana hedef belirlemişti. Birincisi, Türkiye’nin varoluşsal gerekçesi olarak gördüğü Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmak. İkincisi ise, bölgede ekonomik ve askeri nüfuzunu artırarak neo-Osmanlıcı bir görüntü oluşturmak ve bu sayede iç siyasette iktidarını pekiştirmekti.
Erdoğan’ın bu iki hedefi, Suriye’deki çatışmaların dinamiklerini şekillendirdi. Özellikle Kürt grupların kontrolündeki bölgeler üzerinde Türkiye’nin askeri operasyonları, bu stratejinin bir parçası olarak öne çıktı. Aynı zamanda, ekonomik yatırımlar ve diplomatik ilişkiler aracılığıyla bölgedeki etkisini artırmaya çalıştı. Bu bağlamda, Erdoğan’ın Suriye politikasını sadece askeri bir müdahale değil, aynı zamanda geniş kapsamlı bir stratejik plan olduğu söylenebilir.
Kuşku yok ki Esad rejiminin devrilmesine zemin hazırlayan başlıca bölgesel aktör, öncelikle İsrail oldu. Ancak, Şam rejiminin çöküşünden en fazla kazanç sağlayan bölgesel aktör de Ankara oldu.
Buna rağmen, Erdoğan, Suriye’deki hedefine henüz ulaşabilmiş değil. Erdoğan’ın amacı; Kürtlerin elde ettiği kazanımları ortadan kaldırmak, ‘yeni’ Suriye’nin politik ve idari yapılanmasında Kürtleri zayıf duruma düşürmek ve ‘iyi Kürt, kötü Kürt’ diye bölmek. Masada Kürtleri kimin temsil edeceğine kendisinin karar vermesi, elinden gelirse onları masaya oturtmamaktır. Bu nedenle Ankara, özerk yönetimin kontrolündeki bölgelere yönelik saldırılarını sürdürüyor.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan çıkışının nedeni bu bağlamda netleşiyor. Bahçeli, diyalog ve müzakere söylemleriyle Kürtleri dengede tutmaya çalışırken, Erdoğan ise Rojava Kürdistanı'na yönelik saldırılarını sürdürecek. Bu şekilde, Ankara’nın Rojava Kürdistanı ve Suriye politikasındaki saldırgan tavrına karşı, dört parçada yaşayan Kürtlerin pasifize edilmesi hedefleniyor. Mevcut tablo da zaten bunu ortaya koyuyor.
Kürtler açısından en can alıcı nokta Ankara’nın, Rojava Kürdistanı’ndaki kazanımları ortadan kaldırmak için uluslararası toplumun uyarılarını dikkate almıyor olmasıdır. Şu ana kadar ABD, Türkiye’nin saldırılarını durdurması yönünde etkili bir tavır sergilemedi. ABD’nin aracılığıyla varılan ateşkes anlaşmalarına rağmen, Türkiye bu anlaşmalara riayet etmiyor. Türkiye’nin askeri operasyonları, hem yerel halk üzerinde korku yaratmakta hem de uluslararası toplumda endişe, kaygı ve eleştirilere yol açmaktadır.
ABD’nin Kürtler açısından kalıcı sonuç vermeyen girişiminin en önemli nedenlerinden biri, Kürtlere saldırıları durdurmak ve destek için İsrail dışında bölgede birlikte hareket edebileceği bir devletin olmamasıdır.
Saddam Hüseyin'in devrilmesinden önce, 1991 yılında Körfez Savaşı'nın ardından Güney Kürdistan’da uçuşa yasak bölge ilan edildi ve Kürtler koruma altına alındı. Bu karar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 688 sayılı kararına dayanarak alındı ve ABD, Britanya ve Fransa tarafından uygulandı. Kararın temel amacı, Saddam Hüseyin rejiminin Kürtlere yönelik saldırılarını engellemek ve bölgedeki insani sorunlara çözüm bulmaktı.
Türkiye'nin onayıyla, "Huzur Harekâtı" adı verilen bir askeri operasyon başlatıldı. Bu operasyon kapsamında, Türkiye'deki İncirlik ve Pirinçlik üslerinde konuşlanan uluslararası hava gücü (ABD, Britanya, Fransa ve Türkiye) bölgeyi kontrol altında tuttu.
Bu koruma sayesinde, Irak güçleri, 1991 yılının Ekim ayında Güney Kürdistan’dan çekilmek zorunda kaldı. Bu çekilme, bölgenin fiilen Bağdat’ın kontrolünden çıkmasına neden oldu. Bu durum, Güney Kürtlerinin kendi topraklarında özerk bir yönetim kurmalarına zemin hazırladı. Sonuç olarak, bu özerk yönetim daha sonra “Kürdistan Bölgesi Yönetimi” adı altında de facto federal bir yapılanmaya dönüştü ve günümüzdeki halini aldı.
ABD, Britanya ve Fransa’nın bu operasyonu gerçekleştirebilmelerinin temel nedeni, Türkiye’nin plana dahil edilmesiydi.
Erdoğan, Irak’ta geçmişte yaptıkları hatayı Suriye’de tekrarlamayacaklarını defalarca dile getirdi. Bu hata, uluslararası toplumla işbirliği yaparak, Güney Kürdistan’da federal bir statünün oluşmasına katkıda bulunmaktı.
Şuan ABD ile birlikte Rojava Kürtlerini koruyacak ve uluslararası toplumla işbirliği yapacak, İsrail dışında bölgesel bir güç ortada yok. İsrail’in Rojava Kürtlerine doğrudan askeri ve lojistik destek vermesi, yalnızca Türkiye, Irak ve İran ile sınırlı kalmayıp, birçok devlet aktörünü de içeren daha geniş potansiyel bölgesel çatışmalara yol açma riski taşıyabilir. Bu durum, bölgedeki jeopolitik dengeleri etkileyebilir ve yeni gerginliklerin ortaya çıkmasına neden olabilir.
Bu nedenle, İsrail’in bu tür angajmanlara Kürtler için girmesi şu an için olası görünmemektedir. Bunun yerine, ABD’nin Türkiye üzerindeki baskısını artırarak, bu rolü üstlenmesi için hem ABD’ye hem de uluslararası topluma baskı yapma stratejisi, İsrail’in şu anda izlediği bir yaklaşımdır.
The Jarusalem Post gazetesi, Suriye Kürtlerinin temsilcileri, İsrailli yetkililere başvurarak yardım ve koruma talebinde bulunduklarını yazdı. İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, 4 Aralık’ta Malta'da düzenlenen dışişleri bakanları konferansında Kürtlere yardım edilmesi çağrısını yeniledi. Kısaca İsrail’in Kürtlere yönelik desteği, diplomatik söylemlerden öteye gitmedi.
Gözden kaçmaması gereken bir nokta da düne kadar İran tarafından vekil güçler aracılığıyla kuşatılan İsrail’in, bugün Türkiye’nin vekil güçleri tarafından kuşatma altına girmiş olmasıdır. Kudüs’ün yeni Şam yönetimine bakışı bu nedenle “düşmanımın düşmanı, düşmanım olabilir” şeklinde özetlenebilir.
Türkiye, Hamas’ın elindeki İsrailli rehinelerin serbest bırakılması için arabuluculardan biridir. İsrail'in Shabak (Şin Bet) gizli servisi Başkanı Ronen Bar’ın, 16 Kasım’da Türkiye'yi ziyaret ettiği basına yansıdı. Ziyaretin amacı, İsrail ile Hamas arasında esir takasını görüşmekti.
Erdoğan, bu süreçte sürpriz bir hamle yaparak, Hamas’ın elindeki rehinelerin serbest bırakılmasını organize edebilir ve bu gelişmeyi uluslararası bir gösteriye dönüştürerek, rehineleri İsrail’e teslim edebilir. Bu adım, aynı zamanda Erdoğan’ın, "Hamas,
Hay’at Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üzerindeki etkinlik benim kontrolümde! Beni dışlayarak veya yok sayarak bölgede oyun kuramazsınız" mesajını bir kez daha vurgulaması anlamına gelir.
İsrail, şu anda cihatçı HTŞ grubunun kendisi için bir tehdit oluşturmadığını düşünse de, gelecekte bu grubun potansiyel bir tehlike yaratabileceğini göz önünde bulundurarak, Suriye ordusunun savunma ve saldırı kapasitesini artırabilecek tüm güvenlik altyapısını imha etmesinin nedeni budur.
Tüm bu çıkarımları alt alta dizdiğimizde, ABD'nin veya uluslararası toplumun Rojava Kürdistanı'nda Türkiye'nin saldırılarını durdurmaya yönelik hamlelerinin zayıf olduğu görülmektedir. Kürtler, ciddi bir hezimete uğrayabilirler.
Özellikle demografik olarak Arapların ağırlıkta olduğu bölgeler ile petrol rezervlerinin bulunduğu alanlar, özerk yönetim tarafından kaybedilebilir. 2014’den bu yana, Arapların yoğunlukta olduğu bölgelerdeki Arap aşiretleri IŞİD, Esad rejimi ve özerk yönetim arasında sürekli olarak saf değiştirmiştir. Onlar açısından demokrasi ve özgürlükler değil, güçlünün yanında olma ve aşiretlerinin nasıl rant elde edeceği birinci sırayı almıştır.
Suriye, Sünni ve Alevi Müslümanlar, Kürtler, Hristiyanlar ve Dürziler başta olmak üzere farklı etnik dini ve mezhepsel kimliklerden oluşmaktadır. Şu an iktidarı ele geçiren cihatçı grupların, bu mozaik ile yetki ve güç paylaşımı içinde olması olası gözükmüyor.
Ayrıca unutmamak gerekir ki, Şam rejimine kılavuzluk eden Ankara’dır. Türkiye, kendi siyasi sınırları içindeki etnik, dini ve mezhepsel kimliklerin hak ve özgürlüklerine bakışının ötesinde HTŞ’ye fazladan bir şey öneremez.
Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu siyaseti, bir devlet siyasetinden ziyade Erdoğan iktidarının siyasetidir. Muhalefet, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının Suriye ve Ortadoğu siyasetinden farklı bir bakış açısına sahiptir. Erdoğan iktidarının sona ermesi durumunda, muhalefetin devralacağı bu siyaset, geçmişten gelen mirasın ötesinde yeni bir yönelime girebilir.
Bu durum, bölgedeki dinamiklerin tekrardan değişmesine yol açabilir; zira muhalefetin benimseyeceği stratejiler, Türkiye’nin dış politikası üzerinde önemli etkiler yaratabilir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Suriye ve Ortadoğu’daki rolü ve etkisi, sadece mevcut iktidarın politikalarıyla değil, aynı zamanda gelecekteki yönetimlerin tutumlarıyla da şekillenebilir.
Bölgedeki dengeler, İsrail’in kendi güvenliği başta olmak üzere, diğer bölgesel ve uluslararası güçlerin müdahaleleri ve stratejik hamleleriyle sürekli değişmekte ve bu durum, Suriye'de kalıcı bir istikrarın sağlanmasını zorlaştırmaktadır.
Suriye’de iç savaşın başlangıcında, birinci perde Esad rejiminin devrilmesiyle kapandı. Bu süreçte, Türkiye destekli cihatçı grupların iktidarı ele geçirmesiyle ikinci perde açıldı. Ancak Erdoğan, hala gerçek hedefi olan Kürtlerin kazanımlarını ve aktör olarak varlıklarını ortadan kaldırma hedefine ulaşabilmiş değil.
Kürtler, özellikle Rojava Kürdistanı’nda önemli kazanımlar elde etmiş olsalar da, bu durum uluslararası aktörlerin tutumuna bağlı olarak dalgalanmalara açıktır. En kötü senaryoda Rojava Kürtleri, Güney Kürdistan hareketi gibi 1975’te yaşanan yenilgiye benzer bir hezimete uğrayabilirler. Kürdistanlı aktörlerin bu ihtimali göz ardı etmeleri, böyle bir durumun olmayacağı anlamına gelmez. Kürdistanlı siyaset yapıcıların, bu ihtimali göz önünde bulundurarak olası senaryolara hazırlıklı olmaları gerekmektedir.
Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, güncelin heyecanına kapılmadan, Suriye’de olup bitenlere Güney Kürdistan tarihi ve son dönemlerde Güney Kürdistan’ın başına getirilenlerden ders çıkararak bakmak yararlı olacaktır. Bu karamsar olmak değil, gerçekçi olmak ve hayal kırıklığına uğramamak içindir.
Temennim, elbette böyle bir senaryonun yaşanmamasıdır. Ancak, böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde dahi, uzun vadede Kürtler, Suriye’de etkili bir aktör olmaya devam edeceklerdir. Bunun sağlanabilmesi ve ulusal demokratik hakların kazanılabilmesi için Kürtlerin öncelikle ulusal birliklerini tesis etmeleri gerekmektedir. Ulusal birlik ve dayanışma, yalnızca kötü günlerde değil, iyi günlerde de önemini korumalıdır.
Bu dayanışma, ortak bir vizyon, karşılıklı güven ve kapsayıcı bir liderlik anlayışıyla desteklenmelidir. Aynı zamanda uluslararası ilişkilerde güçlü bir diplomasi stratejisi benimsemek, Kürt halkının özgürlük mücadelesinde etkili bir araç olacaktır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.